KUR'AN-I KERİM MEALİ | BAKARA SURESİ




Medine döneminde inmiştir. Kur'ân-ı Kerîm’in en uzun sûresi olup 286 âyettir. Sûreye isim olan ve sığır manasına gelen “Bekara” kelimesi, 67-73. âyetlerde geçmektedir.
Sûrede başlıca Münafıklar, Yahûdiler ve Hıristiyanlar gibi farklı inanç grupları; îman, namaz, oruç, hac, sadaka gibi ibadetler; nikâh ve talâk gibi aile hayatıyla ilgili hüküm ve uygulamalar anlatılmakta; borç verme ve dua etme konusunda ölçüler bildirilmektedir.
Rahmân (ve) rahîm (olan) Allah’ın ismiyle.
2/1. Elif, Lâm, Mîm1.
1 (Sûrelerin başında olan bu harflere, mukatta’a harfleri denir. Bunların tam ve doğru manasını ancak Allahü teâlâ bilir. Selef âlimleri bu harflere bir mana vermezken, sonradan gelen âlimler, Müslümanları şer grupların sapıklığından koruyabilmek için bunlara, İslâm’ın temel esaslarına uygun bazı manalar vermişlerdir. Bk. Kurtubî ve Râzî.)
2/2. İşte bu, o Kitap’tır ki, kendisinde (Allah katından gönderilmiş olduğunda) hiçbir şüphe yoktur. (O,) müttakîler (takva sâhipleri ki, dinin emirlerini yapan ve yasaklarından kaçan Müslümanlar) için bir hidâyet (kaynağı, eğri yollardan kurtarıcı ve Allahü teâlâ’nın râzı olduğu yolu gösterici)dir.
2/3. O (takva sâhibi) kimseler ki, onlar gaybe (Allah’ın varlığına, birliğine; meleklerine; kaza ve kadere; âhiret günü ve benzerlerine görmeksizin) inanırlar, (beş vakit) namazı (emredildiği şekilde dosdoğru) kılarlar ve onlara verdiğimiz rızıklardan (hayır yolunda ailelerine, yakınlarına, komşularına ve diğer hak sâhiplerine) harcarlar.
2/4. O (takva sâhibi) kimseler ki, sana gönderilen (Kur’ân’)a ve senden önceki peygamberlere gönderilen (Tevrât, İncîl, Zebûr ve sahîfe)lere îman ederler ve âhirete de şüphesiz yakînen îman ederler.
2/5. İşte onlar, Rablerinden olan hidâyet (hak yol) üzerindedirler ve kurtuluşa erenler (azaptan kurtulup cennete ve sonsuz saâdete kavuşanlar) işte onlardır!
2/6. (Ey Resûlüm,) şüphe yok ki, (tebliğ etmiş olduğun İslâm’ı kabul etmeyip şirkte ısrar eden Ebû Cehil, Ebû Leheb ve arkadaşları gibi) kâfirleri, (îmansızlığın cezası olan azap ile)korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir, îman etmezler.
2/7. Allah, onların (âyetlerimizi inkâr etmeleri ve yalanlamaları sebebiyle) kalplerine ve kulaklarına (gözle görülemeyen) mühür vurmuştur. (Îmansızlıklarından dolayı) onların gözlerinin üzerinde de (hakkı görmelerine engel olan) bir perde vardır. Büyük bir azap, onlar içindir!
2/8. İnsanlardan öyleleri vardır ki, îman etmedikleri hâlde “Biz Allah’a ve kıyâmet gününe inandık.” derler.
2/9. (İçlerindeki küfrü gizleyip mü’min görünerek akıllarınca güya) Allah’ı ve mü’minleri aldatırlar. Hâlbuki bilmezler ki, onlar ancak kendilerini aldatırlar.
2/10. Onların kalplerinde (şüphe ve nifak) hastalığı vardır. Allah da, (Kur’ân âyetlerini indirmekle) onların (şüphe ve nifak) hastalığını artırmıştır. Yalan söylemeleri yüzünden onlar için acıklı bir azap vardır.
2/11. Onlara: “Yeryüzünde (iki yüzlü davranışlarla Mü’min ve kâfirleri karşı karşıya getirerek) fesat çıkarmayın.” denildiği zaman, “(Hayır) bizler, (küfür topluluğu ile Mü’minler arasını) düzelticileriz.” derler.
2/12. Dikkat edin, onlar, ortalığı ifsat eden (karıştıran)lardır. Fakat (bozgunculuk yaptıklarını Allah’ın Peygamberine haber verdiğinin veya fesat ile arayı düzeltmeyi birbirine karıştırdıklarının) farkında değildirler.
2/13. Onlara, “İnsanların (Muhammed “aleyhisselâm”ın ashâbı olan Muhâcirler ve Ensâr’ın) îman ettikleri gibi, siz de îman edin.”, denildiği zaman, (kendi aralarında): “Biz, o sefih (itibarsız ve aşağı kimse)lerin îman ettikleri gibi îman mı edeceğiz?” derler. Doğrusu asıl sefih olanlar kendileridir; fakat bilmezler.
2/14. (O Münâfıklar) îman edenlerle karşılaştıkları zaman: “Biz de (sizin gibi) îman ettik.” derler. Hâlbuki (küfür topluluğunun reisleri olan) şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise: “Biz (dinde ve yardımlaşma konularında) sizinle beraberiz; ancak biz onlarla (mü’minlerle) alay ediyoruz.” derler.
 2/15. (Aslında her şeyi hakkıyla bilen ve gören) Allah, (vakti gelince) onları bu istihza (alay) etmelerinden dolayı cezalandırır; (kısa bir müddet) taşkınlıkları içinde başıboş dolaşmalarına mühlet verir.
2/16- İşte onlar, o kimselerdir ki, hidâyete (îmana, yakîne ve ilme) karşılık dalâleti (küfrü, şüpheyi ve bilgisizliği) satın almışlardır. (Bu durumda) onların ticareti kâr sağlamamış ve doğru yolu da bulamamışlardır.
2/17. Onların (Münâfıkların) hâli, o kimse(ler)in hâline benzer ki, (karanlık bir gecede aydınlanmak için) bir ateş yaktı(lar). Ateş çevresini aydınlatır aydınlatmaz, Allah onların nûrunu (ateşini) söndürdü ve onları karanlıklar içinde bıraktı; artık onlar görmezler. (İşte Münâfıkların hâli de böyledir: Dünyada rahat ve güven içinde olduklarını sanırlar, fakat öldükleri zaman kendilerine korku ve azap gelecektir.)
2/18. (Onlar,) sağırdırlar (İslâm’ın getirdiği hakkı işitmezler), dilsizdirler (hakkı ve hayrı söylemezler), kördürler (hidâyet yolunu görmezler), artık (bu durumda) onlar, (hak yol olan İslâm’a) dönmezler.
2/19. Yahut onların durumu, gökten (bulutlardan sağanak şeklinde) yağan yağmur(a tutulmuşların durumu) gibidir ki, o gökte (simsiyah bulutlarda) karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek(ler) vardır. (O kâfir ve Münâfıklar, şiddetli) yıldırımlardan (Kur’ân’ın hidâyet ışıklarından) ölüm (eski dinlerini bırakma ve îmana gelme) korkusu ile parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Hâlbuki Allah, (ilim ve kudreti ile) kâfirleri kuşatmıştır.
(Bu âyet-i kerîmede Kur’ân-ı kerîm’e karşı gelen kâfir ve Münâfıkların durumu, karanlık, gök gürültülü ve şimşekli bir gecede yağmura tutulmuş kimselerin hâline benzetilmiştir. Şöyle ki: Kur’ân-ı Kerîm, yağmura; yoğun karanlıklar, küfre ve îmansızlığa; gök gürültüsü, azap ve cehenneme; şimşek ve yıldırımlar, hidâyet delilleri ile cennete benzetilmiştir. Bk. Râzî.)
2.20. Neredeyse gözlerini kapıverecek olan şimşek (Kur’ân’ın hidâyet nûru) önlerini aydınlattı mı o(nun ışığı)nda (İslâm’ın bahşettiği ganimet ve nimetlerini gördükçe, emniyet içinde) yürürler, (fakat) üzerlerine karanlık çökünce (cihâd ve İslâm’ın yüklediği diğer vazifelerle karşılaşınca, karanlıkta kalanların hâli gibi) dikilip kalırlar (emir ve yasaklara uymak istemezler). Allah dileseydi elbette (İslâm’ı inkârları sebebiyle onların mânevî duygularını yok ettiği gibi, fizik ortamdaki) işitme ve görmelerini de alırdı. Şüphesiz Allah, her şeyi yapmaya kâdirdir (gücü yeter).
2/21. Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize (îman ederek ve tâatte bulunarak) kulluk ediniz ki, (şirkten ve azaptan) korunasınız.
2/22. O, öyle bir Rabb’tır ki yeryüzünü, sizin (fayda ve rahatınız) için bir döşek, semâyı (göğü) de (kubbemsi) bir bina (tavan) yaptı ve sizin için, gökten su indirdi; onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Artık siz de (bütün bunları yaratanın Allah olduğunu) bildiğiniz hâlde, Allah’a eşler koşmayınız.
2/23. (Ey Resûlüm, kâfirlere söyle:) Eğer kulumuz (Muhammed “aleyhisselâm”)(âyet âyet, sûre sûre) indirdiğimiz (Kur’ân’ın Allah katından geldiğin)den şüphe ediyorsanız, haydi, onun benzerinden siz de (fesâhat ve belâgatta ona denk) bir sûre getirin. Allah’tan başka, şahitlerinizi (putlarınızı, şair ve bilginlerinizi) de (yardıma) çağırın; eğer (“Bu insan sözüdür.” iddianızda) doğru söyleyen kimselerseniz.
2/24. Yok eğer bunu yapamazsanız (bir sûreye eş bir sûre getiremezseniz) -ki, bunu kesinlikle asla yapamayacaksınız - o hâlde (Muhammed “aleyhisselâm”ın peygamberliğini kabul ederek ve Allahü teâlâya itâatte bulunarak) yakıtı insanlar ve taşlar olan o ateşten (cehennem ateşinden) sakının. O (ateş), kâfirler için hazırlanmıştır.
2/25. (Ey Resûlüm,) îman eden ve sâlih amel (beş vakit namaz başta olmak üzere Kitap, sünnet ve akla uygun iş)ler yapanlara (şunu) müjdele: Onlar için, (ağaçları) altından ırmaklar akan (her türlü ağaç, meyva ve köşklerin bulunduğu) cennetler vardır. Kendilerine, ne zaman onlardan bir meyva rızık olarak verilse: “Bu, daha önce (dünyada) bizim yediğimiz şeydir.” diyecekler ve o rızık (şekil ve renkte dünyadakine) benzer (fakat tat ve lezzette emsalsiz) olarak kendilerine sunulacaktır. Onlar için orada tertemiz (her türlü kötü huy ve davranıştan; fena koku, kir, idrar, gâita ve hayızdan arınmış) eşler de vardır. Onlar orada ebedî (sonsuz) olarak kalıcıdırlar.
2/26. Gerçekten Allah, bir sivrisineği, hatta onun da üstünde olan (ondan daha zayıf bir varlığ)ı, (kâfirler hoş görmese ve tenkit etseler de) misal vermeyi (onunla birtakım hikmetleri açıklamayı) terk etmez. Artık îman edenler, bunun (bu misalin) Rablerinden gelen bir hakikat olduğunu bilirler. Fakat kâfirler: “Allah bu misal ile ne demek istedi?” derler. Allah onunla (o misalle), bir çoğunu (irâdelerini küfür yolunda kullandıklarından dolayı) saptırır (sapma fiilini yaratır) ve yine onunla bir çoğunu (Allah’a îman ettikleri için) hidâyete yöneltir (doğru, hak yola yönelme irâdelerini gösterdiklerinden dolayı hidâyete erme fiillerini yaratır). Verdiği misallerle Allah, ancak fâsık (hak yoldan ayrılmış ve iradelerini küfür yolunda kullanan)ları saptırır.
 (Kâfirler: “Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da arıdan, sinekten, örümcekten ve karıncadan bahsediyor. Böyle şeyler, fasîh kimselerin sözlerinde bulunmaz. Muhammed’in Rabbi, sineği ve örümceği misal getirmekten “istihya etmez [utanmaz] mı?” demişlerdir.
Buna cevap olarak yukarıdaki âyet-i kerîme inmiştir: Âyetteki “lâ yestahyî” kelimesinin sözlük anlamı “utanmaz”dır. Müfessirler bu kelimeye, Allahü teâlâ’nın sıfatlarına aykırı düşmemesi için “terk etmez” manasını vermişlerdir. Bk. Nesefî, Kurtubî, Râzî ve Beydâvî.)
2/27. Onlar (fâsıklar) ki, (kitaplarında veya Kur’ân’da yahut ezelde Muhammed “aleyhisselâm”a îman edeceklerine dâir) Allah’a söz verip bağlandıktan sonra, verdikleri sözü bozarlar. Allah’ın birleştirmesini emrettiği şeyi (peygamberlere îman ile akrabayı ziyareti) keserler. Yeryüzünde fesat çıkarır (îmandan alıkoyar ve âsi olur)lar. İşte (sonsuz olarak cehenneme düşüp) ziyana uğrayanlar onlardır!
 2/28. (Ey Resûlüm, o kâfirlere söyle:) Allah’ı(n varlığını ve birliğini) nasıl inkâr ediyorsunuz ki, siz, ölüler (annenizin rahminde birer nutfe/sperm) idiniz; sizi O diriltti, sonra (ecelleriniz gelince) sizleri yine öldürecek, sonra (kıyâmette) sizi diriltecektir. Sonra da (amellerinizin hesabını vermek için) ona döndürüleceksiniz.
2/29. O (Allah) ki, yerde ne varsa, hepsini sizin (faydalanmanız ve ibret almanız) için yarattı. Sonra semâyı (gökleri) yüksetti, onları yedi gök olarak yarattı. O her şeyi hakkıyla bilendir.
2/30. (Ey Resûlüm), bir zamanlar Rabbin meleklere:   “Ben yer yüzünde (hükümlerimi yerine getirecek) bir halife (bir Âdem) yaratacağım.” demişti. (Melekler de:) “Biz seni hamd ediciler olarak tesbih ve takdis (şanına yakışmayan sıfatları senden uzaklaştırıp seni büyüklük ve yücelikle zikir) ettiğimiz hâlde, orada fesat çıkaracak (bozgunculuk yapacak) ve kan dökecek birisini halife mi yapacaksın?” dediler.
(Melekler, ileri sürdükleri bu görüşle “Yüce Allah, bizden daha faziletli ve bilgili bir varlık yaratmaz. Halife olmaya bizler daha lâyıkız.” demek istemişlerdi. Bk. Beydâvî, Celâleyn ve Kurtubî.)
2/31. (Allahü teâlâ meleklerin bu cevabı karşısında) Âdem (“aleyhisselâm”)(yaratmış ve yaratacak olan varlıkların) bütün isimleri(ni, insanların konuştukları dilleri) öğretti. (Bir bilgisayara veri yükler gibi bütün bilgileri, beynine yükledi.) Sonra eşyayı (varlıkları) meleklere gösterip: “Eğer (“Bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini halife mi yapacaksın? Hâlbuki halife olmaya bizler daha lâyıkız.” düşüncenizde) doğru iseniz, haydi bunların isimlerini bana haber verin!” dedi.
2/32. Melekler (de): “Biz, (itirazda bulunmaktan veya senden başka birinin gaybı bileceğinden) seni tenzih ederiz (Sen yücesin ya Rabbi!). Senin bize öğrettiğinden başka, bizim hiç bir bilgimiz yok. Şüphesiz sen, her şeyi(n içyüzünü) en iyi bilensin, üstün hikmet sâhibisin (her şeyi yerli yerince yapansın).” dediler.
2/33. (Şanı yüce) Allah, (meleklerin kusurlu, âciz ve az bilgiye sâhip olduklarını göstermek için Hazret-i) Âdem’e: “Ey Âdem! Eşyanın isimlerini onlara (meleklere) haber ver.” dedi. Âdem (“aleyhisselâm”) da, onlara (meleklere), o isimleri haber verince, Allah: “Ben size demedim mi ki, göklerin ve yerin gayblerini ben bilirim. (“Fesat çıkarır ve kan döker.” görüşünüzle ilgili) açıkladığınız ve “halife olmaya kendinizi daha lâyık görmekle ilgili” gizlediğiniz şeyleri de ben bilirim.” dedi.
2/34. Bir zamanlar biz, meleklere: “Âdem’e (selâm ve saygı veya boyun eğme ve küçülme/büyüklenmeme için) secde ediniz.” dedik. İblîs hâriç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve kibirlendi. (Böylece) o kâfirlerden oldu.
