TEGABÜN SURESİ
1
Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ı tesbih ederler. Oralardaki bütün yaratıklar Allah'ı zâtı kibriyâsına lâyık olmayan tüm kusurlardan sürekli olarak tenzih ederler.
Buradaki tesbihten maksat, ya delâlet etmekten ibaret olan işaret tesbihidir, canlı cansız her şeye şamildir. Ya da sözlü tesbihtir ” Sübhânallâh" demektir. Araştırıcı âlimlere göre bu da tüm yaratıklara şamildir.
Sahillerden birisi şöyle demiş: ”Okyanustaki balıkların tesbihlerini işittim: ’Azıkların, rızıkların, hayvanların ve bitkilerin Rabbi, kuddûs olan meliki tesbih ederiz,' diyorlardı. (1) Kuru ve yaş, her şeyin hayatı olmasaydı Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ezan okuyana taş ve çamurun şehadet ettiğini haber vermezdi."
1- Sübhâne'l-meliki'l-kuddûsi, rabbi'l-ekvâtı, ve'l-erzâkı ve'l-hayvânâtı ve'n-nebâtât.
Yok olmayacak olan dâimi
mülk O'nundur, ”Mülk", tam kudret ve tasarrufun geçerliliğidir.
Hamd O'nadir. Hamdedenlerin hamdi O'na mahsustur. ”Hamd," güzel sıfatları ve çeşitli fiilleri anarak yapılan övgü demektir. Ayette önce ”Onadır" anlamına gelen ”lehû" nun zikredilmesi, hamdin başkasına değil, sadece O'na ait olduğunu te'kid içindir. Çünkü her şeyi yaratan, idare eden, hükmü altına alan, dilediği gibi tasarruf eden, temel nimetlerin ve ondan oluşanların sahibi O'dur. Eğer kullarına o nimetleri bahşetmeseydi kimse en ufak bir şeye kadir olamazdı. Onun için nimetinden dolayı müminler O'na hamdederler. Dünyada ve ahirette hamd sadece Onadır. Beşer için olan hakimiyet ve hamd gerçek anlamda değil, şekil bakımındandır.
O her şeye muktedirdir. Çünkü, O'nun kudreti gerektiren zâtının her şeye nisbeti aynıdır. O varetmeye, yok etmeye, hasta etmeye, iyileştirmeye, yüceltmeye, alçaltınaya ve benzerî her şeye muktedirdir. Allah'ın güçlü olduğunu bilen kişi, O'na muhalefet ettiği taktirde cezasından korkar. İhtiyacını istediği zaman, ihsan ve ikramı ile rahmet ve nimet inin en iyilerini umar.
2
Sizi en güzel şekilde
yaratan O'dur. Buna rağmen kiminiz kâfir siniz. Yaratılışının gereği küfrü seçmiştir. Size düşen, tümünüzün imanı seçmeniz, yaratması ve buna bağlı olan diğer nimetlerinden dolayı O'na şükretmenizdir. Ama tam anlamıyla imkânınız olduğu halde böyle yapmadınız. Gruplara ayrıldınız, parça parça oldunuz. Küfür kâfirin, imansa mü'minin fiilidir. Hazret-i Peygamberin: ”Her doğan fıtrat üzere doğar," (2) hadisinden anlaşılıyor ki, küfür de iman da kulun kazanın ası dır. Şu âyet de aynı hükme delâlet etmektedir: ”Rasûlüm! Sen yüzünü hanif (birleyici) olarak dine yani, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise o fıtrata çevir." (Rûm: 30) Bu iki gruptan her birinin çalışıp kazanma ve ihtiyarı vardır. Onun çalışmayı ve seçmesi, Allah'ın takdir ve dilemesiyledir. Mü'min, Allah kendisini yarattıktan sonra imanı seçer. Çünkü Allah onda bunu dilemiş, onun için bunu takdir etmiş ve ondan bunu bilmiştir. Kâfir ise Allah kendisini yarattıktan sonra küfrü seçer. Çünkü Allah onun için bunu takdir etmiş, ondan bunu bilmiştir. Ehl-i sünnetin anlayışı böyledir.
2- Bu, Buharî, Müslim, Tirmizî ve Ebû Davud'un tahrîc ettikleri hadisin bir bölümüdür. Buharî'nin lâfzı şöyledir: ”Her doğan ancak fıtrat üzere doğar. Sonra ebeveyni onu Yahudi, Hrıstiyan veya mecûsîyapar." Bkz. Câmiu'l-Usûl, 1/268.
Anlatıldığına göre bir sünnî, bir mûtezilî ile kader konusunda tartışmış. Mûtezilî ağaçtan bir elma koparıp: ”Bu elmayı ben koparmadım mı?" demiş. Sünnî: ”Onu sen kopardıysan eski yerine koy" deyip, Mûtezilî'yi susturmuş. Mûtezilî verecek bir cevap bulamamış. Sünnînin bu cevapla Mûtezilîyi alt edişi şu açıdandır: Çünkü bir şeyi meydana getiren kudret, onun zıddını yapmaya da muktedir olmalıdır. Eğer bir şeyi parçalara ayırmak birisinin gücü dahilinde ise onları birleştirmek de gücü dahilindedir. Tek yaratıcının Allah olduğunu bilen kişinin, kulun kazancının olduğunu inkâr etmemesi, emirler ve nehiyierle imtihan etme konusundaki şeriat halısını dürmemesi onun edebindendir.
Hikâye edildiğine göre bilginlerden birisi, Hazret-i Âdem'i yaratacağı haberine karşılık: ”...Orada fesat çıkaracak birini mi yaratacaksın?..." (Bakara: 30) diyen meleklerin cesaretine hayret etti. Sonra: ”Onların suçları yok, kendilerini Allah konuşturdu" dedi. Onun bu sözü Yahya b. Muaz er-Râzî'ye ulaştı. Yahya: ”Doğru, onları Allah konuşturdu. Ama bak onları nasıl susturdu?" dedi. Bu sözüyle Allah tarafından olan mücerret yaratmanın, kullardan kınanmayı düşürmek için mazeret olamayacağını açıklamış oldu.
Kiminiz mü'minsiniz. İmanı seçmiş, onu kazanmışsınız. Büyük günah işleyen ve bidati küfrü gerektirmeyen bid'atçi de mü'min lâfzının şümulüne girer. Âyette küfrün, imandan önce zikredilmesi, kınama makamına daha uygun ve insanlar arasında daha fazla olduğu içindir. Bunun için bir hadiste belirtildiğine göre mahşer gününde Allahü teâlâ : ”'Ey Adem! Cehennernin askerlerini çıkar (göster),' buyurur. Hazret-i Âdem: Ya Rabbi! Cehennemlikler kaç kişidir?' der. Allahü teâlâ : ’Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzu,' buyurur." (3) Âyet-i kerimelerde de şöyle buyurulmaktadır: ”...Ama insanların çoğu inanmazlar." (Ra'd: 1) ”...Kullarımdan gereği gibi şükreden pek azdır." (Sebe': 13) İman, şükrün bölümlerinden en büyüğüdür.
3- Hadisi Buharî, Müslim ve Tirmizî tahrîc ettiler. Tirmizî'de: ”O zaman hamile, karnındakini atar, çocuklar yaşlanır..." şeklindedir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 9/188.