2/35. Ve dedik ki: “Ey Âdem, sen ve eşin (Havva ile birlikte) cennete yerleşin, ondan (cennetin yiyeceklerinden) dilediğiniz yerde bol bol yiyin, yalnız şu ağaca (buğdaya veya üzüme yahut incire) yaklaşmayın; yoksa zâlimlerden (günah işleyerek kendine zarar vermişlerden) olursunuz!”
2/36. (Fakat) Şeytan (yemin billâh ediyorum: “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye sizi bu ağaçtan men etti.1” diyerek)onlar(ın yasaklanan ağaçtan yemelerini sağladı ve ayakların)ı kaydırdı ve onları bulundukları yer (olan cennet)den çıkardı. Biz de: “Bazınız(ın zürriyeti) bazınıza düşman olarak (yere)inin; yeryüzünde bir müddet (ömrünüzün sonuna veya kıyâmete kadar) kalıp yaşamanız lâzımdır.” dedik.
1 A’râf 7/20.
2/37. Bunun üzerine Âdem (“aleyhisselâm”), Rabbinden bir takım kelimeler (“Ey Rabbimiz, kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, şüphesiz ziyan edenlerden oluruz [A’râf 7/23].” duasını) aldı. (Bu dua ile) O’na yalvarıp tevbe etti. O da tevbesini kabul etti. Çünkü O (Allahü teâlâ), tevbeyi çok kabul eden (ve) çok merhamet edendir.
2/38. Biz onlara: “Hepiniz oradan (cennetten) inin! Yalnız (iyi bilin ki) benden size bir hidâyet (peygamber ve kitap) gelince, kimler benim hidâyetime uyarsa, artık onlar için (âhirette azap görme konusunda) bir korku yoktur ve onlar (dünyada ömürlerini boş yere harcama gibi bir pişmanlığa düşerek) üzülmeyecekler.” dedik.
2/39. (Allah’ı) inkâr edenler ve âyetlerimizi (kitaplarımızı) yalanlayanlar ise, cehennem ehlidirler; onlar, o ateşte ebedî (sürekli, sonsuz olarak) kalıcıdırlar.
2/40. Ey İsrâîl (Ya’kûb) oğulları, size verdiğim nimetimi (atalarınızı Fir’avun’un zulmünden kurtarıp onlara daha birçok nimetler verdiğimi) hatırlayın ve bana verdiğiniz (âhır zaman Peygamberine îman ve itâat) sözü(nüzü) yerine getirin ki, ben de size (cennet) vâdimi yerine getireyim. Yalnızca benden korkun!
2/41. Ve beraberinizdekini (tevhîd ve peygamberlik konusunda Tevrât’ı) doğrulayıcı olarak indirmiş bulunduğum (Kur’ân)’a îman edin, ona inanmayanların ilki olmayın; benim âyetlerimi (değiştirerek, tahrif ederek), bir kaç paraya (dünya menfaati için îman ve itâati terk etme karşılığında) satmayın ve ancak benden korkun.
2/42. Hakkı bâtılla (“Muhammed bize değil, başkalarına peygamber olarak gönderilmiştir.” diyorsunuz. Bu sözünüzle peygamberliğini kabul edip kendinize gönderildiğini inkâr ederek, doğru ile yanlışı veya Tevrât’taki bazı hükümleri değiştirip “Bu Allah’ın kelâmıdır!1” diyerek Allah’ın âyetleri ile kendi sözlerinizi) karıştırmayınız. Hakkı (Tevrât’ta âhır zaman Peygamberi Muhammed “aleyhisselâm”ın vasıflarının geçtiğini) bildiğiniz hâlde gizlemeyin.
1Bakara 2/79.
2/43. (Resûlüme îman edin ve Müslümanların namazı gibi) namaz kılın, (onlar gibi) zekât verin ve rükû eden (mü’min)lerle beraber rükû edin (cemâate devam edin).
2/44. (Ey Yahûdiler,) Siz Kitâb’ı (Tevrât’ı) okuduğunuz (onda Muhammed “aleyhisselâm”ın vasıflarını gördüğünüz veya sözle fiil arasındaki uygunsuzluğun cezasını bildiğiniz) hâlde, insanlara iyiliği (hayır yapmayı, sadaka vermeyi, ibâdet etmeyi ve Muhammed “aleyhisselâm”a tâbi olmayı) emredip kendinizi unutuyor musunuz? Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
2/45. Bir de sabır ve namazla (Allah’dan) yardım isteyin. Gerçi bu (namaz, kılındığı zaman sevap verileceğine ve terk edildiğinde herhangi bir cezanın olmadığına inanan kişilere) ağır (çok güç) gelir. Fakat huşû sâhibi (dinin emrettiği şekilde davranana, mütevâzi) olanlara öyle değil (onlara güç gelmez).
2/46. (Huşû sâhibi) o kimseler(dir) ki, Rablerine kavuşacaklarını (öldükten sonra dirileceklerini) ve sonunda (âhirette hesap vermek için) ona döneceklerini yakînen bilirler.
2.47. Ey İsrâil (Ya’kûb) oğulları, size verdiğim nimeti (atalarınızı Fir’avun’un zulmünden kurtarıp onlara daha birçok nimetler verdiğimi) ve sizi (atalarınızı) âlemlere (yaşadıkları zamanda başkalarına) üstün kıldığımı (bana itâatle şükrederek) hatırlayın.
 2/48. Bir de öyle bir (hesap) gün(ün)den korkun ki, o günde (kıyâmette) hiç kimse (bir mü’min veya bir kâfir), hiç kimsenin (bir mü’minin veya bir kâfirin) cezasını çekmez (borcunu ödemez), kimseden bir şefaat (mü’minlerden kâfirlere veya kâfirlerden kâfirlere bir yardım ve aracılık) da kabul edilmez; (azaptan kurtulmaları için kimseden) bir fidye (bedel ve karşılık) alınmaz. (O kâfirlere) yardım da olunmaz.
2/49. (Ey İsrâîl oğulları, hatırlayın ki), bir vakit sizi (atalarınızı) Fir’avun(’un) ehlinden (ona tâbi olanlardan) kurtarmıştık. Hani (onlar) size azâbın (zulmün, işkencenin) en kötüsünü reva görüyor, oğullarınızı boğazlayıp, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda (zulüm veya kurtarılmada) sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan (nimet veya sıkıntı) vardı.
2/50. Ve (yine hatırlayın ki, Mısır’dan çıkacağınız) bir vakit sizin (geçmeniz) için denizi yarıp, sizi (takibetmekte olan Fir’avun’un ordusundan) kurtarmış ve gözlerinizin önünde Fir’avun ehlini (ona tâbi olanları) boğmuştuk.
2/51. Bir zamanlar da (Peygamberim) Mûsa ile kırk gece (Tûr’da kalması ve sonunda kendisine verilecek vahiy) için va’dleşmiştik. Sonra siz onun arkasından (Mûsa “aleyhisselâm” Tûr’da iken, münâfık Sâmirî’nin yaptığı) buzağıyı (heykeli ilâh) edinmiştiniz. Böylece siz (kendilerine kötülük eden) zâlimlerden olmuştunuz.
2/52. Bundan (yaptığınız bu kötü işten tevbe ettikten) sonra (verdiğim nimetlere) şükretmeniz için yine sizi affetmiştik.
2/53. (Ey İsrâîl oğulları! Hatırlayın ki,) bir vakit biz, hidâyete ermeniz (doğru yolu bulmanız) için (Peygamberim) Mûsa’ya Kitap (Tevrât) ve Furkân’ı (hak ile bâtılı ve haram ile helâlı birbirinden ayıran deliller, hükümler) vermiştik.
2/54. O zaman (Peygamberim) Mûsa, (buzağıya tapan) kavmine: “Ey kavmim, siz buzağıyı (ilâh) edinmekle kendinize zulmettiniz. Gelin sizi âhenkli ve kusursuz yaratan (Rabbiniz)e tevbe edin de nefislerinizi (kendinizi) öldürün. İşte yapacağınız bu iş, Rabbiniz katında sizin (şirkten kurtulma ve âhiretteki hayatınız) için en hayırlıdır.” demişti. (Bu sûretle O Allah,) sizin tevbenizi kabul buyurmuş olur. Çünkü O, tevbeleri çok kabul eden (ve) çok merhamet edendir.
2/55. Bir zaman (buzağıya taptığınızdan dolayı yüce Allah’tan af dilemek ve emirlerimi dinlemek üzere Peygamberim Mûsa ile birlikte yetmiş kişi Tûra çıkdığınız)da siz: “Ey Mûsa, biz Allah’ı açıkça görmedikçe, sana asla îman etmeyiz.” demiştiniz de gözleriniz göre göre sizi yıldırım çarpmıştı (ölmüştünüz).
2/56. Sonra (nimetime) şükretmeniz için, ölümünüzden sonra sizi (tekrar) diriltmiştik.
2/57. (Tîh çölünde güneşin yakıcı sıcağından korumak için) üstünüze bulutla gölge yaptık; size kudret helvası ile bıldırcın (eti) gönderdik ve “Bu size verdiğimiz temiz ve hoş rızıklardan yiyin.” (dedik). Onlar (bu nimetlere nankörlük ederek ve onları saklayıp biriktirerek) bize değil, ancak kendi kendilerine (şükretmediklerinden dolayı) zulmediyorlardı.
2/58. Bir vakit de (Tîh çölünden çıktıktan sonra): “Şu (Kudüs) şehrine girin de nimetlerinden dilediğinizi, bol bol yiyin; kapısından (sizi Tîh çölünden selâmete çıkardığından dolayı Allah’a) secde ederek (huşû ve hudû içinde) girin ve “Hıtta (günahlarımızı bağışla)!” deyin ki, biz de hata (günah)larınızı af edelim. Biz, ihsan (iyilik ve itâat) edenlere, daha fazlasını da vereceğiz.” demiştik.
 2/59. Ne var ki o zâlimler, kendilerine söylenmiş olan o sözü (“Bizi af et!” mânasına gelen hıtta kelimesini alaya alarak buğday manasında olan), başka bir söz (hınta) ile değiştirmişlerdi. Biz de yaptıkları kötülüklerden dolayı o zulmedenlerin üzerine gökten bir azap (bir saatte 24 bin kişinin ölümüne sebep olan tâûn hastalığını) indirmiştik.
2/60. Yine bir zamanlar (Peygamberim) Mûsa (Tîh çölünde susuz kalan) kavmi için su istemişti; biz de: “(Ey Mûsa!) Âsan (değneğin) ile taşa vur.” demiştik. Bunun üzerine taştan (İsrâîl oğullarının soy adedince) on iki göze (pınar) fışkırmıştı. Her bölük (soy), kendi içecekleri pınarı bilmişti. (Onlara demiştik:) “Allah’ın rızkından (kudret helvası ve bıldırcın) yiyin, (pınarların suyunu) için; fakat kötülük yaparak yeryüzünde fesat çıkarmayın.”
2/61. (Hatırlayın ki,) bir zamanlar: “Ey Mûsa, biz, (kudret helvası ile bıldırcın etinden ibaret olan) bir çeşit yemeğe mümkün değil dayanamayacağız (bize bıkkınlık geldi); artık sen, bizim için Rabbine duâ et de yerin bitirdiği sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın.” dediniz. (Yüce) Allah (veya Mûsa “aleyhisselâm”) da: “O en hayırlı olanı (Allah tarafından ikram edilmiş olan kudret helvası ile bıldırcını), en aşağı (en değersiz) olan (sebze, kabak, sarımsak, mercimek ve soğan gibi sizin istedikleriniz) ile değiştirmek mi istiyorsunuz? (Hele şehirlerden) bir şehire inin, orada size istediğiniz (yiyecekler) var.” dedi. Onların üzerine zillet (horluk) ve yoksulluk (damgası) vuruldu ve Allah’tan bir gazâba da uğradılar. Bu, Allah’ın âyetlerini (kitaplarını, mûcizelerini ve peygamberlerini) inkâr ettiklerinden (yalanladıklarından) ve (Şa’yâ’, Zekeriyya ve Yahya gibi) peygamberleri haksız yere (zulmen) öldürdüklerindendi. İsyana daldıkları, sınırı aştıkları için bunu hak etmişlerdi.
2/62. Şüphe yok ki, îman edenler (dilleriyle îman etmiş görünen Münâfıklar veya daha önceki peygamberlere inananlar), Yahûdiler, Hıristiyanlar ve Sâbiîler (Mecûsîlerle Hıristiyanlar arasında bir kavim veya meleklere tapanlar) ki, bunlardan her kim, (Muhammed “aleyhisselâm”ın tebliğ ettiği dine göre ihlâsla, samimiyetle) Allah’a ve âhıret gününe îman eder ve (yine onun tebliğ ettiği dine göre) sâlih amel (beş vakit namaz başta olmak üzere Kitap, sünnet ve akla uygun iş) yaparsa, elbette bunların Rableri katında (îman ve sâlih amel karşılığı va’dedilen)mükâfatları vardır. Onlar için (âhirette azap görme konusunda) bir korku yoktur ve onlar (ömürlerini boş yere harcama gibi dünyada bıraktıklarıyla ilgili) üzülmeyeceklerdir (de).
2/63. (Ey İsrâîl oğulları!) Bir vakit de, (Tevrât ile amel edeceğinize dâir) sizden mîsak (kesin söz) almıştık; (Kitâb’ımı almamaya direndiğiniz için) Tûr (dağın)’ı üzerinize yükseltmiştik. (Kitâb’ı kabul edince, Tûr üzerinizden kaldırıldı. “Allah’a karşı gelmekten veya azaptan) korkmanız için, size verdiğimiz (Tevrât’ın âyetlerin)e kuvvetle sarılın (itâatte bulunun ve Kitâb’ın içindekileriyle amel edin), onda bulunanları hatırda tutun (öğrenin ve unutmayın veya hükümleri üzerinde tefekkür edin).” demiştik.
2/64. Bundan (itâat edeceğinize dâir söz aldıktan) sonra, yine yüz çevirdiniz. Eğer Allah’ın size lütfu (mühlet vermesi, hak ettiğiniz azâbı tehir etmesi ve tevbenizi kabul etmesi) ve rahmeti (afvı) olmasaydı, elbette ziyana uğrayanlar (azapla helâk olmuşlar)dan olurdunuz.
2/65. (Dâvud “aleyhisselâm” zamanında) içinizden (dünya işinin yapılmasının haram olduğu, kutsal) Cumartesi gününü (balık avlamak suretiyle) çiğneyenleri elbette bilirsiniz. İşte (bundan dolayı) biz onlara: “Aşağılık maymunlar olun!” demiştik. (Onlar maymun olmuşlardı. Üç gün sonra da hepsi helâk olmuştu.)
2/66. Biz bunu (bu azâbı), o zamanki insanlara ve sonradan gelenlere (benzeri fiilleri yapacak olanları engelleyici, onlara ibret verici) bir ceza ve müttekî (dinin emirlerini yapan ve yasaklarından kaçan mü’min)lere de bir nasihat (öğüt) olsun diye yaptık.
2/67. Bir zamanlar da (Peygamberim) Mûsa kavmine: “Allah size bir sığır (inek) kesmenizi emrediyor.” demişti. Onlar (İsrâîl oğulları): “Bizi alaya mı alıyorsun?” demişlerdi. Mûsa da: “Ben cahil (alay edici)lerden olmaktan Allah’a sığınırım.” demişti.
(Mûsa “aleyhisselâm”ın kavminde bir adam öldürülmüştü. Kâtili bilinemiyordu. Bunun üzerine İsrâîl oğulları, Mûsa Peygamberden Allah’a dua etmesini ve kâtilinin kim olduğunu öğrenmesini istemişlerdi. O da, Allah’a dua etti ve kavmine: “Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor.” demişti. İsrâîl oğulları bu emir karşısında çok şaşırmışlardı. Bunun gerçekleşmesini uzak görmüşlerdi. Çünkü Fir’avunların idâresi altında bulunan Mısırlılar, sığırı kutsal bir hayvan kabul ediyorlardı. Ona tapıyorlardı. İsrail oğulları da bu yanlış inancın etkisi altında kalmışlardı. Ancak bu emirle Mûsa “aleyhisselâm”, Allah’tan başka hiçbir varlığa tapılamayacağı inancını yerleştirmek, bâtıl inançları söküp atmak ve bir de Allah’ın izniyle ölüyü dirittikten sonra ona kâtilinin kim olduğunu söyletmemu’cizesini göstermek istemişti. Bk. Râzî ve Kurtubî.)
2/68. (İsrâîl oğulları, ne zaman ki bu emrin büyük bir iş olduğunu anlayınca:) “Bizim için Rabbine dua et de onun (sığırın) ne (kaç yaşında) olduğunu bize açıklasın.” demişlerdi. (Peygamberim Mûsa da:) “O (Yüce Allah) buyuruyor ki, o ne çok yaşlı, ne de çok genç, (yaşı) ikisi ortası(nda) dinç bir sığırdır. Artık emredilen şeyi (sığırı kesme işini) yapın.” demişti.
2/69. (Yine şöyle) demişlerdi: “Bizim için Rabbine dua et de onun ne renkte olduğunu bize açıklasın.” Mûsa (da): “O (Yüce Rabbim) buyuruyor ki, o (güzelliği ile) bakanların içini açan parlak sarı renkte bir sığırdır.” demişti.
2/70. Onlar (İsrâîl oğulları tekrar) şöyle demişlerdi: “Bizim için Rabbine dua et de onun nasıl bir şey (sığır) olduğunu (otlayan mı, iş yapan mı) bize açıklasın. (Çünkü) sığırlar, bizce birbirine benzemektedirler. İnşallah (Allah dilerse) biz, (kesilmesi istenen o sığırı) elbette bulmuş oluruz.”
(Hadis-i şerifte buyruldu: “Onlar inşallah demeselerdi, elbette sığırla ilgili emir sürekli açıklanacaktı, zorlaştırılacaktı.” Bk. Celâleyn ve Kurtubî.)
2/71. (Peygamberim Mûsa) dedi ki: O (Allahü teâlâ) buyuruyor (ki): “Yeri sürerek ve ekini sulayarak (çalıştırılmakla) ezilmemiş, ayıbı olmayan kusursuz (veya salma) ve(tüylerinde hiç) alacası bulunmayan bir sığırdır. (Bunun üzerine kavmi:) “Şimdi hakikati bize bildirdin” dediler. (Sonunda çok güç de olsa) onu (sığırı bulup) kestiler. (Fakat) az kaldı bunu yapamayacaklardı (kesemeyeceklerdi).
(Hadis-i şerifte buyruldu: Eğer [İsrâîl oğulları, “Bir sığır kesiniz.” emrine uyarak] herhangi bir sığır kesselerdi, yeterli olacaktı. Fakat kendi kendilerine şiddetli davrandılar, Allahü teâlâ da onlara karşı [emrini artırarak] şiddet gösterdi. Bk. Celâleyn.)
2/72. Hani bir zamanlar siz bir kimseyi öldürmüştünüz de onun (kâtili) hakkında birbirinizle atışmış (onu birbirinizin üstüne atmış)tınız. Hâlbuki Allah, gizlemiş olduğunuz şeyi (öldüren kişiyi) ortaya çıkaracaktı.
2/73. Biz de demiştik ki: “O (kesmiş olduğunuz) sığırın bir parçasıyla (kâtili bilinmeyen) ölüye vurun.” (Onlar da vurdular, ölü dirildi ve “Beni öldüren şu kişidir.” dedikten sonra tekrar öldü.) (İşte) böylece (her şeye kâdir olan) Allah, (bir kişiyi dirilttiği gibi bütün) ölüleri diriltir ve aklınızı kullanıp (îman etmeniz) için de size âyetlerini (kudretini açıklayan delilleri, alâmetleri ve yarattığı mu’cizeleri) gösterir.
2/74. (Ey Yahûdiler!) Sonra bunun (bu ölünün dirilmesinin) arkasından yine kalpleriniz (hakkı kabul etmediğinden) katılaştı; şimdi onlar (katılık bakımından), taş gibi, hatta daha da katıdır. Çünkü öyle taş var ki, içinden nehirler fışkırır, öylesi var ki, çatlar da bağrından su kaynar, öylesi de var ki, Allah korkusundan (Allah’ın iradesine ve emrine boyun eğmiş olarak) aşağı düşer (yuvarlanır). (Fakat sizin kalpleriniz, etkilenmez, yumuşamaz ve korkmaz.) Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir. (Ancak size bir vakte kadar mühlet verir.)
2/75. Şimdi (ey mü’minler) siz, bunların (Yahûdilerin) size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Hâlbuki onlardan bir zümre (grup) vardı ki, Allah’ın kelâmını (Tevrât’ı) işitirlerdi de ona akılları yattıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi (değiştirirlerdi).
2/76- (Yahûdilerin münâfıkları) mü’minlerle karşılaştıkları zaman: “Biz de (kitabımız Tevrât’ta Muhammed’in müjdelendiğine ve Peygamber olduğuna) inanıyoruz.” derlerdi. Birbirleriyle yalnız kaldıkları zaman, (münâfık olmayan reisleri, münâfıklık yapanlara) “Rabbiniz katında size karşı delil olarak kullansınlar diye mi Allah’ın size açıkladığını (Muhammed’e ait Tevrât’taki özellikleri) onlara (mü’minlere) anlatıyorsunuz? Bunu düşünemiyor musunuz? (Artık bundan vazgeçin!)” derlerdi.
2/77. Onlar (Yahûdilerin münâfıkları) bilmiyorlar mı ki, şüphesiz Allah, gizledikleri şeyi de açıkladıklarını da tamamen bilir.
2/78. Onların (Yahûdilerin) içinde bir de ümmî (okuma ve yazma bilmeyen)ler var ki, Kitâp (Tevrât)’ı bilmezler, bütün bildikleri (reislerinden aldıkları) birtakım yalan ve kuruntulardır. Onlar ancak zan (vehim ve cehâlet) içindedirler.
2/79. Veyl (şiddetli azap) o kimselere (olsun) ki, (değişiklik yaparak ve yalan katarak) kendi elleriyle Kitâb (Tevrât)’ı yazarlar (ve) az bir para (dünyalık) karşılığında satmak için (de), “Bu Allah’ın katındandır!” derler! (Son peygamber Muhammed “aleyhisselâm”ın geleceğine dair müjdeleri, ona ait Tevrât’taki özellikleri ve başka hükümlerini değiştirirler.) Ellerinin (Allah’ın indirdiği Tevrât hükümlerini değiştirip zıddını) yazdıklarından dolayı veyl (şiddetli azap), onlar içindir! (Rüşvet olarak hakkı verip bâtılı almak suretiyle) kazandıklarından dolayı (da)veyl (şiddetli azap), (yine) onlar içindir!
 2/80. (Peygamberleri Yahûdileri ateşle korkuttukları zaman) dediler ki: “Sayılı birkaç gün dışında bize asla ateş dokunmayacaktır.” (Resûlüm) de ki: “Allah’tan (bu hususta) bir söz mü aldınız. Şâyet öyle ise yüce Allah verdiği sözden asla dönmez. Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?
2/81. Evet (size cehennem ateşi dokunacak ve orada ebedî kalacaksınız). Kim bir günah (şirk) işler de günahı kendisini kuşatmış olursa (müşrik olarak ölürse), işte onlar, ateş ashâbı (cehennem arkadaşları)dır, orada ebedî (sürekli, sonsuz) kalacaklardır.
2/82. Îman edip sâlih amel (beş vakit namaz başta olmak üzere Kitap, sünnet ve akla uygun iş)ler yapanlar ise, onlar cennet ashâbı (arkadaşları)dır, orada ebedî (sürekli, sonsuz)kalacaklardır.
2/83. (Resûlüm hatırlat!) Bir zamanlar biz (Tevrât’ta) İsrâil oğullarından: “Allah’tan başkasına ibâdet etmeyin, ana-babaya, akrabaya, yetimlere ve miskinlere (yoksullara)ihsan (iyilik) edin. İnsanlara güzel söz (iyilik yapmalarını, kötülüklerden kaçınmalarını, resûlüm Muhammed’in doğruluğunu, insanlara sert davranmamalarını) söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin!” diye mîsak (kesin söz) almıştık. (Bu sekiz emri yerine getireceğinizi kesin olarak söylemiştiniz.) Sonra siz, pek azınız dışında, (verdiğiniz sözden) döndünüz ve siz (de atalarınız gibi)hâlâ yüz çevirmeye devam ediyorsunuz.
2/84. (Ey Yahûdiler! Yine) bir zamanlar: “Birbirinizin kanını (haksız yere) dökmeyin, birbirinizi yurtlarınızdan sürmeyin.” diye sizden mîsak (kesin söz) almıştık. Sonra siz de bunu ikrar (kabul) etmiştiniz ve sizler buna şahitsiniz (atalarınızın verdiği bu ahitleri/sözleri, şu anda duymaktasınız).
(Yahûdi Kurayza ve Nadîroğulları, Arap Evs ve Hazreç kabileleri gibi iki kar­deş (ırkdaş) kabile idiler. Ancak araları açılmıştı. Böylece Nadîroğulları Hazreç ka­bilesi ile, Kurayza oğulları da Evskabilesi ile ittifak kurmuştu. Her grup savaşta müttefikinin yanında yer alıyordu. İki taraftan biri gâlip geldiğinde, öbür tarafın yurtlarını basıyor, onları sürüyorlardı. Her iki gruptan birisi esir düştü­ğü zaman ise, iki yahûdi kabilesi birleşiyor, esir olanlar için fidye ve­rip ırkdaşlarını kurtarıyorlardı. Araplar onların bu hâlini ayıplayıp, “Niçin önce birbirinizle savaşıyor, sonra da esir düşen ırkdaşlarınızı kurtarmak için fidye veriyorsunuz?” diyorlardı. Bunun üzerine Yahûdiler, “Biz Tevrât’taki fidye ile ilgili emri yerine getiriyoruz.” cevabını veriyorlardı. “Peki, niçin birbirinize karşı savaşıyor, adam öldürüyorsunuz?” denilince de “Ne yapalım, müttefiklerimizin ezilmesinden utanıyoruz.” diyorlardı. Böylece haram kılınmasına rağmen adam öldürme, yurttan çıkarma ve günahta yardımlaşmaya ait Tevrât hükümlerine uymuyorlardı. Bk. Kurtubî, Râzî, Celâleyn ve Beydâvî.)
2/85. (Ey Yahûdiler! Kan dökmemek ve birbirinizi yurtlarından çıkarmamak üzere sizden söz aldıktan) sonra yine sizler birbirinizi öldürüyorsunuz; sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz, onlara karşı günah ve düşmanlıkta (birleşip) yardımlaşıyorsunuz, onları (memleketlerinden) çıkarmak size haram (yasak) iken (tutup çıkarıyor, sonra) eğer onlar size esir olarak gelirlerse, fidyelerini veriyor (onları esirlikten kurtarıyor)sunuz. Yoksa siz Kitâb (Tevrât)’ın bir kısmına (fidye ile ilgili hükmüne) inanıp bir kısmını (adam öldürme ve yurttan çıkarma gibi hükümlerini) inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezâsı, dünya hayatında (öldürülme, yurtlarından çıkarılma/sürgün veya cizye gibi) rezil olmaktan başka bir şey değildir? Kıyâmet gününde de (onlar) azâbın en şiddetlisine uğrarlar. (Her şeyi bilen) Allah, yaptıklarınızdan asla gâfil değildir.
2/86. İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Onlardan azap (dünyadaki cizye ve âhiretteki cezaları) hiç hafifletilmez ve onlara hiç yardım da edilmez.
2/87. Yemin olsun ki, biz Mûsa’ya Kitâb (Tevrât)’ı verdik, ondan sonra birbiri ardınca peygamberler gönderdik. Meryem oğlu Îsa’ya açık beyyineler (ölüleri diriltme, anadan doğma körü ve alaca hastalığına yakalanmış hastaları iyileştirme, gaybden haber verme gibi mu’cizeler) verdik ve onu Ruhu’l-Kudüs (Cebrâîl “aleyhisselâm”) ile kuvvetlendirdik. Her ne zaman size bir peygamber gelip nefsinizin hoşlanmadığı bir şey getirse, büyüklük taslayarak, bir kısmını yalancı sayacak, bir kısmını da (Zekeriyya ve Yahya “aleyhimesselâm” gibi)öldürecek misiniz?
(Bu âyetin manasında Muhammed “aleyhisselâm”ı öldürmek istediklerine açık bir işaret vardır. Soru, bu teşebbüslerini yüzlerine vurmak üzere ayıplamak ve kınamak ‘istifhâm-ı tevbîhî’ içindir. Bk. Râzî ve Nesefî.)
2/88. (Yahûdiler, Kur’ân-ı Kerîm’le ilgili olarak, Peygamber “aleyhisselâm”a alaycı bir tarzda:) “(Ne yapalım,) kalplerimiz perdelidir. (Senin ne dediğini anlayamıyoruz.)” dediler. Hayır, öyle değil. (Kalpler, hakkı kabul edecek şekilde yaratılmıştır.) (Yüce) Allah, (âyetlerimizi ve Resûlüm Muhammed “aleyhisselâm”ı inkârlarından (irâdelerini küfür yolunda kullandıklarından) dolayı onları lânetlemiştir (rahmetinden uzaklaştırmıştır). Onların (Abdullah ibn Selâm ve arkadaşları gibi) pek azı îman ederler.
2/89. Ne zaman ki, onlara (Yahûdlere) Allah katından, kendilerinde olanı (Tevrât’taki peygamberliği gösteren alâmetleri ve özellikleri) tasdik eden bir Kitap (Kur’ân) geldi. Hâlbuki (o gelmeden) önceleri onlar, kâfirlere karşı (Arap müşrikleri ile mücadelelerinde zor durumda kaldıklarında, “Ey Allah’ım! Onların üzerlerine, âhir zamanda gönderilecek Peygamberle bize yardım et!” diyerek, Allah’tan) fetih (yardım) isterlerdi. Fakat onlara (Tevrât’ta özelliklerini) bildikleri (Peygamber) gelince, (hasetten, hırstan ve reislik korkusundan) onu inkâr ettiler. Bundan dolayı Allah’ın lâneti, böyle kâfirlerin üzerinedir.
2/90. (Yüce) Allah’ın kullarından dilediği kimselere kendi lütfundan (peygamberlik vererek vahiy) indirmesini çekemeyerek, Allah’ın indirdiği (Kur’ân)’ı inkâr etmekle, kendilerini ne kötü bir şeye sattılar! (Kur’ân’ı verme, yani reddetme karşılığında, küfrü satın aldılar.) Bu yüzden (küfürleri sebebiyle) gazap üstüne gazâba uğradılar. Kâfirler için alçaltıcı (hor ve zelil edici) bir azap vardır.
2/91. Onlara (Yahûdilere:) “Allah’ın indirdiğine (Kur’ân’a veya diğer kitaplara) îman edin!” denilse, onlar “Biz, bize indirilene (Tevrât’a) inanırız.” deyip, ondan (Tevrât’tan)başkasını inkâr ederler. Hâlbuki o (Kur’ân), ellerinde bulunan (Tevrât)ı tasdik eden hak bir Kitap’tır. (Resûlüm) onlara (şöyle) de: “Eğer mü’minler idiyseniz, niçin daha önce Allah’ın peygamberlerini öldürüyordunuz?”
2/92- Yemin olsun ki, (Peygamberim) Mûsa size beyyineler (âsa, beyaz el, denizi yarma gibi mu’cizeler) getirdi. (O Tûr’a gittikten) sonra ardından buzağıyı (ilâh) edindiniz (ona taptınız). İşte (bundan dolayı) siz, zâlim kimselersiniz.
2/93. Bir zaman üzerinize Tûr (dağın)’ı kaldırıp sizden mîsak (Tevrât’ta bildirilenlere uyacağınıza dair kesin söz) almıştık: “Size verdiğimize (Tevrât’a) kuvvetle sarılın, (emirlerini)dinleyin (ve gereğince amel edin)!” (demiştik). “(Sözünü) işittik ve (emrine) isyân ettik.” demişlerdi. Çünkü küfürleri sebebiyle kalplerine buzağı (sevgisi, su gibi) içirilmişti (yerleştirilmişti). (Resûlüm onlara) de ki: “Eğer siz mü’minlerseniz, îmanınız size (buzağıya tapın ve Kur’ân’ı inkâr edin diye) ne kötü şey(ler yapmanızı) emrediyor!”
2/94. (Ey Resûlüm! Yahûdilere) söyle: “Eğer (iddianıza göre) gerçekten âhiret yurdu (cennet), Allah katında diğer insanlara değil de, yalnız size ayrılmışsa ve bunda samimi iseniz, (o zaman cennete kavuşabilmek için) haydi ölümü isteyin!”
2/95. Fakat onlar (peygamberleri öldürmek ve Tevrât’ı tahrif etmek, değiştirmek gibi) ellerinin yapıp öne sürdüğü işlerden dolayı, asla ölümü istemezler. (Yüce) Allah, zâlimleri hakkıyla bilir.