Rivayet edildiğine göre Hazret-i Ömer bir adamın: ”Allah'ım! Beni azlardan kıl," dediğini duymuş, ”Bu nasıl duâ böyle?" diye sormuş. Adam: ”Ben Allahü teâlâ 'nın: ’...Kullarımdan gereği gibi şükredenler pek azdır,' buyurduğunu işittim, bundan dolayı beni bu azlardan kılması için duâ ediyorum," karşılığını vermiş, bunun üzerine Hazret-i Ömer: ”Herkes Ömer'den daha bilgin," demiş. Bu Hazret-i Ömer'in tevazuundandır. Yoksa onun, ilim anlayış ve dini anlamakta çok büyük yeri vardır.
Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir. Buna mukabil size karşılık verir. O halde küfür ve isyana karşı imanı seçiniz.
Şunu bil ki, Allah bilir ama yumuşak davranır. Gücü yeter ama bağışlar. Gayret göstermeyene gücü fayda vermez.
Anlatıldığına göre büyüklerden birine, bir Yahudinin, öldüğünde memleketinden götürülüp Mescid-i Aksu'ya defnedilmesini vasiyet ettiği haber verildi. Bunun üzerine şöyle dedi: ”Hiç Allah'la boy ölçüşülür mü? O adam bilmez mi ki, en üst Firdevse bile gömü İse Cehennem, iplerini getirip onu kendisine çeker."
3
Gökleri ve yeri hakla ve dinî ve dünyevî tüm maslahatları içeren tam hikmetle
yarattı. Burada maksat, yedi kat gökyüzü ve yedi kat yerdir. Nitekim Allahü teâlâ bazı yerlerde bunu sarahaten bildirmiştir. Şu âyetler bu kabildendir: ”O, birbirleriyle ahenkli yedi göğü yaratandır..." (Mülk: 3) ”Allah yedi kat göğü ve yerden de bir o kadarını yaratandır..." (Talâk: 12)
Eğer, büyüklüklerine rağmen bu gibi yerlerde arş ve kürsînirı niçin zikredilmedikleri sorulursa şu cevabı veririm: ”Her ne kadar onlar gökyüzünde iseler de yerler, gök ve bunların arasındakilerin aksine eserleri açık değildir. Bunlar mükellef olan muhataplara daha yakındırlar, durumlarını bilirler. Eserleri ve menfaatleri açıktır. Bundan dolayı: ’Güneş meyveleri olgunlaştarır, ay renklendirir, yıldızlar onları tatlandırır," derler. Dolayısıyla bunlar Allah'ın kudretinin büyüklüğüne daha çok delâlet ederler."
Size şekil verdi ve şekillerinizi güzel yaptı. Yani size en güzel şekli verdi, ahseni takvim üzere yarattı. Sizi eserlerinin, sıfatlarının saflığı ve temizliği ile süsledi, en güzel eserlerinin özelliklerinin hulâsasını size tahsîs etti. Bu yaratılışta sizi tüm yaratıklara örnek olacak güzellikte ve mükemmellikte yarattı. En güzel suret ve en güzel şekil sizindir. Bu yüzden insan, suretinin olduğu halden başka bir şekilde olmasını temenni etmez. Çünkü onun sureti, tüm diğer suretlerden daha güzeldir. Boynunun uzunluğu, dikey bir şekilde yaratılışı, vücudunun itidali hep onun güzelliklerindendir. Bazı şekillerin bazılarına nispetle çirkin oluşu, insanın güzelliğine zarar vermez. Çünkü güzellik yaratılıştadır. Düşünürlerin dedikleri gibi, yaratılış da mertebe mertebedir. İki şeyin sonu yoktur: Güzellik ve beyan yani bir şeyi açıklamak.
Dönüş ancak (Vnadir. Son yaratılıştaki dönüş, başkasına değil sadece Allah'adır. O halde bu güçleri ve hisleri yaratılış gayelerine uygun kullanarak içinizi güzelleştiriniz. Ta ki intikamla değil, nimetlerle mukabele ediksiniz. Nice güzel suretler içlerinin kötülüğü ve kötü gidişatları sebebiyle âhirette son derece çirkin olacaklardır. Nice de çirkinler var ki içlerinin ve işlerinin güzelliği sebebiyle öbür dünyada çok güzel olacaklardır.
Hadislerle sabittir ki kıyamet günü kâfirin azı dişi Uhud dağı gibi, bedeninin kalınlığı üç günde alınabilecek yol kadar olacaktır. Biçimi çirkinleşecek, üst dudağı alnının ortasına değecek kadar kalmlaşacak, alt dudağı göbeğini döğecek şekilde sarkacaktır. Cennetliklerin ise yüzlerinin aydınlığı on beşinci günündeki ay gibi veya gökyüzündeki en parlak yıldızın aydınlığı gibi olacaktır. Onlar sakalsız, parlak ve sürmelidirler. Otuz üç yaşındadırlar. Ne mutlu o lâtiflere; o kabaların da vay haline!
4
Göklerde ve yerde küllî ve cüzi işlerden, açık ve gizli hallerden
ne varsa bilir. Aranızda
gizlediklerinizi ve işlerden
açıkladıklarınızı da bilir. Bu. Allah'ın kullarına olan vaadini ve tehdidini te'kiddir.
Burhânu'l-Kuran'da şöyle denilmekledir: ”Dünya ve gök ehillerinin tesbihleri, azlık çokluk ve yakınlık uzaklık bakımından farklı olduğu için, sûrenin başında 'ma' tekrarlanmıştır. Aynı şekilde onların, gizledikleri ve açığa vurdukları da farklıdır. Çünkü onlar birbirlerine zıt varlıklardır. Onun için burada da 'mâ' tekrarlanmıştır.
Ancak ”ya'lemu mâ fi's-semâvâti ve'l-ardi sözünde 've'l-ard' kelimesinin başında tekrarlanmamıştır. Çünkü bunların her ikisi de Allah'ın ilmi bakımından tek şeydirler. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz."
Allah göğüslerde olanları da çok iyi bilir. O, insanların göğüslerinde, onlardan asla ayrılmayacak derece gizli olan, saklanan her şeyi ihata edendir. Öyle olunca, onların açığa vurduklarını ve gizlediklerini nasıl bilmesin? İnsanın içindeki bilgilere, göğüsteki lere benzediği ve orada biriktirildiği için ”' zâtü's-sudûr" denilmiştir.
Ayette, görünen şeyleri beyandan, görünmeyenleri açıklamaya doğru bir geçiş vardır. Çünkü denilmektedir ki Allah göklerde ve yerde olanları, insanların göğsündeki açık ve gizli şeyleri ve henüz hasıl olmayıp kalplerde gizli, gömülü olanları bilir.
5
Daha önce sizden veya bu vakitten ya da bu isyandan önce
küfredip de, yaptıklarının cezasını tadanların yani Nuh kavminin ve onlardan sonra küfürde ısrar edenlerin
haberleri size gelmedi mi? Ey kâfirler!
Ayetin başındaki ”hemze", inkâr için değil, soru içindir. Mânâsı, gerçeği ortaya çıkarmaktır. ”Ceza" diye terceme ettiğimiz ”vebal", ağırlık ve bir iş üzerine yüklenen şiddettir. Onların işleri de inkârlarıdır. Allahü teâlâ o işin, çok korkunç bir iş ve büyük bir cinayet olduğunu bildirmek için böyle bir ifade kullanmıştır. Mânâ şudur: Onlar dünyada, inkârlarının gerektirdiği zarar ve cezayı hiç vakit geçmeden tattılar. Bir yemeği tadanın hissettiği gibi hissettiler.