2/96. Yemin olsun ki, şüphesiz sen onları (Yahûdileri), insanların hayata en hırslı olanı, (hatta öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden) müşriklerden (bile) daha düşkün bulursun; onlardan her biri, bin yıl yaşamak ister. Hâlbuki (uzun) yaşatılması, onu azaptan uzaklaştıracak değildir. (Yüce) Allah, onların yaptıklarını tamamiyle görmektedir.
(Yahûdilerden İbn Sûriyya, Muhammed “aleyhisselâm”a: “Bizim atalarımız Cebrâîl “aleyhisselâm”dan çok çekti. Azapları indiren o, memleketleri batıran o! Eğer sana Cebrâîl değil de Mîkâîl “aleyhisselâm” vahiy getirmiş olsaydı, muhakkak bizler îman ederdik.” demişti. Bundan sonraki âyet-i kerimeler, bunun üzerine nâzil olmuştur. Bk. Nesefî ve Râzî.)
2/97- (Ey Resûlüm! Onlara) söyle: Her kim Cibrîl’e düşman ise, (kininden, düşmanlığından helâk olsun!) Gerçekten Cibrîl, onu (Kur’ân’ı) daha önce indirilen kitapları tasdik edici (doğrulayıcı), mü’minlere bir hidâyet (kaynağı, eğri yollardan kurtarıcı, yüce Allah’ın râzı olduğu yolu gösterici) ve (cennetle) müjdeleyici olarak indirdi.
2/98. Kim, Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cibrîl’e ve Mikâîl’e düşman olursa, bilsin ki, Allah da kâfirlerin düşmanıdır.
2/99. (Ey Resûlüm!) Biz sana, apaçık (hak ile bâtılı, haram ile helâlı birbirinden ayıran, ibret alınması için geçmiş peygamberlerin kıssalarından örnekler veren, senin hak peygamber olduğunu açıklayan) âyetler indirdik. Onları fâsıklardan (sınırı aşmışlardan, kâfirlerden) başkaları inkâr etmez. 
2/100. (O Yahûdiler,) her ne zaman (son peygamber gelince ona îman edeceklerine veya ona karşı müşriklere yardım etmeyeceklerine dâir) bir ahid (andlaşma) yaptılarsa, onlardan bir grup o ahdi (verilen sözü) bozup atmadı mı? Zaten onların çoğu îman etmez.
2/101. (Yahûdilere) Allah tarafından yanlarında bulunan (Tevrât)’ı tasdik edici (doğrulayıcı) bir peygamber (Îsa ve Muhammed “aleyhime’s-selâm”) gelince, kendilerine Kitap verilmiş bir grup, sanki onun (Tevrât’ın) Allah’ın Kitâb’ı olduğunu bilmiyorlarmış gibi, (geleceği müjdelenen ve sıfatları açıklanan Muhammed “aleyhisselâm”a îman etmeyerek Tevrât’ı) sırtlarının arkasına attılar (ondan yüz çevirdiler).
(Süleyman peygamber, aynı zamanda bir hükümdardı. Hükmettiği toprak ve varlıklar çok genişti. Süleyman peygamberin bu saltanatı, büyü yaparak kazandığını söyleyenler oldu. Yahûdiler de bu yalan iddiaya inandılar. Allah’ın kitabını bir tarafa bırakarak sihirle uğraşmaya başladılar. Zaten bazı yahûdi din adamları, Hazret-i Süleyman’ın peygamberliğine inanmayıp ona yalnız hükümdar, hatta sihirbaz gözüyle bakıyorlardı. Bk. Râzî, Celâleyn ve Kurtubî.)
2/102. (Yahûdiler,) Süleyman (“aleyhisselâm”)’ın hükümdarlığı hakkında (insan veya cinden) şeytanların okudukları (anlattıkları yalan) sözlere uydular. Hâlbuki (Peygamberim)Süleyman (büyü yaparak) kâfir olmadı. Ancak (sihri san’at edinip onu Süleyman peygambere nispet eden) şeytanlar, kâfir oldular. Çünkü onlar, insanlara sihri ve Bâbil (şehrin)deki Hârût ile Mârût isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki onlar (o iki melek): “Biz ancak bir fitneyiz (Allah tarafından imtihan için gönderildik. Kim bunu öğrenir ve uygularsa kâfir; kim bunu öğrenir, fakat uygulamaz, terkederse mü’mindir. Onu öğrenmek isteyenlere) sakın kâfir olma.” demeden hiç kimseye (sihri) öğretmezlerdi. İşte bir takım kimseler, o iki melekten, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Fakat onlar (büyücüler), Allah’ın izni (iradesi) olmadan hiç kimseye zarar veremezlerdi. Onlar (Yahûdiler ve şeytanlar),kendilerine (âhirette) fayda vereni değil de zarar vereni öğreniyorlardı. Onlar (Yahûdiler) kesinlikle bildilerki, kim onu satın alırsa (bedel olarak Allah’ın kitabı Tevrât’ı bir kenara bırakıp, insan veya cinden olan şeytanların sihirle ilgili sözlerini satın alırsa), onun âhirette (cennete girme) nasibi yoktur. Karşılığında kendilerini sattıkları şey (sihir karşılığında Allah’ın kitabı Tevrât’ı satmaları) ne kötüdür! Keşke bunu bilselerdi!
2/103. Eğer onlar (Yahûdiler), (Peygambere ve Kur’ân’a) îman edip de (sihir gibi günahları bırakarak Allah’ın azâbından) korunmuş olsalardı, elbette Allah katından (verilecek) sevap, (kendileri için) daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi!
(Resûlüllah sallâllahü aleyhi ve selem, ashâb-ı kirâm ile konuşur ve onları tenvir ve irşad ederken, bazıları “Bizi de gözet; iyi anlayalım ya Resûlallah!” manasına gelen “Râinâ ya Resûlallah” derlerdi. Yahûdiler bu lâfzı, İbrânî dilinde sövme veya çobanımız manasına gelen râînâ şekline çevirerek, onu tahkir etmeye ve küçültmeye kalkıştılar. Bk. Beydâvî, Râzî ve Kurtubî.)
2/104. Ey îman edenler! (Peygamber “aleyhisselâm” için) “Râinâ (bizi gözet veya kaba söz)” söylemeyin, “unzurnâ (bize bak)!” deyin ve (iyi) dinleyin. (Bu şekilde hakarete yeltenen)kâfirler için çok acıklı bir azap vardır.
2/105. Kâfirlerden olan ehl-i kitap da müşrikler de (kıskançlıklarından dolayı) siz (mü’minler)e Rabbinizden bir hayır (vahiy) gelmesini istemezler. Allah, rahmetini (peygamberliği) dilediği kimseye tahsis eder. Yüce Allah, büyük ihsan sâhibidir.
(Bütün müfessirler, 2/105 âyetini tefsir ederlerken, min ehli’l-kitâb”taki “min”in teb’îd için değil, tebyîn için olduğunu ifade etmişlerdir. Bu durumda mana, ehl-i kitabın bazısı değil, bütün ehl-i kitabın kâfir olduğu şeklindedir. Bk. Beydâvî, Nesefî, Celâleyn, Râzî, Elmalı ve diğerleri.
Kâfirler kelimesi “cins” olup ehl-i kitâb ve müşrikler olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bk. Nesefî.)
2/106. Biz, bir âyetin hükmünü diğer bir âyetle değiştirirsek veya unutturursak (geri bırakırsak), ondan (kullar için kolaylık veya ecir bakımından) daha hayırlısını yahut (teklif eder”ve sevapta) onun benzerini getiririz. (Yüce) Allah’ın (nesih ve değiştirme gibi) her şeye (muhakkak) kâdir (gücü yeter) olduğunu bilmedin(iz) mi? (Elbette bildiniz. Onun için Yahûdilerin bu konu ilgili söyledikleri tamamen yanlıştır.)
(Yahûdiler, İslâmiyet aleyhinde devamlı dedikodu üretiyorlardı. Bunlarından birinde: “Peygamber ashâbına önce bir şey emrediyor, sonra onu yasaklıyor; daha sonra da aksini emrediyor ve bugün söylediğinden yarın dönen Muhammed’e bakmaz mısınız?” diyorlardı. Bk. Bk. Bedâvî, Nesefî ve Râzî.
İşte bunun üzerine bu âyet ]2/106nâzil olmuştur.)
2/107. (Yine) bilmedin(iz) mi ki, göklerin ve yerin mülkü (mülkiyeti, hükümranlığı, idâresi) şüphesiz Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka ne bir koruyucu, ne de (size gelebilecek bir azâba engel olacak) bir yardımcı vardır.
2/108. Yoksa (ey Kureyşliler veya Yahûdiler yahut bütün Araplar,) daha önce (peygamberim) Mûsa’nın sorguya çekildiği gibi, siz de (Safâ’nın altın olmasını istemek gibi)peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Kim îmanı küfürle değiştirirse (indirilen âyetlere güvenini terk ederek şüpheye düşerse), şüphesiz (o), doğru (Allah’ın tâatini gösteren hak) yolun tam ortasında(n) sapmış olur.
(İmam Râzî’nin beyanına göre, Bakara sûresinin 47 ve 108 âyetleri arasındaki bütün âyet-i kerimeler, Yahûdilerle ilgilidir. Dolayısıyla bu âyet de onlar hakkındadır. Ancak bütün müfessirler, bu görüşte değildirler. Bk. Râzî.)
2/109. Ehl-i Kitap’tan birçoğu, hak (Tevrât’taki mu’cizeler, son Nebinin durumu) kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf kıskançlıktan dolayı, sizi, îmanınızdan sonra (Uhud savaşını1 sebep göstererek, “Başınıza gelenleri gör­mediniz mi? Şâyet sizin yolunuz hak olsaydı, hezimete uğramazdınız; onun için dinimize dönün.” diyerek) küfre döndürmek isterler. Allah’ın emri gelinceye kadar onları affedin (suçlarının cezasını vermeden kendi hâllerine bırakın) ve kınamadan onlardan yüz çevirin. Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla kâdirdir.
1Uhud Savaşı: 11 Şevvâl 3 H./27 Mart 625 M.
2/110. (Beş vakit) namazı (erkânına uyarak tam) kılın, zekâtı verin; kendiniz için önden gönderdiğiniz (namaz, sadaka, sıla-i rahim gibi tâatten) her hayrı, Allah’ın katında (sevâbını) bulursunuz. (Yüce) Allah, (bütün) yaptıklarınızı görür (hiçbir amelinizi, ibâdetinizi zâyi etmez ve karşılıksız bırakmaz).
2/111. (Yahûdiler ve Hıristiyanlar:) “Yahûdi veya hıristiyandan başkası asla cennete girmeyecek.” dediler. Bu (söz), onların kuruntusudur. (Resûlüm, onlara) de ki: “Eğer (iddianızda) doğru iseniz, (haydi) delilinizi getirin.”
2/112. Hayır, onların dedikleri gibi değil! (Yahûdi ve hıristiyanlardan başkası cennete girecektir.) Kim, iyilik yaparak (şirkten uzaklaşıp ihlâs sâhibi bir mü’min olarak) kendini Allah’a teslim ederse, onun ecri (amelinin mükâfatı olan cennet), Rabbi’nin katındadır. Artık onlar için (âhirette azap görme konusunda) bir korku yoktur ve onlar (ömürlerini boş yere harcama gibi dünyada geri bıraktıklarıyla ilgili) üzülmeyeceklerdir.
2/113. Yahûdiler: “Hıristiyanlar, bir şeye sâhip (değer verilen ve itibar edilen bir şey üze­rinde) değil” dediler. Hıristiyanlar da: “Yahûdiler, bir şeye sâhip (değer verilen ve itibar edilen bir şey üze­rinde) değil.” dediler. Hâlbuki onlar (kendilerine indirilen) Kitab’ı (Tevrât ve İncîl’i) okuyorlar. Bilgisizler (Ehl-i Kitap olmayan ve okuma bilmeyen Arap müşrikleri) de tıpkı onların (Yahûdi ve Hıristiyanların) söylediklerini söylemişlerdir. Artık Allah, ayrılığa düştükleri şey hakkında, kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir. (Haklıyı cennete ve haksızı cehenneme koyacaktır.)
(Rûmlar, Mescîd-i Aksâ’yı tahrip etmiş ve Müşrikler de Hudeybiye andlaşmasının olduğu sene [Hicrî 6/Milâdî 628] Müslümanları Mescîd-i Harâm’da ibâdetten men etmişlerdi. Bk. Celâleyn ve Râzî.)
2/114. Allah’ın mescidlerinde, (namaz kılma ve tesbih gibi) Allah’ın isminin anılmasını yasaklayan ve onların yıkılmasına çalışandan daha zâlim kim vardır? Onların (işte o zâlimlerin), oralara ancak korka korka girmeleri gerekir (başka türlü girmeye hakları yoktur). Onlar için dünyada zillet ve perişanlık (savaş/ölüm cezası, cizye ve benzerleri), âhirette de büyük bir azap (ateş) vardır.
2/115. Doğu da batı da, her yer (Yüce) Allah’ındır. (Namaz kılmak için Kıble’yi araştırdıktan sonra) hangi tarafa dönerseniz dönün, “orası Allah’ın vechi”dir (“orası Allah’ın râzı olduğu Kıble”dir, ibâdet yönüdür. Bütün yer yüzü de secde edilecek yerdir.). Şüphesiz ki Allah (ın mağfireti, lütfu ve ihsanı) geniştir (rahmeti, her şeyi kaplamıştır). O her şeyi, hakkıyla bilicidir.
(Yahûdiler, Uzeyr “aleyhisselâm”a, Hıristiyanlar, Îsa “aleyhisselâm”a, müşrikler de meleklere, hâşâ, Allah’ın çocukları derlerdi. Bk. Beydâvî, Kurtubî ve Râzî.)
2/116. (Yahûdi, Hıristiyan ve Müşrikler:) “Allah, çocuk edindi.” dediler. (Hâşâ) O (Allah, zâlimlerin o sözünden) münezzehtir (yücedir, her türlü noksan sıfattan berîdir, uzaktır). Doğrusu göklerde ve yerde ne varsa, hepsi O’nun (yaratması, irâde ve kudretiyle var olmuş)tur, hepsi O’n(un emrin)e boyun eğmiştir.
2/117. O (Allah), göklerin ve yerin yoktan yaratıcısıdır. O, bir işin olmasını dilerse, ona ancak “ol” der, o da hemen olur.
2/118. Bilmeyenler (Müşriklerin veya Ehl-i Kitab’ın câhilleri): “Allah bizimle konuşmalı veya bize bir âyet (mu’cize) gelmeli değil miydi?” dediler. Onlardan öncekiler de (peygamberlerine) onların söylediklerinin aynısını söylemişlerdi. (Küfür ve inatta) onların kalpleri birbirine benzedi. Biz hakikati anlamak isteyenler için kesinlikle âyetleri açıkladık (mu’cizeler gösterdik).
2/119. Şüphe yok ki, (Resûlüm) biz seni, hak ile (Kur’ân, İslâm ve hidâyet ile) beşîr (mü’minler için sevap müjdecisi) ve nezîr (kâfirler için azap habercisi) olarak gönderdik. Sen o cehennem ashâbından (İslâm’ı tebliğ ettiğin hâlde îmana gelmeyen kâfirlerden) sorumlu değilsin.
2/120. (Ey Resûlüm,) sen onların milletlerine (dinlerine) uymadıkça, Yahûdi ve Hıristiyanlar senden asla râzı (hoşnut) olmazlar. Onlara de ki: “Hidâyet (doğru yol), ancakAllah’ın (gösterdiği) yol (İslâm’)dır; ondan başkası dalâlettir, hak yoldan sapmadır).” Sana gelen ilimden (vahiyden, İslâm dininden) sonra, eğer sen onların (Yahûdi ve Hıristiyanların)arzularına uyarsan, yemin olsun ki, sana Allah’tan ne bir dost ve ne de bir yardımcı olur. (Seni Allah’ın azâbından koruyacak hiç kimse bulunmaz.)
 2/121. Kendilerine verdiğimiz Kitâb’ı (Tevrât ve İncîl’i veya Kur’ân’ı), hak olduğunu bilerek (tecvîd üzere ve tefekkür ederek) okuyanlar (ve hükümlerine göre amel edenler) var ya, işte ona (Kitâb’a) ancak onlar îman ederler. Onu inkâr edenler (değiştirerek hak kitap olmaktan çıkaranlar) ise (âhirette) zarara uğrarlar.
2/122. Ey İsrâil (Ya’kûb) oğulları, size verdiğim nimeti (atalarınızı Fir’avun’un zulmünden kurtarıp onlara daha birçok nimetler verdiğimi) ve sizi (atalarınızı) âlemlere (yaşadıkları zamanda başkalarına) üstün kıldığımı (bana itâatle şükrederek) hatırlayın.