Onlar için bir de âhirette, ölçüsü bilinmeyen
elem verici azap vardır. Bu, onların dünyada çektiklerinin, günahlarına keffaret olmadığını göstermektedir. Öyle olmasaydı bir de âhirette azap edilmezlerdi. Mü'minler ise böyle değildir. Onların dünyada katlandıkları acılar, sıkıntılar, musibetler, sahih haberlerde bildirildiğine göre günahlarına keffarettir.
6
Bu, yani dünyada tattıkları ve âlıirette tadacakları azap
peygamberleri apaçık deliller yani açık mucizeler
getirip de onların: Bizi bir beşer mi doğru yola getirecek?' demeleri... Tanrılarının bir taş olmasını inkâr etmediler de peygamberin insan olmasını inkâr ettiler. Allah, anlatımda ne güzel bir yol izledi, sözü bütün milletlere isnad etti. Burada beşer sözü ile insanlık cinsi murad edildi. Peygamberlere
küfretmeleri -çünkü onlar yukarıdaki sözleri, onları küçümsemek için söylediler. Peygamberlerin beşer olmasının seçimindeki hikmeti bihnediler-
ve kendilerine gelen açık beyanlardan ve onlara imandan
yüzçev irmeleri sebebiyledir. Allah da hiçbir şeve yani onların imanlarına ve taatlarma
muhtaç olmadığını gösterdi. Çünkü onları helak etti, köklerini kazıdı. Eğer Allah onlara muhtaç olsa idi, böyle yapmazdı.
Allah onların imanları ve taatleri şöyle dursun, âlemlerden
müstağnidir, hamde lâyıktır. Her yaratık lisan-ı haliyle O'na hamdeder.
7
Kâfirler, öldükten sonra asla diriltilmeyeceklerini iddia ettiler.
Ayette geçen ”zeame" fiilinin mastarı olan ”za'm", bildiğini iddia etmek demektir. Bu ifadede kâfirlerin vardıkları yargının, onların iddiasından başka senedinin olmadığını bildirmektedir. ”Küfredenler"den maksat, kureyş kâfirleridir. Yani onlar, öldükten sonra bir daha asla diriltilmeyeceklerini, kabirlerinden çıkartılmayacaklarını zan ve iddia ettiler.
Süreyh şöyle der: ”Her şeyin bir künyesi var, yalanın künyesi de’zeamu dur."
Hem İslâmdan önce, hem de İslâmdan sonra yaşayanlardan birisi, oğluna: ”Bana lügatından zeame ve sevfe (gelecek zaman için kullanılan edat)'yi hibe et" yani onları lügatından çıkar, kullanma demiştir.
Kişinin konuşmasında ”zam" ve benzeri kelimeleri kullanması kötü görülmüştür. O, işittiği her şeyi konuşmaktır. Yalan olarak da bu yeter. Konuşmak istediği zaman, kesin olan şeyi konuşsun, şüpheli olanı değil. Bundan dolayı duyduğu her şeyi konuşmaktan arınır. Böylece yalandan korunmuş olur.
Onların yok saydıkları bir şeyi ispat etmek suretiyle onların iddialarını iptal ve red için
de ki: ’Hayır, diriltileceksiniz. ”Hayır" anlamına gelen ”belâ" kelimesi, kendisinden önceki olumsuz cümleyi olumlu hale getirmek için kullanılır.
Rabbime yemin ederim ki hesaba çekilmek ve yaptıklarımz sebebiyle cezalandırılmak için
mutlaka diriltileceksiniz. Bu cümlede öldükten sonra diri İtilmen in gerçekliği iki açıdan te'kid edilmektedir:
Birincisi, ”ve Rabbî - Rabbime yemin ederim ki" sözüdür. Bu yeminin burada seçilişi, öldükten sonra diriltmekte, bilgisinin tamamını ifade eden Rab liginin yüceliğini açığa çıkarmak ve açık olan cismânî nimetlerle terbiyesinin devamım tercih olsa gerektir.
İkincisi de: Arapçada pekiştirme takılarıyla te'kid edilmiş olan ”letüb'asünne-mutlaka diriltilecekler" cümlesidir. Bu, daha önce geçen yeminin cevabıdır. Yemini kuvvetlendirmede kullanılan ”lam" harfi ile te'kid edilmiştir.
Sonra da yaptıklarınız size mutlaka haber verilecektir. ”Sonra" anlamındaki ”sümme" kelimesinin kullanılışı, kıyamet gününün uzunluğundan dolayı sürenin acele olmadığına delâlet içindir. Müşrikler öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettikleri gibi, peygamberliği de inkâr etmelerine rağmen, haberin yeminle ifade edilmesinin faydası, onların iddialarım şiddetle ve kuvvetle iptal içindir. Ta ki Allah'ın kendisi için insaf takdir ettiği kimse etkilensin, insaf takdir buyurmayıp da tümüyle mahrum olanlara karşı da hüccet güçlü olsun.
Bu, öldükten sonra dirilmek ve cezalandırmak,
Allah'a göre kolaydır.' Çünkü kendisi tam kudrete haizdir.
8
O halde, iradenizi imanın husulüne sebep olacak şeylere yöneltmek suretiyle, kabirlerdekini dirilten, açık ve kapalı tüm amellerin karşılığını veren
Allah'a, Allah'ın zat ve sıfatlarını haber veren
Peygamberine, Hazret-i Muhammed'e
ve Rasûlümüze
indirdiğimiz nura, nur gibi icazı ile bizzat kendisi açık olan, Allah katından inen başkalarım açıklayan, helâli ve haramı ortaya çıkaran Kurana
iman ediniz. Âyette, ”Allah'ın indirdiği" denilmeyip de, ”bizim indirdiğimiz" denilmesi, Allah'ın itinasının fazlalığını açığa çıkarmak içindir.
Allah, emirlerine uyup uymamanız konusunda
yaptıklarınızdan haberdardır. Ona göre size karşılık verecektir.
9
İnsanlar, cinler ve gök yüzü ehlinden öncekilerle sonrakiler içerisindeki hesap ve cezadan dolayı
toplanma günü için sizi biraraya getireceği gün var ya... Buradaki hitap, daha önce geçen ”size gelmedi mi?" âyetindeki hitaba muhatap olanlaradır. ”el-Cem'i" kelimesinin başındaki ”lam" harfi, ahd içindir. Bu günde bir araya getirmek anlamındadır.
Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Allahü teâlâ, öncekileri ve sonrakileri bir araya getirdiği zaman bir münâdî tüm yaratıkların duyabileceği bir sesle şöyle seslenir: ’Bu gün toplananlar, kereme kimin daha lâyık olduğunu bilecektir.' Sonra dönüp: ’Yanları yataklarında rahat etmeyenler (geceleri ibadet edenler) kalksın,' der. Onlar kalkarlar ama azdırlar. Sonra dönüp: ’Sıkıntı ve bolluk anlarında Allah'a hamdedenler kalksınlar,' der. Onlar da kalkarlar ama onlar da azdır. Bunların hepsi cennete gönderilir. Sonra kalan insanlar hesaba çekilirler." (4)
işte o gün,
aldanma günüdür. Aldanma diye tercemc edilen ”teğâbün", karşındaki şahsı, seninle onun arasındaki muamelede bazı şeyleri gizleyerek zarara uğratman, kandırmandır. Kıyamet gününde, iyilerin, kötülerin -iyi oldukları taktirde- elde edecekleri mevkilere getirilmesi ve tam zıddı ile bazı insanların bazılarını aldatacağı gündür. Kandırmanın bu güne tahsisi, gerçek aldanmanın dünya işlerinde vaki olan değil, o günde meydana geleceğini bildirmek içindir. ”et-Teğâhün" kelimesinin başındaki ”el" takısı, kendisi ile kâmil ferde işaret edilen ahd içindir. Böylece anlam: ”Kendisinin üstünde aldanma olmayan büyük aklanma" şeklindedir.
Kâşânî şöyle der: ”Aldanma, dünyevî işlerde değildir. Çünkü o işler fanîdir, çabuk geçer, onlardan kimseye bir şey kalmaz. Bunlardan bir şey kaçsa veya birisi kaçırsa, bu hayatı bile olsa zaruretten dolayı kaçmıştır, aldanma değildir. Asıl aldanma, kaçmadığı taktirde daimî olarak kalacak olan, sahibinin sürekli yararlanacağı şeyi kaçırmaktaki aldanmadır. İşte asıl kayıp ve aldanma, orada kurtuluş ticaretinde sermayeyi ve kârı kaybetmektedir. Nitekim bir âyette şöyle buyurulmaktadır: ”...Onların hu ticaretleri kazançlı olmamış, kendileri de doğru yolu bulamamışlardır." (Bakara: 16)
Râğıb: ”Aldanma gününün,’Allah, cihad eden müminlerden canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır...' (Tevbe: 111) âyetinde işaret edilen alış verişteki aldanma açığa çıkacağı için, kıyamet günü olduğunu söyler. Belki de onlar alış verişte bıraktıklarında ve aldıklarında aklandılar," demiştir.
Âlimlerden birisine aldanma gününden maksadın ne olduğu soruldu: ”Eşya dünyadaki ölçülerinin aksine görünür," dedi.
Bir başkası da: ”O gün, kâfirin aldanması iman etmemekde, mü'min aldanması ise iyilikteki kusuru iledir." dedi.
Bir hadiste şöyle denilmektedir: ”Cennetlikler, cennette ancak bir âna hasret çekerler. O da Allah'ı anmadan geçen bir andır." (5)
Denildi ki: ”Kıyamet günü en büyük aldanmaya maruz kalacaklar üç guruptur:
1- İnsanların, öğrettiği ilimle amel ettikleri ama kendisi amel etmeyen âlim; başkaları onun ilmi sayesinde cennete girecek ama o ameli sebebiyle cehenneme girecek.
2- Bir köle ki, efendisinin malının gücüyle yani ondan yiyip içerek Allah'a itaat eder, efendisi ise isyan eder. İşte bu köle, sahibinin malı sayesinde cennete girer. Sahibi ise Allah'a isyanı sebebiyle cehenneme girer.
3- Bir çocuk ki, babasından bir mala vâris olur. Baba o malda cimrilik yapmış, Allah'a isyan etmiştir. Baba cinriliği sebebiyle cehennem girer, oğul ise hayra sarfettiği için cennete girer."
Kim kabiliyetinin nuru nisbetinde ihlâs ve sadakatle
Allah'a inanır ve imanının gereği olarak
sâlih amel işlerse... Amel, kişinin imanı nisbetinde olur. ”Sâlih amel", farz veya nafilelerden, kendisi ile Allah'ın rızası istenilendir.
Rivayet edildiğine göre: İbrahim b. Ethem, hamama girmek istedi. Hamamcı ücret istedi. İbrahim Ethem ah çekip: ”Şeytanın evine kimse ücretsiz giremiyor, ben Rahmanin evine amelsiz nasıl girerim?" dedi.
Allah kıyamet günü
onun kötülüklerini örter, bağışlar ve onlar sebebiyle onu rüsvay etmez.
Onu fazl ve keremi ile -bir görev olarak değil -amellerinin derecelerine göre
içinde ebedî kalacakları, köşklerinin ve ağaçlarının
altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte günahların bağışlanması ve cennete girmek...
Büyük kurtuluş budur. Onun dışında bir kurtuluş yoktur. Çünkü bu, en büyük helak edicilerden kurtuluşu ve iyiliklerin en üstününü elde etmeyi içermektedir.
10
İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlar ise, bu, zorunlu olarak bilinenin açıkça belirtilmesidir. ”Ayetler" den murad, ya Kuran ya da mucizelerdir. Çünkü onlardan her biri Rasûlüllahin doğruluğunun alâmetidir.
Onlar, içerisinde ebedî kalıcı olarak cehennemliktirler. Ya oranın ehlindendirler yahut da orada ebedî oldukları için, beraberlik anlamındadır. Ya da alay için onlar, mâlikler menzilesinde tutularak oranın sahipleri yerine konulmuşlardır.
O cehennem,
ne kötü bir gidiş yeridir!
Sanki bu son iki âyet, aldanmanın nasıl olacağını açıklamaktadır. Aradaki ”vav" harfi kesin anlamda beyana engel olduğu için, bu paragrafa ”sanki" denilerek söze başlandı.
11
Yaratıklara,
Allah'ın izni yani takdir ve dilemesi
olmadan mallara, çocuklara ve bedenlere dünyevî musibetlerden
hiçbir musibet gelip çatmaz. Sanki o musibet, bizatihi insana yönelmiş, isabet etmek için Allah'ın iznini beklemektedir. Bu, şu âyete aykırı değildir: ”Başınıza gelen herhangi bir musibet, ancak kendi ellerinizle işledikleriniz (yani günahlarınız) yüzündendir. (Ama) Allah çoğunu affeder." (Şûra: 30) Allah onlardan çoğundan vaz geçer, onlara ceza vermez. Konumuz olan âyetin, bu âyete aykırı olmaması iki yöndendir:
Birincisi; bu âyet günahkârlar hakkındadır. Nice musibetler var ki, sabırlarından dolayı fazla ecir almak, günahları örtmek, sevabı çoğaltmak ve benzeri başka bir şey için gelip çatar. İşte Müslümanların başına gelen musibetler bu kabildendir.
İkincisi ise, kişinin işlediği bir kötülük sebebiyle başına gelen musibetler de ancak Allah'ın izin ve iradesi iledir. Nitekim bir âyette: ”...Hepsi Allah'tandır, de..." (Nisa: 78) buyurulmaktadır. Yani icadda ve ulaştırmakta her şey Allah'tandır. Mülkünde dilediği gibi hareket eden Allah tüm eksikliklerden münezzehtir.
Kâfirler: ”Eğer Müslümanların inanç ve iddiaları doğru olsaydı. Allah onları, dünyada mallarına ve vücutlarına gelecek musibetlerden korurdu," derlerdi. Bunun üzerine Allah, bu musibetlerin, kendi takdir ve dilemesi ile olduğunu, o musibetlerin gelmesinde kendisinden başka kimsenin bilmediği hikmetler bulunduğunu açıkladı. Bu hikmetlerden birisi, kendi ellerinden bir şeyin gelmediğini yakînen bilmeleri, böylece kendi güç ve kuvvetlerine güvenmeyerek, Allah'ın güç ve kuvvetine sığınmalarıdır. Diğer bir hikmeti de, az önce geçtiği gibi musibetlere sabretmeleri ve Allah'ın kazasına rıza göstermeleri sebebiyle günahlarının örtülmesi ve sevaplarının çoğaltılmasıdır. Eğer peygamberlere ve velîlere dünya sıkıntıları ve bedenlerine arız olan sıkıntılar isabet etmeseydi, halk onlar vasıtasıyla meydana gelen mucizeler ve kerametler sebebiyle fitnelere maruz kalırlardı. Şu da var ki onların karşılaştıkları elem ve acılar, beşer olmaları hasebiyle dış varlıkları nadir, içlerine değildir. Sanki onlar, bu acı ve elemlerden korunmuşlardır. Kâfirler ve kötüler ise böyle değillerdir. Çok bağışlayıcı olan Allah'tan af ve afiyet isteriz.