 2/123. Bir de öyle bir (hesap) gün(ün)den korkun ki, o günde (kıyâmette) hiç kimse (bir mü’min veya bir kâfir), hiç kimsenin (bir mü’minin veya bir kâfirin) cezasını çekmez (borcunu ödemez); (azaptan kurtulmaları için kimseden) bir fidye (bedel ve karşılık) kabul edilmez; kimseye bir şefaat (mü’minlerden kâfirlere veya kâfirlerden kâfirlere bir yardım veya aracılık) fayda vermez. (O kâfirlere) yardım da olunmaz.
 2/124. Hatırla ki, bir zamanlar Rabbi, (Peygamber olarak gönderdiği) İbrâhim’i birtakım kelimelerle (emir ve yasaklarla) imtihan etmiş, o da onları yerine getirmişti. (Yüce)Allah “Ben seni insanlara imâm (dinde önder) yapacağım (ki, din işlerinde sana uysunlar).” demişti. O, “Soyumdan da (imâmlar yap, ya Rabbi!)” deyince, (Allahü teâlâ): “Zâlimler (kâfirler veya âsiler) benim ahdime (vereceğim imâmete) nâil olamaz (erişemez).” buyurmuştu.
2/125. Hatırla o zamanı ki, biz Beyt’i (Ka’be’yi), insanlar için sevap kazanılacak bir toplanma ve (her türlü saldırı ve zulmün yasak olduğu bir) emniyet yeri yapmıştık. (Ey mü’minler,) siz de İbrâhim’in makamını bir namaz yeri edinin (orada iki rek’at tavaf namazı kılın). (Peygamberlerim) İbrâhim ve İsmâîl’e şöyle emretmiştik: “Evimi (Ka’be’yi), tavaf edenler, orada ibâdet niyetiyle oturanlar, rükû ve secde edenler (namaz kılanlar) için (put, şirk, necâset gibi her türlü maddî ve manevî pislikten) temiz tutun.”
2/126. O vakit (Peygamberim) İbrâhim: “Ey Rabbim, bu (mekânı) emin (güvenli) bir belde (şehir) kıl. (Allahü teâlâ duasını kabul etti. Orasını harem kıldı. Orada insan kanı akmaz, av avlanmaz ve ot kesilmez.) Hâlkından, Allah’a ve âhiret gününe îman edenleri çeşitli meyvalarla rızıklandır!” demişti (dua etmişti). (Yüce) Allah da: “Kâfir olan kimseyi de (dünyada) az bir süre (yaşadığı müddetçe) faydalandırır, sonra da onu (âhirette) cehennem azâbına (girmeye) zorlarım. Orası, varılacak ne kötü bir yerdir!”
2/127. O zaman, İbrâhîm, İsmâîl (“aleyhime’s-selâm”) ile birlikte Beyt’in (Kâ’be’nin) temellerini (ve duvarlarını) yükselttiler (ve şöyle dua ettiler:) “Ey Rabbimiz, bizden (bu Beyt’i)kabul et, hakikaten sen (duamızı en iyi) işiten, (niyetimizi en iyi) bilensin.
2/128. “Ey Rabbimiz, bizi sana (ihlâsla) Müslüman olanlardan kıl, neslimizden de sana teslim olan (Müslüman) bir ümmet çıkar, bize ibâdet yerlerimizi göster (haccımızınhükümlerini öğret), tevbemizi kabul et, şüphesiz tevbeleri çok kabul eden, merhameti bol olan ancak sensin”.
 2/129. “Ey Rabbimiz, onlara (Müslüman soyumuza) kendi içlerinden, senin âyetlerini onlara okuyacak, onlara Kitab’ı (Kur’ân’ı) ve hikmeti (sünneti, hükümleri) öğretecek, onları(n) (nefislerini kötülüklerden) temizleyecek bir peygamber gönder. Hiç şüphe yok ki, sen azîz (mağlûp olmayan ve acze düşmeyen yegâne gâlip)sin (ve) hakîm (hiçbir şeyin câhili olmayan, her şeyi bilen ve yerli yerinde yapan)sın.”
(Muhammed aleyhisselâm’ın gelmesiyle bu dua gerçekleşmiştir. Hazret-i Peygamber: “Ben İbrâhîm’in duasıyım, Îsa’nın müjdesiyim [Bk. Râzî] ve annemin rüyasıyım.” buyurmuştur. Bk. Beydâvî.)
2/130. Kendine kötülük eden akılsız kimseden başka, kim (Hazret-i) İbrâhîm’in milletinden (dininden) yüz çevirir? Yemin olsun ki, biz onu (İbrâhîm “aleyhisselâm”ı) dünyada (peygamberlik ve Kâ’be’yi îmar görevi vermekle) seçtik, âhirette de o (yüksek dereceleri olan) sâlihlerdendir ( iyilerdendir).
2/131. (Hazret-i) İbrâhîm’e Rabbi: “Kendini teslim et (dininde ihlâslı ol).” dediği zaman (o şöyle) demişti: “Kendimi âlemlerin Rabbine teslim ettim.”
2/132. (Hazret-i) İbrâhîm bunu (İslâm dinini) kendi oğullarına vasiyet etti. Ya’kûb (“aleyhisselâm”) da: “Oğullarım! (Şüphe yok ki, yüce) Allah (İslâm) dini(ni) size seçti, bundan dolayı siz de (başka dinlerden uzak durun ve İslâm üzere yaşayıp) ancak Müslümanlar olarak ölün.” dedi.
2/133. Yoksa (ey Yahûdiler) siz, (Peygamberim) Ya’kûb’a ölüm (hâli) geldiği zaman orada mıydınız? O zaman (Ya’kûb), oğullarına: “Ben(im ölümüm)den sonra siz neye ibâdet edeceksiniz?” demişti. (Onlar da:) “Senin ilâhın ve babaların (ataların) İbrâhîm, İsmâîl ve İshâk’ın ilâhı olan tek ilâha (Allah’a) ibâdet edeceğiz, biz Müslümanlarız (O’na teslim olanlardanız).” demişlerdi.
2/134. İşte o(nlar İbrâhîm ve Ya’kûb çocukları) bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine (ve ey Yahûdiler) sizin kazandığınız da sizindir. Onların yaptıklarından siz sorumlu tutulacak değilsiniz.
2/135. Yahûdi ve Hıristiyanlar, (Müslümanlara şöyle) dediler: “Bizim dinimize girip Yahûdi veya Hıristiyanlar olun ki, doğru yolu bulasınız.” (Resûlüm) deki “Hayır, hanîf (hakyolda dosdoğru) olarak biz, (Hazret-i) İbrâhîm’in milletindeniz (dinindeyiz). (O’na uyarız.) O, hiç bir zaman Müşriklerden (Allah’a ortak koşanlardan) olmadı.”
2/136. (Ey mü’minler, Yahûdi ve Hıristiyanların sizi kendi dinlerine davet etmelerine karşı şöyle) söyleyin: “Biz Allah’a, bize indirilene (Kur’ân’a), İbrâhîm’e, İsmâîle, İshâk’a, Ya’kûb’a ve “esbât”a (torunlarına) indirilen(ler)e, Mûsâ’ya, Îsa’ya verilen(ler)(kitaplarına) ve bütün peygamberlere Rableri tarafından verilen(ler)(kitaplarına) îman ettik. (Îman yönünden) onlar (peygamberler) arasında bir ayırım yapmayız. Biz, (Yüce) Allah’a (ihlâsla ibâdet ve tâatte bulunan) Müslümanlarız.”
2/137. Eğer onlar (Yahûdi ve Hıristiyanlar) da sizin inandığınız gibi îman ederlerse, muhakkak hidâyete (hak olan doğru yola) ermiş olurlar. Yok eğer (îman etmekten) yüz çevirirlerse, şüphesiz (size karşı) muhâlefet ve düşmanlık içindedirler. (Ey Resûlüm, sen onların düşmanlığından endişe etme.) Allah, onlara karşı sana kâfidir (yakında onların kötülüklerini senden uzaklaştıracaktır). O (Allah), (her şeyi hakkıyla) işiten, (her şeyi hakkıyla) bilendir.
(Hıristiyanlar, doğan çocuklarını yedinci günden sonra, vaftiz denilen sarı renkli bir suya batırırlar ve artık onun koyu bir Hıristiyan olduğunu söylerlerdi. Böylece ruhların, Îsa Mesîh’in kanıyla günah kirlerinden arındığına inanırlardı. Bk. Kurtubî ve Râzî.)
2/138. (Ey mü’minler, deyiniz ki: Bizim boyamız, Allah’ın boyasıdır. Biz, Allah’ın boya(na, dinine girmişiz). Allah tarafından olan bir boyadan (dinden) daha güzel bir boya (din),kimin olabilir? İşte biz (sizin gibi Allah’a şirk, ortak koşmayız) O’na (Allah’a dinimiz İslâm’a göre) ibâdet edenleriz.”
(Yahûdiler [Celâleynveya Ehl-i Kitâp Müslümanlara dediler ki: “Biz ilk Ehl-i Kitâb’ız. Kıblemiz, en eski olandır. Peygamberler de Araplardan olmamıştır. Eğer Muhammed peygamber olsaydı, elbette bizden olurdu.” Bk. Beydâvî ve Celâleyn.)
2/139. (Ey Resûlüm, onlara) söyle: (Peygamberleri seçip gönderme hakkına sâhip olan Yüce Allah, Araplardan bir peygamber gönderdi diye) “Allah hakkında bizimle tartışmaya mı giriyorsunuz? Hâlbuki O (Allah), bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size âittir. (Herkes yaptıklarının hesabını Allah’a verecektir.) Biz O’na (Allah’a) ihlâsla (samimiyetle) bağlanmışızdır.”
2/140. Yoksa siz, İbrâhîm, İsmâîl, İshâk, Ya’kûb ve esbâtın (torunlarının), yahûdi yahut hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? (Resûlüm onlara) de ki: “(Peygamberlere gönderilen dini) siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?” (Allahü teâlâ İbrâhîm peygamberin ne Yahûdi, ne de Hıristiyan olduğunu bildirmiştir.) Allah katında, yanında bu­lunan (İbrâhîm’in Yahûdi olmayıp hanîf müslüman olduğuna dâir Tevrât’taki) şahâdeti gizleyenden daha zâlim kim vardır? Allah yaptıklarınızdan asla gâfil değildir (O, her şeyi hakkıyla bilicidir).
2/141. İşte o(nlar İbrâhîm ve Ya’kûb çocukları) bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine (ve ey Yahûdiler) sizin kazandığınız da sizindir. Onların yaptıklarından siz sorumlu tutulacak değilsiniz.
2/142. İnsanlardan (Münâfık, Yahûdi ve Müşriklerden) bazı sefihler (câhil ve düşük takımı): “Onları (Müslümanları), üzerinde bulundukları (namazda yöneldikleri) kıbleden (Kudüs’ten Kâ’be’ye) çeviren nedir?” diyecekler (dediler). (Resûlüm) de ki: “Doğu da batı da (bütün yönler) Allah’ındır. (O), dilediğini sırât-ı müstakîme (hak Kıble olan Kâ’be’ye) hidâyet eder(iletir).
2/143. (Ey Müslümanlar,) böylece (sizi doğru yola hidâyet ettiğimiz gibi) sizi insanlara (kıyâmet gününde kendilerine tebliğ yapıldığını inkâr eden ümmetlere, peygamberlerinin tebliğ görevlerini yaptıklarına dâir) şâhitler olmanız için orta (en hayırlı ve adâletli) bir ümmet yaptık. Peygamber (Muhammed “aleyhisselâm”) da size (tebliğde bulunduğuna dâir) şâhittir. Biz, Peygamber’e uyanları, ökçeleri üzerinde geriye (Allah’ın emrinde şüphe edip küfre) döneceklerden ayıralım diye, (eskiden) yöneldiğin yönü (Ka’be’yi tekrar) kıble yaptık. Bu (şekilde kıblenin Kudüs’ten Ka’be’ye çevrilmesi), Allah’ın hidâyet ettiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. (Bu, insanların üzerinde zorlayıcı bir yüktür.) Allah, sizin îmanınızı (Beytü’l-Makdis’e karşı kıldığınız namazları) zayi edecek değildir. Şüphesiz (Yüce) Allah, insanlara (eski kıbleye göre namaz kılıp vefat eden mü’minlere, amellerinin boşa çıkmaması hususunda) raûf (çok şefkatli) (ve) rahîm (çok merhametli)dir.
2.144. (Ey Resûlüm,) biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu (vahiy gelmesini beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette biz seni, râzı olacağın bir kıbleye çevireceğiz. (Bundan böyle) yüzünü Mescîd-i Harâm tarafına çevir. (Ey mü’minler,) nerede olursanız, (namaz kılmak istediğiniz vakit) yüzlerinizi o yöne (Mescîd-i Harâm’a) çevirin. Şüphe yok ki, kendilerine Kitap verilenler, bunun (bu kıble çevrilişinin) Rableri tarafından (kitaplarında bildirilen) bir hak (sâbit, gerçek) olduğunu bilirler. Allah, onların yaptıklarından (Yahûdilerin kıble emrini inkâr etmelerinden ve Mü’minlerin kıble emrine uymalarından) asla gâfil değildir.
 2/145. Yemin olsun ki (Resûlüm) sen Kitap verilenlere (Yahûdi ve Hıristiyanlara) her türlü âyeti (mu’cize ve delili) getirsen, yine onlar senin Kıble’ne uymazlar; sen de onların Kıble’sine uyacak değilsin. Zaten onlar (Yahûdi ve Hıristiyanlar), birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Yemin olsun ki (Resûlüm) sana gelen ilimden (vahiyden) sonra (eğer) onların arzularına uyarsan, o takdirde mutlaka sen, zâlimlerden olursun.
(Bu hitap, görünüşte Hazret-i Peygamber’e ise de gerçekte ümmetine aittir. Bk. Kurtubî.)
2/146. Kendilerine Kitap verdiklerimiz (Yahûdi ve Hıristiyanlar), onu (“Muhammed aleyhisselâm”ı), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar, fakat yine de onlardan bir grup, bile bile hakkı (onun sıfatlarını) gizlerler.
2/147. (Yahûdi ve Hıristiyanların âhır zamanda gelecek peygamberin sıfatları ile ilgili gizledikleri) Hak, Rabbindendir (Rabbin tarafından olan bir gerçektir veya Hak, ancak Allah’dan gelir, başkasından değil. Senin üzerinde bulunun dinin Allah’­dan olduğu sâbittir. Ehl-i Kitâb’ın üzerinde bulunduğu ise sâbit değil, bâtıldır). O hâlde sakın şüphe edenlerden olma!
(Bu son cümledeki hitap, ümmete aittir. Bk. Beydâvî ve Kurtubî.)
2/148. Herkesin (her ümmetin) (namazda) yöneldiği bir yönü (kıblesi) vardır. (Ey mü’minler, siz kendi kıblenizde hem dünya, hem de âhiret bakımdan hayırlar üzerinde bulunuyorsunuz. O hâlde ) hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Nerede olsanız olun, Allah sizi (kıyâmet gününde toplar ve hesap için) bir araya getirir. Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir.
2/149. Her nereden (sefere, yola) çıkarsan, (namazda) yüzünü Mescîd-i Harâm tarafına çevir. Bu (yöneliş emri), Rabbinden gelen bir haktır (gerçektir). (Yüce) Allah, yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.
2/150. (Ey Resûlüm!) her nereden (sefere, yola) çıkarsan, (namazda) yüzünü Mescîd-i Harâm tarafına çevir. (Siz de ey mü’minler,) nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa çeviriniz ki, (inat eden) zâlimlerden (Yahûdi veya Müşriklerden) başka hiç kimsenin, aleyhinizde bir delili olmasın (“Dinimizi terkedip kıblemize tâbi oluyorsunuz.” demesinler). (Kıblenin değiştirilmesi konusunda) onlardan korkmayın, (bu emre uyarak) benden korkun. Hidâyete kavuşmanız için (kıble yönüne dönün ki) size olan (kıble emri veya cennete koyma) nimetimi tamamlayayım.
2.151. Nitekim (yine nimetimin tamamlanması bakımından) size kendi içinizden, âyetlerimizi okuyan, sizi (şirkten) temizleyen, size Kitab’ı (Kur’ân’ı), hikmeti (sünnet ve fıkhı) ve (helâl ile haram gibi ahkâm konusunda) bilmediklerinizi öğreten bir Resûl (Muhammed “aleyhisselâm”ı) gönderdik.
2/152. O hâlde siz, (namaz kılmak, tesbih etmek ve diğer ibâdetlerle) beni zikredin (anın) ki, ben de sizi (af ile ve sevap ile) anayım. (Nimetlerime karşı tâatte bulunarak) bana şükredin, (nimetlerimi inkâr ederek ve emirlerime karşı gelerek, günah işleyerek) bana nankörlük etmeyin.
2/153. Ey îman edenler, (tâat, belâ ve sıkıntılara) sabırla ve namazla (Allah’tan) yardım isteyin, Şüphesiz ki Allah(ın yardımı ve duaları kabul etmesi), sabredenlerle beraberdir.
2/154. (Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım dilerken, benim düşmanlarıma karşı mallarınız ve canlarınızla savaşmaya mecbur olur ve bu yolda canlarınız feda olursa, sakın) Allah yolunda öldürülenlere (şehitlere), “ölü”ler demeyin. Bilâkis onlar (Rableri katında) diridirler. Fakat siz (beş duyu organı ile onların hayatlarını) anlayamazsınız.
2/155. (Ey mü’minler, itâatli ile âsiyi birbirinden ayrıdetmek için) muhakkak biz sizi, biraz (düşman) korku(su veya Allah korkusu); biraz açlık (kıtlık veya Ramazan orucu); (cihada hazırlık için yapılan harcamalar veya sadaka ve zekâtlarla) biraz mallar(ınız)dan; (öldürülme, ölüm veya hastalıklarla) canlar(ınız)dan ve (olgunlaşmadan zayi olma veya çocuklarınızın ölümüyle)ürünler(iniz)den eksiltme ile imtihan ederiz (deneriz). (Belâya) sabredenleri (cennetle) müjdele.)
2/156. Onlara bir belâ geldiği zaman (teslimiyet göstererek): “Bizler (mülk ve kullar olarak) Allah içiniz (Sâhibimiz Allah’tır. Bizi ve işlerimizi yaratan ve belâyı, musîbeti gönderen O’dur.) ve bizler (öldükten sonra da hesap vermek üzere) O’na döneceğiz.” derler.
2/157. İşte onlar (teslimiyet gösterip Rablerine sığınanlar) üzerine, Rablerinden salâvât (mağfiret) ve rahmet (lütuf ve ihsan) vardır. İşte onlar, hidâyete (cennete ve sevaba) ermiş olanlardır.
2/158. Şüphesiz (Mekke’deki) Safâ ile Merve (tepeleri), Allah’ın (emrettiği haccın) alâmetleri (ibâdet yerleri)ndendir. Kim Beyt’i (Kâ’be’yi) hacceder veya ömre yaparsa, onları (Safâ ve Merve’yi) tavâf etmesinde (ikisi arasında yedi kere sa’y yapmasında/gidip gelmesinde) kendisine bir günâh yoktur. Kim gönülden gelerek (vâcib olmayan amellerden) bir iyilik yaparsa, (mükâfatını görür.) Şüphesiz Allah, iyiliklerin karşılığını veren (ve) her şeyi bilendir.
2/159. Biz Kitap’ta (Tevrât’ta) insanlara açıkladıktan sonra indirdiğimiz (ölüm cezası ve Muhammed “aleyhisselâm”ın sıfatları gibi) delilleri ve hidâyeti (doğru yolu), (insanlardan)gizleyenler (yok mu?), işte onlara (Yahûdilere), hem Allah lânet eder, hem de bütün (Melekler ve Mü’minler veya diğer) lânet ediciler lânet ederler.
2/160. Ancak (Peygamberin sıfatlarını gizlemekten dolayı pişman olup) tevbe edenler, hâllerini düzeltenler ve gizlediklerini açıklayanlar başka. (Onlar lânetlenmekten kurtulmuşlardır.) İşte onların tevbesini kabul ederim. Tevbeleri daima kabul eden (ve) çok merhamet eden benim.
2/161. Şüphesiz ki, âyetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlar (var ya), işte (dünya ve âhirette) Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerinedir. (Çünkü onlar, Allah’ın âyetlerini gizlemekten dolayı tevbe etmemiş ve o inançla ölmüşlerdir.)
2/162. (Onlar, o lânet veya ateş) içinde ebedî (sürekli) kalıcıdırlar. Onlardan (göz açıp kapayıncaya kadar) azap hafifletilmez ve onların (azapları tehir edilerek ve onlara mühlet verilerek herhangi bir yardımla) yüzlerine de bakılmaz.
2/163. Sizin ilâhınız (zat ve sıfatlarında eşi ve benzeri olmayan, ibâdet edilmeye lâyık), tek ilâh’tır (Allah’tır). Ondan başka ilâh yoktur. (O,) rahmândır (yağmur göndererek, özel ve genel rızıklar, nimetler vererek bütün yaratılmışlara merhamet eden) (ve) rahîm (hidâyet ve iyilikler göndererek mü’minlere rahmet eden)dir.
2/164. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde (birbiri ardınca gelmesinde, uzamasında, kısalmasında), insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah’ın gökten su (yağmur) indirip onunla ölmüş (kuru) olan yeri (çeşitli bitkilerle) dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları (sıcak ve soğuk olarak çeşitli yönlerde) ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde, elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığına, birliğine, kudret ve yüceliğine delâlet eden) deliller vardır.
2/165. İnsanlardan bazısı, Allah’tan başkasını ortaklar (putları ilâh) edinirler. Onlara, Allah’ı sever gibi (saygı duyarak) sevgi beslerler (tapınırlar). Mü’minlerin Allah sevgisi ise, (onların putları sevmesinden) daha fazla (ve sürekli)dir. Eğer (hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putları ilâh edinen o) zâlimler, (kıyâmet günü) azâbı gördükleri zaman, bütün kuvvetin Allah’a âit olduğunu bir bilselerdi, (çok pişman olurlar, Allah’dan başka ilâh edinmezlerdi.) Hakîkaten Allah’ın azâbı çok şiddetlidir.
2/166. O zaman (kıyâmet günü), (küfür ve sapıklıkta) kendilerine uyulan (önder)ler, (dünyada) kendilerine tâbi olanlardan hızla uzaklaşacaklardır. (Hepsi) o azâbı görecek ve aralarındaki bağlar kopacaktır.
2/167. (Küfür ve sapıklık önderlerine uyanlar) da (o kıyâmet gününde) şöyle derler“Keşke bizim için (dünyaya) bir dönüş olsa da onlar (küfür ve sapıklığa sürükleyenler) (bugün)bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşsak.” Böylece (yüce) Allah onlara, hasretini çekecekleri (pişmanlıklar duyacakları bütün) işlerini gösterir. Onlar, cehennemden çıkıcılar da değildirler.
2/168. Ey insanlar, yeryüzündeki helâl ve temiz olan (nimetlerim)den yiyin ve (helâli bırakıp da harama yönelerek) şeytanın adımlarını takip etmeyin. Çünkü o, hakikaten sizin için apaçık bir düşmandır.
2/169. O (şeytan) size dâima kötülüğü, fahşâyı (dinin ve aklın kerih, çirkin gördüğü işi yapmanızı) ve Allah hakkında bilmediğiniz (haram olmayanı haram kılmak gibi) şeyler söylemenizi emreder.
2/170. Onlara (Müşriklere): “Allah’ın indirdiğine (Kur’ân’daki helâl ve harama) uyun!” denilince, “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (din)e, uyarız!” derler. Ya ataları (din konusunda) bir şey düşünmeyen ve hak yolu bulamayan kimseler idiyseler? (Bu durumda yine atalarının yoluna devam mı edecekler?)
2/171. (Resûlüme indirilen Kur’ân’a inanmayan) o kâfirlerin hâli, tıpkı bağırma ve çağırmadan başka bir şey duymayan (hayvan)lara seslenen (bir çoban)ın hâli gibidir. (Onlar,)sağırdırlar (İslâm’ın getirdiği hakkı işitmezler), dilsizdirler (hakkı ve hayrı söylemezler), kördürler (hidâyet yolunu görmezler). Artık (bu durumda) onlar, (hak yol olan İslâm üzerinde)düşünmezler.
(Yukarıdaki âyet-i kerîmede “kâfirleri hakka davet eden kimse”, çobana benzetilmiştir. Böylece çobanhakka davet eden kimsenin yerine geçmiş olur ki, o kimse de Peygamber “aleyhissselâm” ile hakka çağıran diğer kimselerdir. Bu durumda kâfirler, kendisine bağırılıp çağırılan davarlar yeri­nde kullanılmıştır. Şöyle ki: Hayvan­lar sesi duyarlar, fakat ne denildiğini anlamazlar. Kâfirler de Hazret-i Peygamber’in sesini ve sözlerini duyar, fakat bunlardan faydalanmazlar. Bk. Beydâvî ve Râzî)
2/172. Ey Mü’minler, size verdiğim rızıkların temiz (helâl)lerinden yiyin. (Gönderdiği rızık ve helâl kıldıklarına karşı) Allah’a şükredin, eğer (hakikaten) O’na ibâdet ediyorsanız. (Allahü teâlâ buyuruyor: “Bu insan ve cinler bana karşı çok nankördürler. Ben yaratıyorum, onlar başkasına tapıyorlar. Ben rızık veriyorum, onlar başkasına şükrediyorlar.” Hadîs-i Kudsî: Bk. Deylemî, Firdevs, 3/166.)
2/173. Şüphesiz Allah size, ölü hayvan etini, (akan) kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası için kesilen (hayvanlar)ı haram kıldı. Fakat kim (helâk olacak derecede) mecbur kalırsa, bâgî olmamak (kimsenin hakkına tecavüz etmemek veya ihtiyacından fazlasını yememek) ve sanırı aşmamak (zarûret sınırından fazlasını yememek veya yol kesici olmamak) şartıyla, (bunları yemesinde) bir günah yoktur. Muhakkak ki Allah, gafûr (büyük günahları bağışlayan Allah, zarûret durumunda zarûret sınırını aşmamak kaydıyla haram kılınanlardan yiyenin günahını çok bağışlayıcı(ve) rahîm (kendisine itâat edene çok rahmet edici)dir.
2/174. O kimseler (Yahûdiler) ki, Allah’ın indirdiği Kitap (Tevrât)’tan (Muhammed “aleyhisselâm” ve onun tebliğ ettiği dinle ilgili haberleri) gizlerler ve onu az bir paraya (dünya menfaati için îman ve itâati terk etme karşılığında) satarlar. İşte onlar, (bu alış verişlerinde) karınlarına ateşten başka bir şey koymuş olmazlar. Kıyâmet günü (yüce) Allah, onlarla ne konuşur ve ne de onları (günah pisliğinden) temizler. (Çünkü o gün Allah onlara gazap eder.) Onlar için çok acıklı bir azap vardır.
2/175. Onlar (Yahûdiler) hidâyet karşılığında (hak yoldan) sapmayı, mağfiret karşılığında azâbı satın almışlardır. Onlar ateşe karşı ne kadar da sabırlı (dayanıklı)dırlar! (Ateşi gerektirecek şeyler yapmaları ne kötüdür!)
2/176. (Onlara yalanlama veya gizleme karşılığında verilen) bu (azap), Allah’ın Kitab’ı hak olarak indirmesi sebebiyledir. Şüphesiz Kitap’ta(ki hükümlerin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek suretiyle veya Kitaplara îman konusunda) ihtilâfa düşenler, elbette (hakdan) uzak (derin) bir ayrılık içindedirler.
(Bundan sonraki (2/177) âyet-i kerîme, Yahûdi ve Hıristiyanların namazlarda yüzlerini doğu ve batı tarafına çevirmelerinin iyilik olduğunu iddia etmelerinden dolayı onları reddetmek için inmiştir. Bk. Beydâvî ve Celâleyn.)
2/177. (Resûlüm söyle:) İyilik, (namazda) yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik (o kimselerin yaptığı iyiliktir ki onlar:) Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitâb’a (Kitaplara) ve peygamberlere îman eden; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere veren; namazı kılan, zekâtı veren, andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenlerdir. İşte onlar (bu vasıfları taşıyanlar, dinde, hakka uymada ve iyilik talebinde) sâdık (dosdoğru olan)lardır ve işte onlar, (her türlü küfür ve sapıklıktan korunmuş) takva sâhibi olanların ta kendileridir!
2/178. Ey îman edenler, (kasden) öldürülenler hakkında (ölünün velisi/yakını ölüm cezası talebinde bulunduğu takdirde, hukuk ve mahkeme kararı yoluyla) kısas (kâtile ölüm cezasıverilmesi) size (devlet başkanı veya onun yetki verdiği kuruma) yazıldı (farz kılındı). Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (kısas olunur, yani öldürdüğüne karşılık öldürülür). Kâtil (öldüren),ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa, örfe uyması ve ona (affeden kardeşine) güzel bir şekilde (diyet) ödemesi gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan (af ettikten ve diyeti aldıktan) sonra (kâtile veya akrabasına düşmanlık yapar ve) saldırırsa, artık onun için (dünya ve âhirette) elem verici bir (ceza ve) azap vardır.
2/179. Ey akıl sâhipleri! Kısasta (ölüm cezasının verilmesinde) sizin için hayat vardır. (Çünkü öl­dürmeyi düşünen kişiyle, öldürülmesi düşünülen kişinin hayatta kalmaları söz konusudur. Şöyle ki, öldürme se­bebiyle meydana gelen fitne büyür, böylece o fitne bir grup insanın öldürülmesine yol açar. Hâlbuki kısâsın meşru olduğu göz önüne alındığında, caydırıcılık etkisiyle bunlar meydana gelmez. Bunların olmaması, herkesin hayatta kalması demektir.) Artık, (kısas korkusundan dolayı adam öldürmekten) sakınırsınız.
2/180. Birinize ölüm geldiği (alâmetleri belirdiği) zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa, anaya, babaya, akrabasına uygun (malının üçte birinden çok olmayacak) bir şekilde vasiyet etmesi, takva sâhipleri için bir hak olarak size yazıldı (farz kılındı).
(Bu âyet-i kerîme’nin [2/180] hükmü, Nisâ sûresindeki mîras âyeti [4/11] ile nesh edilmiş, kaldırılmıştır.)
2/181. Her kim (şâhid veya vasî) bunu işittikten sonra, onu (vasiyeti) değiştirirse, bunun günahı, onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah, (her şeyi) işitici (ve) (her şeyi hakkıyla) bilicidir.
2/182. Kim de vasiyet edenin (haktan bâtıla kayarak) bir hata veya (üçte birinden fazlasını vererek yahut sadece zengine tahsisi kastederek) günah işlemesinden korkar da (tarafların) aralarını (adâletle) düzeltirse, ona günah yoktur. Allah, gafûr (günahları çok bağışlayıcı(ve) rahîm (kendisine itâat edene çok merhamet edici)dir.
2/183. Ey îman edenler, sizden önceki (peygamber ve ümmet)lere yazıldığı (farz kılındığı) gibi, (günahlardan) korunmanız için sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz kılındı).
2/184. (Size farz kılınan oruç), sayılı (az veya belli bir sayıyla sınırlanmış) günlerde (Ramazan ayında)dır. (O günlerde) sizden kim hasta olur veya yolculukta bulunur (da oruçtutamaz)sa, tutamadığı günler sayısınca (sıhhatli olduğu veya yolcu olmadığı) başka günlerde (tutar, kaza eder). (Oruç tutmaya) gücü yetenler, (herhangi bir özrü olmadığı hâlde oruç tutmakta zorluk çekenlerveya yaşlılık, şifa bulması ümit edilmeyen bir hastalık gibi oruç tutmaya gücü yetmeyenler) üzerine de (her gün için) bir yoksulu (iki öğün) doyuracak kadar bir fidye (bir fıtra) vermeleri gerekir. Her kim içinden gelerek bir iyilik yaparsa (fidyeyi çok verir veya hem oruç tutar, hem de fidye verirse) o, kendisi için daha iyidir. Bununla beraber eğer (orucun faziletini) bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.
(Müslümanlar, İslâm’ın ilk zamanlarında oruçla fidye arasında serbestiler. Sonra orucun “Sizden kim, o aya [Ramazan ayına] yetişirse, onda oruç tutsun.” [2/185] âyeti ile yukarıdaki âyetin[(Oruç tutmaya) gücü yetenler, (herhangi bir özrü olmadığı hâlde oruç tutmakta zorluk çekenler… üzerine de (her gün için) bir yoksulu (iki öğün) doyuracak kadar fidye (bir fıtra) vermeleri gerekir] kısmı, neshedilmiştir. Bk. Celâleyn, Beydâvî, Kurtubî ve Râzî.)