Kim Allah'a iman ederse, onu tasdik eder, başına gelen musibetin ancak Allah'tan olduğuna inanırsa -Allah'a imanla iktifa edildi, çünkü asıl olan odur.-
Allah musibet isabet ettiği zaman, sebat ve Allah'a sığındığı için
onun kalbini doğruya götürür de o, sebat eder. Allah'ın takdirinden rahatsız ve razt olmamaya delâlet eden özellikler açığa çıkarmak ve sözler söylemek gibi işleri yapmaz, ve musibetle sarsılmaz, istirca' da bulunarak: ”Innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn: Şüphesiz biz Allah'a aidiz, ona dönücüyüz" der. Kim Allah'ı tanır ve O'nun, âlemlerin Rabbi olduğuna inanır. Onun takdirine inanır ve belâlarına sabreder.
"Kalbini doğruya götürür" den maksat bazı âlimlere göre şudur: ”Onu kesin bilgiye ulaştırır. Öyleki, başına gelecek olanın mutlaka geleceğini, başına gelmiyecek olanın da ona isabet etmiyeceğini bilir. Allah'ın takdirine razı, hükmüne teslim olur."
Bir başka görüşe göre ise bu sözden maksat: ”Taat ve hayrı artsın diye ona lütfeder ve kalbini açar anlamındadır."
Allah her şeyi, emrine boyun eğen kimsenin teslimiyeti, emrine boyun eğmeyi istemeyeni çirkin görmesi, kalbin âfetleri ve âfetlerden kurtulması gibi şeyleri
bilendir. Kalpler ve onların hallerine ait şeyler de bu cümledendir. Mü'minlerin imanını ve onun ihlâsını bilir, kalbini anılan doğruya götürür.
12
Allah'a kölenin efendisine itaat ettiği gibi, emrettiği şeylerde
itaat ediniz. Allah'tan getirdiği şeylerde
Peygambere itaat ediniz. Yani musibetler, sizi ona itaattan, kitabı ile amelden, Rasûle itaat ve sünnetine uymaktan alıkoymasın. Gayretinizin büyük kısmı, sevinç ve sıkıntı anlarında sizin için konulmuş olan şeylerle amel olsun. ”İtaat ediniz" emri, keyfiyette iki taat arasında fark olduğunu bildirmek ve hemen sonra gelen yüz çevirmenin yerini açıklamak için tekrarlanmıştır.
Eğer (bundan), Rasûle itaattan
yüz çevirirseniz biliniz ki Rasûlümüze düşen sadece apaçık bir tebliğdir. Bu, anılmamış olan cevabın gerekçesidir. Anlam şudur: ”Eğer yüz çevirirseniz, önemi yok. Çünkü ona düşen, sadece açık bir tebliğdir. Bunu da yeterince yapmıştır."
Âyette, ”Rasûlümüze" şeklinde Allah'a raci olan zamire Rasûlün izafe edilmesi Hazret-i Peygamberin şerefini ifade, onun görevinin sadece tebliğ olduğu hükmünü beyan ve ondan yüz çevirmenin kötülüğünü bildirmek içindir.
13
Allah odur ki gerçekte
kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur.
Mabudluk başkasının değil, sadece O'nun hakkıdır. O, doğruyu buldurmaya da, yoldan çıkartmaya da muktedirdir. Yol gösterme ve saptırmada O'nun ortağı yoktur. Bu konuda, peygamberin elinde de bir şey yoktur.
Mü'minler ne ortak olarak ne de tek başına, başkasına değil
sadece Allah'a dayanıp güvensinler. Kalplerinin iman üzere kalmasında, musibetlere karşı sabretmekte sadece O'na dayanıp güvensinler. Biraz önce ”Allah" ismi celâli zikredikliği için, burada uygun olanı, Allah'a raci bir zamirin kullanılması idi. Ama tevekkülün sebebini hissettirmek ve onu emretmek için açıkça söylendi. Çünkü ilâhlık, tümüyle Allah'a ait olmayı, kişinin kendisini tümüyle ona vermesini, başkaları ile ilgiyi bir çırpıda kesmesini gerektirir.
Âyeti kerime, Rasûlüllahi ve mü'minleri imanda sebat etmeye, Allah'a güvenmeye ve bu güveni artırmaya teşvik etmektedir. Ta ki Allah, yalanlayanlara, taatten ve dinin hükümlerini kabulden yüz çevirenlere karşı, onlara yardım etsin.
"Tevekkül," Allah'ın katmdakine güvenmek, insanların el indeki nden umudu kesmektir. Ayetteki emir, tevekkülün vacip olduğunu ifade eder. Oysa bu, insanların çoğunda yoktur. Buna göre tevekkül etmeyenlerin âsi olmaları gerekir. Ama, burada emredilen aklî tevekkül olsa gerektir. O da: kulun, dünyevî ve uhrevî arzularından her arzusunun -sebep oluşu inancına bakarak, nefis başkasına yönelse ve başkalarından beklese bile- sadece Allah tarafından olduğuna inanması, husulüne güvenmesi, Ondan beklemesidir. Allah, tüm sebeplerin yaratıcısıdır.
14
Ey gerçek anlamda
iman edenler! Eşlerinizden ve -eş, hem karıya hem de kocaya şamildir.- Kız ve erkek
çocuklarınızdan size açıkça olmasa bile Allah'a taatten alıkoyan
düşman olanlar vardır. Çünkü düşman, zatıyla değil, fiiliyle düşman olur. Eş ve çocuk, düşmanın yaptığını yapınca o da düşmandır. Kul ile Allah'a taatin arasına girmekten daha kötü bir şey yoktur. En katı tuzak, dinde olandır. Çünkü onun zararı, dünyadakilerin zararından daha şiddetlidir.
Denildi ki: ”Düşmanın, kendisi ile karşılaşıp öldürdüğün ve buna karşılık Allah'ın sana ecir verdiği değildir. Düşmanın en azgını, içindeki nefsin, aynı yatağa birlikte yattığın karın ve sulbünden olan çocuğundur. Allahü teâlâ âyette eşleri, çocuklardan daha önce zikretti. Çünkü onlar, çocukların aslıdırlar. Ayrıca onlar şehvet mahalli oklukları için insanların kalplerine daha yakındırlar. Onları Allah'a ibadet etmekten daha çok meşgul ederler. İşte bu yüzden şu âyette de Allah, eşleri daha önce zikretmiştir: ”İnsanlara kadınlardan, oğullardan, ...gelen zevklere aşırı düşkünlük süslü gösterildi..." (Al-i İmrân: 14)
Ayetteki ”eşlerinizden" sözü, erkeğe de şamildir. Karısı ve çocukları erkeğe düşman olduğu gibi, koca da kadına düşmandır. O halde buradaki hitap erkek ve kadın tüm Müslümanlara yöneliktir. Genelleme yoluyla erkekler için olan şekil kullanılmıştır.