2/185. (O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, onda Kur’ân(-ı Kerîm’in tamamı Kadir gecesinde Levh-ı Mahfûz’dan dünya semâsına, oradan da peyderpey Muhammed “aleyhisselâm”a) indirildi. (O Kur’ân,) insanlar için bir hidâyet (kaynağı, eğri yollardan kurtarıcı, Allahü teâlâ’nın râzı olduğu yolu gösterici bir rehber)dir. (O Kur’ân, bir) hidâyet ve furkân (hak ile bâtılı; helâl ile haramı ayırıcı) olmak üzere beyyineler (açık, kesin, şeksiz ve şüphesiz âyetler, deliller)dir. Sizden kim, o aya (Ramazan ayına) yetişirse, onda oruç tutsun. Kim hasta olur veya seferde (yolculukta) bulunur (da oruç tutamaz)sa, tutamadığı günler sayısınca (sıhhatli olduğu veya yolcu olmadığı) başka günlerde oruç tutsun (orucunu kaza etsin). (Yüce) Allah, sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. (Bu kolaylıklar,) sayıyı tamamlamanız (kaza borcunu ödemeniz), sizi hidâyete erdirdiğinden dolayı Allah’ı tekbir etmeniz (yüceltmeniz) ve (Allah’a) şükretmeniz için (meşru olmuş, câiz kılınmış)tır.
2/186. (Ey Resûlüm!) Kullarım, sana beni sordukları zaman (onlara söyle:) Şüphesiz ben (onlara ilmimle, rahmetimle, günahlarını bağışlamam ve tevbelerini kabul etmemle) çok yakınım. Bana dua edince, ben dua edenin duasını kabul ederim. O hâlde onlar da hak (olan doğru) yolu bulmaları (dinî ve dünyevi nimetlere kavuşmaları) için bana (davetime itâat ve ibâdetle) icabet etsinler (karşılık versinler) ve bana îman etsinler (îman üzere devam etsinler).
(Bundan sonraki [2/187] âyet-i kerîme, İslâmiyetin başında oruç gecesi cima/cinsî ilişkide bulunmanın, yatsı namazını kıldıktan ve uyuduktan sonra yeme ve içmenin haramlığını nesh etmek/hükmünü yürürlükten kaldırmak için inmiştir. Bk. Beydâvî ve Celâleyn.)
 2/187. Oruç (tuttuğunuz günlerin) gecesi, kadınlarınıza yaklaşmak (cinsî ilişkide bulunmak), size helâl kılındı. Onlar, sizin için (kötülüğe karşı koruyucu) bir elbise ve siz de onlar için (koruyucu) bir elbise (gibi)siniz. Allah, nefislerinize güvenemeyeceğinizi biliyordu, bu sebeple (işlediğiniz günahlara karşı rahmetini ihsan etti ve) tevbenizi kabul edip sizi affetti. Artık onlara (zevcelerinize) yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazdığını (takdir ettiği üremeyi) arayın. (Gece ile gündüzü birbirinden ayıran) fecr(-i sâdık)ın beyaz ipliği, siyah iplik (gece)den ayırt edilinceye (imsak vaktine) kadar yiyin, için, sonra gece (akşam namazı vakti) oluncaya kadar (yeme, içme ve cinsî ilişkiden uzak kalarak) orucu(nuzu) tamamlayın. Mescidlerde ibâdete çekildiğiniz (itikâfta bulunduğunuz) zaman onlara (zevcelerinize) yaklaşmayın. İşte bunlar, Allah’ın (yasak) sınırlarıdır, sakın onlara yaklaşmayın. (Yüce) Allah, insanlara yasaklardan korunsunlar diye âyetlerini böylece apaçık bildirir.
2/188. Aranızda (birbirinizin) mallarınızı bâtıl (hırsızlık, kumar ve gasp gibi haksız sebepler) ile yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını (haram olduğunu) bile bile (yalan şahitliği gibi) günahla yemek için, onları (o malları) hâkimlere (veya makam sâhiplerine rüşvet olarak) aktarmayın.
2/189. (Ey Resûlüm! Müşrikler) sana hilâl hâlindeki ayları (hilâlin, gökyüzünde niçin güneş gibi aynı şekilde değil de küçük ve büyük olarak değişik şekillerde göründüğünü) sorarlar. De ki: “O(nlar), insanların (dünya işleri ve ibâdetleri) ve (özellikle) hac için vakit ölçüleridir.” İyilik, (cahiliye döneminde olduğu gibi) evlere (ihramlı iken) arkalarından girmek değildir. Fakat (asıl) iyilik, (İslâm’ın bildirdiği her türlü haram ve kötülükten) sakınan kimse(nin iyiliği)dirEvlere kapılarından girin. Kurtuluşa erebilmek (azaptan kurtulup cennete ve sonsuz seâdete kavuşabilmek) için (emirlerini yaparak ve haramlarından uzak durarak) Allah’tan korkunuz.
(Peygamber “aleyhisselâm”, hacc maksadıyla ashâbıyla beraber [Zil-ka’de 6 H./Mart 628 M.] yola çıkıp, Hudeybiye’de konaklamıştı. Burası, ağacı ve suyu bol olan bir yerdi. Müş­rikler, Kâ’be’yi ziyaret etmelerine mani olmuşlardı. Böylece Hazret-i Peygamber, ziyarette bulunmayarak bir ay orada beklemişti. Daha sonra Hazret-i Peygamber, o yıl geri dönüp ertesi yıl Kâ’be’yi ziyaret etmek ve Mekke’de üç günden fazla kalmamak üzere Müşriklerle andlaşma yaptı.)
Resûlüllah Medine’ye ge­ri döndü ve ertesi yıl hazırlanmaya başladı. Sonra Hazret-i Peygamber’in ashâbı:
 Kureyş’in sözlerinde durmayacakları, Mescîd-i Harâm’­dan yine menedecekleri, bu durumda Müşriklerle savaşmak mecburiyetinde kalacakları, ancak hem haram ay­da, hem de Harem-i Şerîf’te savaşmak istemedikleri gibi hususlarda bazı görüşler ileri sürdüler. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyetleri (2/190 - 196) indirdi. Bk. Râzî.)
2/190. Sizinle savaşanlarla Allah yolunda (O'nun dinini yüceltmek için hukuk çerçevesinde) savaşın, fakat (karşı taraf hukuk kurallarını çiğneyip saldırıya geçmeden önce savaşı başlatarak) haddi aşmayın (aşırı gitmeyin). (Şöyle ki: Sizinle savaşmayanlara dokunmayın. Savaş hâlinde kadınları, çocukları ve ihtiyarları öldürmeyin. İşkence yapmayın. Andlaşma yaptığınız kimselere karşı verdiğiniz sözü tutun.) Çünkü Allah, aşırı gidenleri sevmez.
(Yukarıdaki (2/190) âyetin tamamının veya bir kısmının, Tevbe sûresindeki savaş âyetiyle (9/5) veya Bakara 2/191 âyetiyle mensûh olduğunu söyleyen âlimler vardır. Bk. Râzî ve Z. Mesîr.)
2/191. Onları (sizi arkadan vurma plânları yapan ve size eziyet eden Müşrikleri) nerede bulursanız öldürün, onların sizi çıkardıkları yer (olan Mekke’)den siz de onları çıkarın! (İnsanı vatanından çıkararak veya Allah’a şirk ve küfürde bulunarak) fitne (çıkarmak), adam öldürmekten daha şiddetlidir (kötüdür). (Müşrikler,) Mescîd-i Harâm yanında (Harem-i Şerîf’te), sizinle savaşmadıkça (savaşı başlatmadıkça), siz de onlarla savaşmayın. Fakat (orada) sizinle savaşırlarsa (savaşı başlatırlarsa), hemen onları öldürün, kâfirlerin cezâsı (işte) böyledir!
2/192. Eğer onlar (küfür ve saldırılarına) son verir (ve İslâm dinini kabul eder)lerse, şüphesiz Allah, gafûr (Mü’minlerin günahlarını çok bağışlayıcı(ve) rahîm (kendisine itâat edene çok merhamet edici)dir.
 (Mekke’de Müşrikler, Peygamber “aleyhisselâm”ın ashâbını dövüyor, onlara eziyet ediyorlardı. Bundan dolayı bazı Müslümanlar, Habeşistan’a hicret/göç etmek zorunda kalmışlardı.
Sonra Müşrikler bu eziyetlerini, Müslümanlardan bir kısmının Medine’ye hic­ret etmesine kadar sürdürmüşlerdi. Müşriklerin bu fitneyi çıkarma­larındaki maksadı, Müslümanların İslâm’ı terkederek kâfir olmalarını sağlamaktı. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ bu ayeti [2/193] indirdi. Bk. Râzî.)
2/193. Fitne (şirk ve küfür) kalmayıncaya ve din, yalnız Allah için oluncaya (toplumda Allah’ın dini olan İslâm’dan başka din olarak bilinen inanç ve tapınmalar sona erinceye) kadar onlarla (Müşriklerle) savaşın. Onlar, (fitne çıkarmaktan/şirke ve küfre saplanmaktan) vazgeçerlerse, zâlimler (küfürlerinde devam eden ve saldıranlar) hariç (hiç kimseye) düşmanlık (öldürme ve saldırma) yoktur.
2/194. Harâm ayıharâm aya karşılıktır. (Müşriklerden kim haram aylar1da sizin kanınızı helâl sayar, size saldırırsa, siz de o aylarda onun kanını helâl sayın, saldırıya karşılık verin.)Haramlar (hürmetler), kısastır (karşılıklıdır). (Haramlara hürmet edilmediği zaman, misliyle karşılık verilir.) O hâlde kim size saldırırsa, siz de ona saldırdığı kadar saldırın. (Saldırıyı terk etme hususunda,) Allah’tan korkun. Bilin ki Allah, takva sâhipleri (dinin emirlerini yapan ve yasaklarından kaçan Müslümanlar) ile (yardımı, koruması ve ilmiyle) beraberdir.
Haram aylar: Receb, Zil-ka’de, Zil-hıcce ve Muharrem.
2/195. (Mallarınızı) Allah yolunda (cihâd ve hayırlı işlerde) harcayın. Kendinizi kendi ellerinizle (cihâda/İslâm’ı yaymaya mâlî yardımı kısarak veya cihâdı terk ederek yahut savaştan kaçarak) tehlikeye atmayın. (Nafaka vermek ve yardım etmekle sorumlu olduğunuz kimselere) iyilik edin. Şüphesiz Allah, ihsân (iyilik) edenleri (isrâf ve cimrilik yapmadan Allah yolunda harcama yapanları) sever.
2/196. (Başladığınız) hac ve umreyi Allah için tamamlayın (veya kâmil ve tam yapın). Eğer (yolda düşman tehlikesi gibi herhangi bir sebeple bunlardan)alıkonursanız/engellenirseniz, kolayınıza gelen (deve, sığır ve davardan) bir kurban (gönderin, kesin). Kurban yerine (Minâ’ya) varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin (ve ihramdan çıkmayın). Sizden biriniz hasta olur veya başında bir eziyet/rahatsızlık olur (bundan dolayı tıraş olmak zorunda kalır)sa, fidye olarak ya (üç gün) oruç (tutması) veya (altı fakire birer fıtra) sadaka (vermesi) yahut kurban (kesmesi vâcip olur/gerekir). (Hastalık ve yol tehlikesi gibi engeller konusunda) güven içinde olduğunuz vakit, hacc (zamanın)a kadar umreden faydalanabilen (umre yaparak, kıran haccı veya temettu’ haccını yerine getiren) kimseye kolayına gelen bir kurban (kesmesi vâciptir/gerekir). Fakat (kesecek kurban) bulamazsa (veya buna gücü yetmezse), ona hac günlerinde (oruç tutmanın câiz olmadığı günler dışında) üç gün(vatanına) döndüğü zaman da yedi gün ki, tam on gün oruç tutmak (vâcip olur). Bu (hüküm), Mescîd-i Harâm’da oturmayanlar içindir. Allah’tan korkun (hac ahkâmını koruyun) ve bilin ki, Allah’ın azâbı çok şiddetlidir.
2/197. Hac, bilinen (Şevvâl, Zil-ka’de ve on gün olmak üzere Zil-hıcce) aylar(ın)dadır. Kim onlarda (o aylarda ihrâma girerek) haccı (kendisine) farz kılarsa (niyetlenirse), artık hacta kadına yaklaşmak (cinsî ilişkide bulunmak), günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz (sadaka gibi) ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir. (Hac yolculuğunuza yetecek miktarda) yanınıza azık (yiyecek, içecek ve giyecek) alın (da açlıktan korunun ve zorda kalarak dilenmeyin. “Biz Allah’a tevekkül eden kişileriz.” diyerek azıksız yola çıkmayın). (Fakat) şüphesiz azığın en hayırlısı, (sizi dilenmekten ve nefislerinizi de zulümden koru­yan) takvâdır (dinin emirlerine göre hareket etmektir). Ey akıl sâhipleri, (emirlerime uyarak ve haram ettiklerimden uzak durarak) benden korkunuz!
 2/198. (Hac mevsiminde) Rabbinizin fazlından (lütuf ve ihsânından) (ticaret yaparak rızık) aramanızda sizin için bir günah yoktur. Arafat(taki vakfeden, duruş)tan ayrılıp (Müzdelife’ye) akın edince, Meş’ar-i Harâm’da Allah’ı (telbiyetehlîl ve dua ile) zikredin. (Peygamberi vâsıtasıyla) sizi hidâyet ettiği (hac ibâdetini ve diğerlerini öğrettiği) şekilde O’nu (güzelce) zikredin. Doğrusu siz (hidâyetten) önceleri, hiç şüphesiz (hak yolu bulamamış, îman ve itâatten habersiz) dalâlette kalmış (sapıtmış)lardandınız.
(Kureyş, diğer insanlarla beraber Arafât’ta vakfe yapmayı kendilerine yakıştıramadıkları, kendilerini büyük ve imtiyazlı gördükleri için Müzdelife’de vakfe yaparlardı. Bk. Celâleyn, Beydâvî ve Râzî.)
2/199. Sonra (ey Kureyş,) insanların (toplu olarak) sel gibi aktığı yerden (Arafât’tan) siz de (vakfe yaptıktan sonra akşam namazı vakti girince) çıkın ve (günahlarınızın bağışlanması için) Allah’tan mağfiret (af) isteyin. Şüphesiz (yüce) Allah, gafûr (Mü’minlerin günahlarını çok bağışlayıcı(ve) rahîm (kendisine itâat edene çok rahmet edici)dir.
 2/200. Hac ibâdetlerinizi bitirince (Câhiliye döneminde hactan sonra toplanıp) atalarınızı andığınız (övdüğünüz) gibi, hatta daha kuvvetli bir zikirle Allah’ı (tekbir ve senâ ile)zikredin. İnsanlardan kimi “Ey Rabbimiz bize (nasibimizi) dünyada ver!” der. (Ona nasibi dünyada verilir. Fakat) onun âhirette bir nasibi (payı) yoktur.
2/201. Onlardan (insanlardan) kimi de: “Ey Rabbimiz, bize dünyada da hasene (sıhhat, âfiyet, sâliha hanım, ilim, mal ve nimet) ver, âhirette de hasene (af, mağfiret, sevap, rahmet, cennet ve hûriler) ver. Bizi (af ve mağfiretinle) ateş azâbından (cehennemden, kötü hanımdan, ateşe götüren şehvet ve günahlardan) koru!” der.
2/202. İşte onlara (hem dünya, hem de âhiret için hasene isteyenlere), kazandıkları (yaptıkları iyi işler ve duaları)ndan dolayı (âhirette) bir nasip (sevap) vardır. (Yüce) Allah, (âhirette) hesabı(nızı) çok çabuk görendir.
(Allah’ın hesaba çekmesi, ya her mükellefin kal­binde, amellerinin sevap ve cezalarının ne kadar ol­duğunu bilebilecekleri kesin bir bilgi yaratması; veya her mükellefe hakettiği mükâfatı ulaştırması; yahut her mü­kellefin kulağında ilahî kadîm kelâmı duyabilecek bir gücü yaratması veyahut her mekellefin kulağında sevap ve cezasının ne kadar olduğunu ifâde eden bir ses yaratması manasına gelir. Bu dört açıklamada da, Allahü teâlâ’nın yaratması bulunmaktadır. Allah’ın yaratması, daha önce var olan bir maddeye, bir zamana ve bir alete dayanmadığına ve O’nu bir iş, diğer bir işten alıkoyamayacağına göre, Hak teâlâ göz açıp kapa­madan daha kısa bir zamanda bütün kâinatı/evreni ve içindekileri yeniden yaratmaya ve hesaba çekmeye kâdirdir. Bk. Râzî.)