Onlardan sakının. Sakınmak, korkutucu bir şeyden uzak durmaktır. ”Onlar" düşmanlardır. Âyette kastedilen şudur: ”Nefislerinizi, onları aşırı sevmekten, onlara bağlanmaktan, onlarla perdelemekten koruyunuz. Onların haklarını, Allah'ın haklarından üstün tutmayınız." Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: ”İdarecileriniz hayırlılarınız, zenginleriniz cömertleriniz, işleriniz aranızda danışma ile olduğu zaman sizin için yerin üstü altından daha hayırlıdır. Ama idarecileriniz kötüleriniz, zenginleriniz cimrileriniz, işiniz de kadınlarınızın elinde olursa o zaman da yerin altı sizin için üstünden daha hayırlıdır." (6) Kadınlar hakkında: ”Onlara danış, dediklerinin aksini yap," denilmiştir. Ancak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hudeybiye andlaşması olayında Ümmü Seleme ile istişare etmiştir. Bu, aklı başında kadınlara danışmanın cevazına ve Ümmü Seleme'nin fazilet ve akıllılığına delildir.
6- Hadisi Tirmizî, Fiten'de rivayet etmiş ve ”garib bir hadistir" demiştir. Bkz. Câmiu'l-Usûl. 10/41, el-Fethu’l-Kebîr, 1/146.
Hatta İmâmül-Harameyn: ”Bir görüş beyan edip de isabet eden Ümmü Seleme'den başka kadın görmedim," demiştir.
Bazı âlimler, Mûsa (aleyhisselâm) konusunda Şuayb (aleyhisselâm)in kızını da istisna etmişlerdir. (7)
7- Bu, babasına koyunları gütmesi için Hazret-i Mûsa'yı tutmasını işaret ettiği zamandır. Şöyle demişti: ”Babacığım onu ücretle tut. Çünkü ücretle tutacağın en iyi kimse güçlü ve güvenilir olandır." (Kasas: 26)
Anlatıldığına göre Husrev balık yemeyi severdi. Birgün Şîrin'le birlikte selâmlıkta oturuyordu. Bir balıkçı, elinde büyük bir balıkla gelip balığı Husrev'in önüne koydu. Husrev buna çok memnun oldu. Balıkçıya dört bin dirhem verilmesini emretti. Bunun üzerine Şîrîn: ”Çok kötü ettin. Çünkü sen bundan sonra bir askerine bu kadar para versen onu azımsayacak ve bana bir avcıya verdiğini verdi diyecek," dedi. Husrev: ”Çok doğru söyledin. Ama kralların, verdikleri hediyeleri geri almaları yakışmaz," dedi. Şîrin: ”Balıkçıyı çağır, bu balık erkek mi dişi mi, diye sor. Eğer erkek derse biz dişisini istemiştik, dişi derse erkeğini istemiştik, de" dedi. Balıkçı çağrıldı, geri geldi. Kral: ”Bu balık erkek mi dişi mi?" dedi. Balıkçı: ”Bu balık hünsâ (çift cinsiyetli)" dedi. Husrev cevaba güldü, bir dört bin dirhem daha verilmesini emretti. Adam sekiz bin dirhemi alıp yanındaki dağarcığa koydu, omuzuna aldı. Çıkmaya yeltendi. Ama dağarcıktan bir dirhem düştü. Balıkçı dağarcığı koydu, eğildi ve dirhemi aldı. Kral ve Şirin adama bakıyorlardı. Şirin, krala: ”Adamın hasisliğini ve seviyesizliğini gördün mü? Bir tek dirhem düştü, omuzundaki sekiz bin dirhemi koydu, o bir dirhemi eğilip aldı. Onu bırakamadı" dedi. Kral öfkelendi: ”Doğru söyledin Şirin," dedi. Balıkçının döndürülmesini emretti. Adam gelince: ”Ey alçak! sen insan değilsin. Bu bir tek dirheme hırs ne?" dedi. Balıkçı yeri öptü ve: ”Ben bu dirhemi benim yanımdaki değerinden dolayı yerden almadım. Ama onun bir yüzünde kralın adı, öteki yüzünde de resmi var. Birisinin gelip de bilmeyerek üstüne basmasından, bunun da kralı ve resmini küçümseme sayılmasından korktum," dedi. Kral bu cevabı da çok beğendi ve dört bin dirhem daha verilmesini emretti. İnsanlar içinde, kadınlara asla uymamalarını ve onların görüşüne göre hareket etmemelerini vasiyet etti.
Anlatıldığına göre İsrail oğullarından bir adam Hazret-i Süleyman'a geldi ve: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Bana hayvanların dilini öğretmeni istiyorum," dedi. Hazret-i Süleyman: ”Eğer hayvanların dilini öğrenmek istiyorsan öğretirim. Ama bunu birisine söylersen anında ölürsün," dedi. Adam: ”Kimseye söylemem." dedi. Bunun üzerine Süleyman (aleyhisselâm): ”Haydi öğrettim," dedi.
Bu adamın bir öküzü ile bir eşeği vardı. Gündüzleri onlarla çalışır, geceleri yem verirdi. Birgün otu önlerine koydu. Eşek öküze: ”Bu gece akşam yemeğini bana ver. Böylece sahibimiz senin hasta olduğunu sanır ve çalıştırmaz. Ertesi gece de yiyeceğimi ben sana veririm," dedi. Öküz başını samanından kaldırdı. Adam güldü. Karısı: ”Niçin gülüyorsun," dedi. Adam: ”Bir şey yok," dedi. Ertesi gece adam eşeğe ve öküze yemlerini verdi. Öküz: ”Bana olan borcunu öde. Ben aç ve perişan akşamı zor ettim." dedi. Eşek: ”Sen durumun ne olduğunu bilmiyorsun", dedi. Bunun üzerine öküz: ”Ne?" diye sordu.
Eşek: ”Dün sahibimiz kasaba gidip: ’Öküzüm hasta, iyice zayıflamadan onu keseceğim.' dedi. Onun için sen bu gece de sabret. Yemediğini yine bana ver. Böylece sabahleyin kasap geldiğinde seni zayıf bulur ve kesmez. Sen de ölümden kurtulursun. Ama akşam yemeğini yersen, karnın doyar. Korkarım ki seni semiz sanıp keser. Ben sonra iki gece verdiğin borcu öderim," dedi. Öküz yine basını yeminden kaldırıp yemedi. Adam güldü. Kadın:
-"Niçin gülüyorsun? Bana söyle, yoksa beni boşa," dedi. Adam: ”Neye güldüğümü söylersem anında ölürüm," dedi. Kadın: ”Ben anlamam," diye tutturdu. Adam: ”Bana bir kağıt kalem getir de vasiyetimi yazayım. Sonra sana söyleyeyim ve öleyim," dedi.
Kadın kağıdı kalemi verdi. Adam vasiyetini yazarken kadın, köpeğe bir ekmek parçası attı. Horoz daha çabuk davranıp ekmeği gagasına aldı. Köpek: ”Bana zulmettin," dedi. Horoz: ”Sahibimiz ölmek istiyor. Sen matem yemeğinden doyarsın. Biz ise üç gün kümesimizde kalırız. Kimse kapımızı açmaz. Eğer adam karısını razı etmek için ölürse Allah ona kızar ve rahmetinden uzaklaştırır. Benim dokuz tane karım var, hiçbirisinin sırrımı sormaya gücü yetmez. Onun yerine ben olsam kadını ölünceye veya tevbe edinceye kadar döverim. Bundan sonra da kadın hiçbir sırrım soramaz," dedi. Bunun üzerine adam bir sopa aldı ve kadını, tövbe edinceye kadar dövdü.
Bu hikâyede alınacak dersler ve ibretler vardır.
Âyetteki ”eşlerinizden" sözcüğündeki ”den" mânâsını veren ”miri" harfi teb'îzıyyedir. Yani ”eşlerinizden bazıları" anlamındadır. Onlardan düşman olmayanlar da vardır. Nitekim bir hadiste Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”Dünya bir metadır. Onun en hayırlı metâıda sâliha kadındır."(8)
8- Hadisi Müslim ve Nikâh'la Nesâî rivayet etmişlerdir. 6/69. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 11/428.
Bir başka hadisin meali de şöyledir: ”Mümin, Allah'tan korkmaktan sonra, kendisi için sâliha bir eşten daha hayırlı bir şeye sahip olmamıştır. Ona bir şey emretse itaat eder, kendisine baktığında içini açar, onun üzerine yemin etse yeminini bozdurmaz. Uzak bir yere gitse ırzı ve malında samimi davranır." (9) Eğer kadın bu özellikleri taşırsa, o, değerlidir, mübarektir. Aksi halde uğursuzdur, kötüdür.
9- Hadisi İbn Mâce, Ebû Ümâme'den tahric etmiştir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr. 3/79.
Eğer dünya işlerine bağlı olmak veya din işlerinden olsa da tevbe edilmiş olmak suretiyle affı kabil olan suçlarını siz
affeder, kınamamak ve azarlamamak suretiyle
kusurlarına bakmaz, hataları gizleyip özürlerini kabul ederek
bağışlarsanız, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir. Size onlara yaptığınız muamelenin benzeri ile muamele eder. Size ihsan eder.
Bu âyet, Avf b. Mâlik el-Eşcaî hakkında nazil olmuştur. Onun eşleri ve çocukları vardı. Bir savaşa gitmek istediği zaman onu ağlatırlar, açındırırlar, yumuşatırlardı. Ona: ”Bizi kime bırakıyorsun?" derler, o da üzülür gitmezdi.
Meşhur bir şâir olan Hutay'e, yola gitmek istedi ve karışma şöyle dedi:
Benim yokluğumda seneleri say ve sabret. Aylan bırak çünkü onlar kısadırlar.
Karısı da şu karşılığı verdi:
Sana olan aşkımızı ve sevgimizi hatırla.
Kız çocuklarına acı, şüphesiz onlar çok küçükler.
Denildiğine göre müminlerden bazıları Mekke'den göç etmek istediler. Onlara eşleri ve çocukları engel olup, Mekke'de kalmalarını hoş göstermeye çalıştılar. Onlara: ”Memleketinizi, sülâlenizi, mallarınızı bırakıp da nereye gidiyorsunuz?" dediler. Adamlar onlara öfkelenip: ”Eğer Allah bizi hicret yurdunda toplarsa, size hayır yapmayız," dediler. Hicret ettiklerinde onlara hiç hayır yapmadılar, iyilikte bulunmadılar. Bunun üzerine onlar, affetmeye ve tekrar iyilik yapmaya teşvik edildiler.
Af ve bağışa teşvikte, onlardan sakınmayı emirden maksadın, onları tümden terketmek ve onlarla birlikte oturup birlikte olmaktan yüzçevirmek olmadığına işaret vardır. Nasıl öyle olsun ki? Kadınlar dünyadaki en büyük nimetlerdendirler. Alemin düzeni onlarladır. Eşler olmasaydı peygamberler, velîler, âlimler ve sâlihler olmazdı. Şüphesiz tüm mahlukat onlar için yaratılmıştır. Allahü teâlâ şu âyetinde nimeti hatırlatarak kullarına iyilikte bulunduğunu belirtmiştir: ”Kendilerinde huzur bulmanız için size kendi (cinsi) nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet meydana getirmesi de O'nun alâmetlerindendir" (Rûm: 21)
Bu anlatılanlar Hazret-i Peygamberden rivayet edilen: ”Dünyadan sakınınız, kadınlardan sakınınız," hadisine benzer. Sakınma emri, onlarla muaşeretten meydana gelecek zararlardan sakındırın aktır. Onları tümüyle terken nek değildir. Kişi, hayatta olduğu sürece dünyada tümüyle terkedilmez. Ancak ona sarılıp kalmaktan ve Allah'ı sevmekten alıkoyan sevgisinden yasaklanır. İşte kadınlar da böyledir. Allahü teâlâ işte bu sebeple Hazret-i Peygambere kadınları sevdirmiştir? Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: ”insan öldüğü zaman üç grup hariç, ameli kesilir. Onlar; sürekli sadaka, faydalanılan ilim ve kendisi için dua eden sâlih oğul." (10) Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber sâlih evlâda teşvik etmiş, onu dünyadan saymamış, aksine dünyada kalıcı olan hayır saymıştır ki onunla ikinci ömür hasıl olur.
10- Hadisi Buharı, Edepte: Müslim de Ebû Hureyre'den merfü olarak rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 1/154.
15
Mallarınız ve çocuklarınız sizin için
sadece bir fitnedir. Bir imtihan, belâ ve sıkıntıdır. Sizi hiç hesaba katmadığınız yönlerden günaha ve cezaya düşürürler. Âyette hasr ifadesi olan ”innemâ" kelimesi kullanılmıştır. Çünkü çocuklar ve malların tümü fitnedir. Çünkü insanın bir mala ve çocuğa her yönelişinde fitneyi içeren ve kalbi meşgul eden bir durum mutlaka ortaya çıkar. Âyette önce malların sonra çocukların anılması, alçaktan yükseğe çıkmak kabilindendir. Zira çocuklar kalbe, maldan daha çok bitişiktirler. Çünkü babaların parçalarıdırlar. Mal ise böyle değildir. O vücûda tabidir, onun mülhakâtındandır.
Allah'ın sevgisini ve tâatini, evlât ve mal sevgisine ve onların iyiliğini temine tercih edenler için
büyük mükâfat vardır. Bu
ise Allah'ın yanındadır. Allah insanları, ayıplarını söylemek suretiyle dünyadan uzaklaştırmış, nimetlerini zikrederek de âhirete heveslendirmiştir.
İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Sizden biri, Allah'ım beni fitneden koru, demesin. Çünkü sizden malına ve çocuğuna dönen herkes onların fitneyi içerdiğini görür. Bu yüzden: Ey Allah'ım! Ben fitnelerin sapıtanlarından sana sığınırım, desin." (11)
11- İbnu'l-Münzir ve Taberanî, İbn Mes'ud'dan mevkuf olarak rivayet etmişlerdir. Suyûtî, el-Fethu'l-Kebîr, 6/288.
Mişkâtu'l-Mesâbih'teki bir rivayet şöyledir: ”Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) insanlara hitabede bulunuyordu. Hasan ve Hüseyin çıkageldiler. Üzerlerinde kırmızı birer gömlek vardı. Yürüyorlar ve düşüyorlardı. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) minberden indi, onları önüne aldı, sonra da: ”Mallarınız ve çocuklarınız sizin için sadece fitnedir," buyuran Allah doğru söyledi. Şu iki sabinin düşe kalka yürüdüklerini gördüm, sabredemedim. Konuşmamı kesip onları kaldırdım." buyurdu. Sonra da konuşmasına devam etti. (12)
12- Hadisi Ahmed b. Hanbel, Ebû Davud ve Tirmizî rivayet ettiler. Tirmizî ”hasen garib" dedi. Ayrıca İbn Mâce ve Hâkim rivayet etti. Hâkim de sahih olduğunu söyledi. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 1/154.
İbn Atıyye: ”Bu ve benzerleri fâzılların fitneleridir. Cahil fasıkların fitilci eri ise helak edici her türlü fiile götürür" der.
Denildiğine göre, kıyamet günü insanlara ilk yapışacak olanlar ailesi ve çocuklarıdır. Adamı Allah'ın huzurunda durdurup: ”Ey Rabbimiz ondan hakkımızı al. Çünkü o bize bilmediğimizi öğretmedi. Bize bilmediğimiz halde haram yedirirdi," derler. Onlar için kısas yapılır. Ailesi adamın hasenelerini alır, kendisine bir şey kalmaz.
16
O halde gücünüz yettiğince Allah'tan korkun. O'ndan korkmakta, ve O'na karşı gelmekten kaçınmakta tüm gayretinizi sarfedin.
Bilginlerden biri şöyle demiştir: ”Yani eğer bunları bilip öğüt aldınızsa Allah'ın sizi işlerinin idaresinden ötürü hesaba çekmesine sebep olacak şeyleri yapmaktan sakınınız. Yapmak veya yapmamak konusunda Allah'ın emrine zıt düşecek şeyleri yapmayınız."
Bu âyet, ”.Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun..." (Âl-i İturan: 1.02) âyetini neshetmiştir. Bu, Müslümanlar ayakları şisinceye, alınları yara oluncaya kadar namaz kılmak suretiyle gerektiği gibi sakınmak kendilerine ağır gelince olmuştur. Bu âyet, Allah'ın kullarına kolaylık olsun diye inmiştir.
İbn Abbas'tan bir rivayete göre ise bu, muhkem bir âyettir. Onu nesneden bir âyet yoktur. Herhalde İbn Abbas bu iki âyeti birlikte düşünerek: ”Allah'tan gücünüz yettiğince nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun. Takva ile nitelenmek için tüm gücünüzü sarfedin. Çünkü o Allah hiçbir nefsi kaldıramayacağı şeyle mükellef tutmaz," demek suretiyle âyetlerin arasını cem etmiştir.
Takvanın hakkı (olması gereken şekil) ”takva" denilmeye en lâyık olan fiildir. Bu da takvanın, kişinin takatinin üstünde olmasını gerektirmez.
(Öğütlerini) dinleyin, emirlerine
itaat edin, size rızık olarak verdiği şeylerden harcanılmasını emrettiği yerlerde sırf onun için
kendi iyiliğinize olarak harcayın. İbn Abbas'tan, buradaki harcamaktan muradın, zekât olduğu rivayet edilmiştir. Ama zahire göre bu, tüm harcamalara şamildir. Aslında hayır yolunda harcamak da itaatin şumûlündedir. Ama anlaşılan o zaman infaka fazlaca ihtiyaç vardı ki o da özel olarak zikredilmiştir. Ayrıca mal, canın yongasıdır. Nefsin sevgilisidir. Bu yüzden birçok yerde mal, evlâttan daha önce anılmıştır.
Âyetin ”kendi iyiliğinize olarak" diye terceme edilen bölümü, anılan emirlere imtisale teşvik için te'kid ve onların kendileri için mallardan, çocuklardan ve içinde oldukları dünya debdebesi ve şehvete düşkünlükten hayırlı olduğunu açıklamaktır.
Kim nefsinin cimriliğinden korunursa yani Allah kimi nefis çamurundaki rezil cimrilikten korursa
işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Yani tüm gayelerine ulaşırlar. Kişinin: ”Ben hakkımı alırım, ondan zerresini bırakmam," demesi cimrilik olarak ona yeter.
17
Eğer mallarınızı Rabbin tayin ettiği yerlere sarletmek suretiyle
Allah'a gönül hoşluğu ile yani ihlâs ve gönülden
ödünç verirseniz...
Harcamayı, ödünç vermek diye ifadelendirmekte, onu, zengin olan hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'a bağlamakta. Allah'ın hüsnü kabul ve rızasına ve onun zayi olmayacağına işaret vardır. Bu, Allah yolunda harcayanın, harcamasının bereketi ile hakettiğinin tümünü alacağına müjdedir.
Onu sizin için kat kat artırır yani size ecrini kat kat verir. Bire karşılık zamanlara, durumlara ve niyetlere göre dileği gereği on, yetmiş, yedi yüz ve hatta daha fazla yazar.
Ve sizi Allah yolunda harcamanızın bereketiyle hatalarınızı ve bazı günahlarınızı
bağışlar. Allah aza, az tâate
karşı çok verendir. Ya da şükrüne karşılık kulunu mükâfatlandırır. Buna göre, şükrün karşılığına da şükür denilmiştir. Yahut da iyi fillerini ve tâatini anmak suretiyle kullarına karşı övgüsü çok anlamında Allah şekûrdür, demektir. ”Şükür", iyilik yapanı, iyiliklerini anarak övmektir. Bu son mânâ İmam Kuşeyrî'nin tercih ettiğidir. ”Şekûr" şükreden anlamındaki ”şâkir" in mübalâğasıdır.
Alimlerden birisine: ”Şükredenlerin en çok şükredeni kimdir?" diye soruldu. Şu karşılığı verdi: ”Günahlardan temiz olan ama kendisini günahkârlardan sayan, farzları eda ettikten sonra çok nafile kılan ama kendisini kusurlu sayan, dünyadan çok aza razı olan ama kendini dünyaya rağbet edenlerden addeden, zamanını Allah'ı zikre ayıran ama kendisini gafillerden kabul eden ve amele istekli olan fakat kendisini müflislerden sayandır. İşte şükredenlerin en çok şükredeni budur."
Allah'ın şekûr (çok sena eden) olduğunu bilenin, şükrünü ihmal etmeyip gayretli olması, O'na hamdetmede kusur etmeyip devam etmesi onun ede bindendir.
Şükür birkaç kısımdır:
1- Bedenle şükür: O, organlarını tâatın dışında bir şeyde kullanmamandır.
2- Kalple şükür: Kalbini, Allah'ın zikri ve marifeti dışında bir şeyle meşgul etmemelidir.
3- Dille şükür: Onu Allah'ın senası ve medhi dışında bir şeyle kullanmamandır.
4- Malla şükür: Malı. Allah'ın rızası ve muhabbeti dışında bir yere sarf etmemelidir.
Cezalandırmakta da günahlarınıza, cimriliğinize ve benzerlerine rağmen
acele etmeyendir. ”Halım"dir, cezalandırmakta acele etmez, öyle ki cahil Onun bilmediğini sanır. Günahı açığa vurmaz, gafil O'nun görmediğini zanneder.
İmam Gazâlî şöyle demiştir: ”Halım, âsilerin günahını müşahade eden, emre muhalefeti gören ama öfkelenmeyen, hiddet göstermeyen, -gücü yettiği halde- intikam peşinde koşmayandır." Nitekim bir âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: ”Eğer Allah, insanları yaptıklarına karşılık hemen sorguya çekseydi, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı..." (katır: 45)
18
Gizliyi de aşikârı da bilendir. Hiçbir gizli O'na gizli kalmaz. Gizlinin aşikârdan önce anılması, gayb âleminin daha genel ve onu bilinenin, bilgi açısından daha mükemmel olu şundandır.
Üstündür, hikmet sahibidir. Kudret ve hikmetinde üstün, mülkünde muktedir, sanatında hikmet sahibidir.
Allah'ın yardımı ile Teğâbün Sinesinin tefsiri sona erdi.