2/203. Sayılı günlerde (teşrîk günleri demek olan kurban bayramı gününden sonraki üç günde,) (farz namazlarının sonunda, kurban kesme ve cemreleri atma ânında) Allah’ı (tekbir getirerek) zikredin. Kim hemen iki gün içinde (cemreleri attıktan sonra teşrîk günlerinin ikincisi olan Zil-hıcce’nin on ikinci gününde) (Mina’dan Mekke’ye) dönerse, ona bir günah yoktur. Kim (Mina’da) geri kalırsa, ona da bir günah yoktur. (Fakat her iki durumda da günahın olmaması,) takvâ sâhibi (olanlar) için(dir). (O takvâ sâhipleri ki onlar, hac esnasındaki emirleri yerli yerinde yapan ve her türlü yasak ve günahlardan uzak duranlardır veya geri kalan ömürlerinde Allah’tan korkacak ve Al­lah’ın azâbını çekecek işler yapmayacak olanlardır; işte onlar, günahları bağışlan­mış olarak hactan dönerler.) (Her zaman ve her yerde) Allah’tan korkun ve bilin ki, muhakkak (hepiniz diriltilip kabirlerinizden kalkacak ve) O’na (hesap vermek üzere mahşer yerinde)toplanacaksınız.
2/204. İnsanlardan öyleleri vardır ki, (bu) dünya hayatına ait sözü, senin hoşuna gider. (Fakat âhiret hayatına ait inancı ve İslâm’a karşı düşmanlığı, elbette hoşuna gitmez.) O, kalbinde olana (aslında olmayana yemin ederek) Allah’ı şâhit tutar. Hâlbuki o (münâfık Ahnes ibn Şurayk es-Sakafî), (sana ve ashâbına karşı olan) düşmanların en azılısıdır.
2/205. O (münâfık Ahnes)(senin huzurundan) ayrıldığı (veya iş başına geçtiği) zaman, yer yüzünde fesat çıkarmaya (küfür ve zulmü yayabilmek için müslümanların kalplerinde şüpheler uyandırmaya, ihtilâf ve yalanlarla ortalığı karıştırmaya)(tarlalardaki) ekini (tahrip edip yakmaya) ve (bu şekilde) nesli (soyu sopu) helâk etmeye koşar. Yüce Allah, fesadı sevmez (“Kullarının küfründen râzı olmaz.1
Zümer 39/7.
2/206. Ona (münâfık Ahnes’e): “Allah’tan kork!” denildiği zaman, gururu kendisine günah işletir. İşte ona cehennem yetişir. O, ne kötü bir yataktır!
2/207. (Yine) insanlardan öyleleri vardır ki, kendisini Allah’ın rızâsın(ı kazanmay)a satar. (Hazret-i Suheyb ibn Rûmî gibi, Müşriklerin eziyetleri karşısında Allah’ın rızâsını kazanmak için hicret eder ve malını onlara/düşmanlarına bırakır.) Yüce Allah, kullar(ın)a raûftur (çok şefkatlidir).
2/208. Ey Mü’minler, hepiniz birlikte (bütün îmanınız ve ibâdetlerinizle tam olarak) İslâm’a girin. (Sakın eski inanç ve alışkanlıklarınızdan bazılarını devam ettirme eğiliminde olarak)şeytânın adımlarını izlemeyin. Çünkü o (şeytân), sizin için apaçık bir düşmandır.
2/209. Size (Kur’ân ve sünnet ile helâl ve harama ait) açık açık deliller geldikten sonra, yine (hak yoldan) kayarsanız, bilin ki, şüphesiz Allah, azîz (mağlûp olmayan ve acze düşmeyen yegâne gâlip; hiçbir varlığın engelleyemeyeceği kâdir)dir (ve) hakîm (hikmet sâhibidir ki, iyilik yapan ile kötülük yapanı bir tutmayıp iyilik yapanı mükâfatlandır­an ve kötülük yapanı cezalandıran; hiçbir şeyin câhili olmayan ve her şeyi bilen)dir.
2/210. Onlar (İslâm’a girmeyip şeytana tâbi olanlar), ille buluttan gölgeler içinde Allah’ın meleklerle birlikte gelmesini ve (Allah’ın azap emrini verip) işin bitirilmesini (kendilerinin helâk edilmelerini) mi bekliyorlar? Hâlbuki (âhirette bütün) işler, Allah’a döndürülecektir. (İyi biliniz ki, [kulların] bütün işler[i], [hesabı görülmek üzere] Allah’a varır [arz edilir]1.
1 Şûra 26/53.
 2/211. (Ey Resûlüm,) İsrâîl oğullarına sor; onlara (denizin yarılması, bulutlarla gölgelendirilmeleri, kudret helvası ve bıldırcın etinin indirilmesi, dağın yukarı kaldırılması, Hazret-i Mûsâ’nın yüce Allah ile konuşması, Tevrât’ın indirilmesi ve hidâyetin küfürden ayrılması gibi) nice açık âyetler (mu’cizeler) verdik. Kim, Allah’ın kendisine gelen (verdiği) nimet(ler)ini (hidâyet sebebi olan âyetlerini), (dalâlet, tahrîf ve küfürle) değiştirirse, şüphe yok ki, Allah’ın cezâsı çok şiddetlidir.
2/212. Kâfirlere dünya hayâtı süslendi (güzel gösterildi). (İslâm’ı inkâr eden o kimseler; Bilâl, Ammâr, Suheyb gibi fakir) Müslümanlarla alay ederler. Hâlbuki (fakir olan) takva sâhipleri, kıyâmet gününde onlardan (İslâm’ı kabul etmeyen o alaycı zenginlerden) üstündürler. Allah, (dünyada bir hikmete binâen, bazen istidrâc/günahlarının artması, bazen de imtihan için) dilediğine hesapsız rızık verir.
 (Allahü teâlâ insanlarda doğru ve yanlışı birbirinden ayıracak akıl gücü ile nefis ve şeytanın bütün kötülüklerine karşı koyabilecek bir irâde gücü yaratmıştır. Ayrıca onlara gönderdiği peygamberler vâsıtasıyla hak ile bâtılı ve helâl ile harâmı da açıklamıştır.
İnsanlar eğer irâdelerini küfür ve harâm yönünde kullanırlarsa, kâfirler grubunu meydana getirirler. Bu kişiler, serbest irâdeleriyle îman ve helâlleri bir tarafa bırakarak küfür ve harâmlardan oluşan bir dünya hayatını doğru ve güzel bulurlar. Yüce Allah da onların bu yöndeki fiillerini yaratır. Dolayısıyla Allah’ın, kâfirlere küfür ve harâmı tercih etmeleri konusunda, bir cebirde/zorlamada bulunduğu söylenemez. Bk. H. Bağdâdî.)
2/213. İnsanlar (hak din üzerinde ittifak etmiş) bir tek ümmetti (topluluktu). (Fakat sonradan bir kısmı îmanda sebât etmek, bir kısmı da hak dinden ayrılıp küfretmek suretiyle ihtilâfa düştüler.) Bunun üzerine (yüce) Allah, (onlara) peygamberleri, mübeşşirler (îman edenlere sevabı ve cenneti müjdeleyiciler) ve münzirler (hak dini inkâr edenlere, âhirette uğrayacakları sonsuz azâbı haber vericiler) olarak gönderdi. Onlarla (peygamberlerle) beraber, insanların (din konusunda) anlaşmazlığa düştüklerinde aralarında hüküm vermek için hak(kı açıklayan)Kitap(lar) indirdi. Ancak (kendilerine Kitap verilenler,) beyyineler (açık aklî deliller) geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık ve hırstan dolayı o (Kitap veya din hakkı)nda anlaşmazlığa düştü(ler). Bunun üzerine Allah, îman edenleri, üzerinde ihtilâfa düştükleri hak(din) konusunda (irâdelerini Peygamberinin tebliğ ettiği din yönünde kullandıklarından dolayı) onları kendi izniyle (irâdesiyle) hidâyete eriştirdi. (Yüce) Allah, kimi dilerse (kim Peygamberine ve onun tebliğ ettiği dine uyma yönünde irâde beyân ederse), onu sırât-ı müstakîme (İslâm dininin gösterdiği yola, hak yola) hidâyet eder (iletir).
2/214. Yoksa siz (ey mü’minler), sizden önce gelen (kavim ve millet)lerin (uğradıkları belâ ve sıkıntıların) benzer(ler)i başınıza gelmeden (ve onlar gibi sabretmeden hemen) cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle (şiddetli) yoksulluk ve sıkıntı (hastalık ve açlık) dokunmuştu, öyle (belâlarla) sarsılmışlardı ki, nihâyet peygamber ve onunla birlikte îman edenler: “(Bize geleceği va’dedilen) Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek hâle gelmişlerdi. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı(nın gelmesi) yakındır.
 2/215. (Ey Resûlüm,) sana (Allah yolunda) ne infâk edeceklerini (hayır yolunda neyin ve kimlere verileceğini) soruyorlar. De ki: “Verdiğiniz hayır (mal), ana-baba, yakınlar, yetimler, düşkünler ve yolda kalmış(lar) içindir. Yaptığınız (az veya çok) her hayrı, şüphesiz Allah bilir (ve onun mükâfatını verir).
2/216. (Ey mü’minler, zorluk ve sıkıntılarla dolu olduğu için) hoşunuza gitmese de savaş size yazıldı (farz kılındı). Bazen hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda iyi (zafer ve ganimet veya şehitlik ve ecir) olabilir ve hoşlandığınız bir şey (konusunda nefsiniz, iyilik, seâdet ve hayra götürecek işlerden kaçarak zillet, fakirlik, üzüntü, sıkıntı ve sevaptan mahrum kalmaya yol açan şeylere meyleder) de hakkınızda kötü olabilir. (Yüce) Allah, (sizin için hayırlı olanı) bilir, siz bilemezsiniz. (Onun için siz, emredilen şeyi yapmaya koşun.)
2/217. (Ey Resûlüm,) sana haram (Receb) ayında savaşmaktan soruyorlar. De ki: “Onda savaş, büyük (bir günah)tır. Fakat (insanların) Allah yolu (olan İslâm’ı tanıyıp inanmaları)na engel olmak, Allah’ı inkâr etmek, Mescîd-i Harâm(‘daki tavaf ve namazlar)a mâni olmak ve ehlini (Peygamberi ve ashâbını) oradan (Mekke’den) sürüp çıkarmak ise Allah katında daha büyük (bir günah)tır. Fitne (insanları vatanından sürmek ve şirk) öldürmekten (haram ayda yapılan savaştan) daha büyük (bir günâh)tır”. (Ey mü’minler,) onlar yapabilseler (kâfirlerin gücü yetse), sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların yaptıkları bütün (ibâdet ve hayırlar,) dünyada da, âhirette de boşa gitmiş olur. Onlar, ateş eshâbıdır, (diğer kâfirler gibi) orada ebedî (sürekli, sonsuz) kalacaklardır.
2/218. Şüphe yok ki îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda (O’nun dinini yüceltmek için) cihâd edenler var ya, işte onlar, Allah’ın rahmetini (sevabını) umarlar. (Yüce)Allah, gafûr (Mü’minlerin günahlarını çok bağışlayıcı(ve) rahîm (kendisine itâat edene çok merhamet edici)dir.
2/219. (Ey Resûlüm,) sana şarap (içki) ve kumarı sorarlar. De ki; “O ikisinde büyük günah ve insanlar için bazı faydalar vardır. Ancak onların günahı (sebep oldukları felâket, sıkıntı ve kötülükler) faydasından daha büyüktür.” Yine sana “Allah yolunda ne (miktarda) infâk edecekler?”ini (harcayacaklarını) sorarlar. De ki: Af (ihtiyacınızdan fazlasını infâk edin/verin). (Yüce) Allah, (düşünüp doğruyu bulmanız için) size âyetleri böyle açıklar.
(Bu âyet-i kerîmenin şarap ve kumarla ilgili kısmı, Nîsa, 43. ve Mâide, 90-91. âyetleriyle neshedilmiştir. Bk. Beydâvî, Kurtubî ve Râzî.)
2/220. Dünya ve âhiret (işlelerin)de (hakkınızda en iyi olanı alın ve ona göre hareket edin.) Sana yetimler(in mallarından ve onların ortaya çıkardıkları zorluklar)dan sorarlar. De ki: “Onları(n mallarını çoğaltmak ve tasarrufta bulunmakla durumlarını) düzeltmek (işlerine hiç karışmamaktan daha) hayırlıdır. Eğer onlarla (nafakalarını nafakanızla karıştırarak) bir arada yaşarsanız, artık onlar sizin (dinde) kardeşlerinizdir (ve bunda bir mahzur yoktur.) (Fakat yüce) Allah, (bir arada yaşayarak onları) bozanı (mallarını yiyerek onları perişan edeni)iyileştirenden (elbette) ayırır. Allah dileseydi, sizi zora sokardı (yetimlerle bir arada yaşama kolaylığını ihsan etmezdi). Şüphesiz Allah, azîz (mağlûp olmayan ve acze düşmeyen yegâne gâlip; hiçbir varlığın engelleyemeyeceği kâdir)dir (ve) hakîm (hikmet sâhibidir ki, iyilik yapan ile kötülük yapanı bir tutmayıp iyilik yapanı mükâfatlandır­an ve kötülük yapanı cezalandıran; hiçbir şeyin câhili olmayan ve her şeyi bilen)dir.
2/221. (Ey Mü’minler,) müşrik (Allah’a inanmayan, puta tapan, ateist) kadınlarla, onlar îman edinceye kadar evlenmeyin. Müslüman bir câriye, (hür) bir müşrik kadından (onun malı ve güzelliği) hoşunuza gitmiş olsa da daha hayırlıdır (iyidir). Îman etmedikçe müşrik erkekleri onlarla (Müslüman kızlarla, kadınlarla) evlendirmeyin. Müslüman bir köle, (elbette hür) bir müşrikten (onun malı ve güzelliği) hoşunuza gitmiş olsa da daha hayırlıdır (iyidir). (Çünkü) onlar (müşrikler), ateş(i, cehennemi gerektiren işler)e çağırıyorlar. Allah da (Peygamberlerini vâsıta kılarak kendi) izni (irâdesi ve tevfîkı) ile cennete ve mağfirete (affa sebep olacak işlere) çağırıyor. (Allahü teâlâ) düşünüp anlasınlar (ve doğruyu bulsunlar) diye insanlara âyetlerini (bu şekilde) açıklıyor.
2/222. Sana kadınların aybaşı hâlini (âdet görmesini ve bu durumda ne yapılacağını) soruyorlar. De ki: “O (aybaşı hâli veya yeri) eziyettir.” Âdet hâlinde kadınlardan çekilin (cinsî ilişkiden uzak durun ve) temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Tam olarak temizlendikleri zaman Allah’ın (hayız zamanında cinsî ilişkiden uzak durmayı) emrettiği yerden (ferçten/kadının cinsel organından) onlara varın. (Onun dışındaki bir yerden cinsî ilişkide bulunmayın.) (Bu hususta günah işleyenler, tevbe etsinler. Çünkü) Allah, tevbe edenleri sever ve temizlenenleri de sever.
2/223. Kadınlarınız sizin (çocuk yetiştirme) tarlanızdır. (Âyetin bu kısmı, Yahûdilerin cinsel ilişki ile ilgili Tevrât’a dayandırarak söylediklerini reddetmek için inmiştir:) O hâlde (ekin ekme yeri olan) tarlanıza (emredilen yerden/ferçten) dilediğiniz biçimde (fakat edebe riâyet ederek) gelin ve kendiniz için (besmele çekmek veya hayırlı evlât istemek yahut sevap kazandıran işlerde bulunmak gibi sâlih ameller ile) ileriye hazırlık yapın. Allah’tan (emirlerini yaparak ve haram kıldıklarından uzak durarak) korkun ve bilin ki muhakkak sizler (öldükten sonra diriltilerek) O’na (Allah’a) kavuşacak (ve bütün yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz). (Allah’tan korkan) mü’minleri (cennetle) müjdele.
2/224. Allah’ı, yeminlerinizden dolayı (“Bu konuda yemin ettim.” diyerek), iyilik etmenize, takva sâhibi olmanıza ve insanlar arasını bulmanıza engel kılmayın (hedef yapmayın)(Bu konularda yemin etmeyin, eğer etmiş iseniz yemininizi bozun.) Allah, (yeminlerinizi) işitendir (ve) (niyetlerinizi de) bilendir.
(Bu âyet-i kerîme’de Allah’ın yüce ismini değerli değersiz dünya işleri için sık kullanarak, O’na saygıyı azaltacak şekilde yemin etmekten veya iyilik yapmaya, kötülüklerden sakınmaya ve insanların arasını bulmaya mâni olan yeminlerden nehiy/yasaklama vardır. Bu şekilde yemin etmek mekrûh, onu bozup keffâretini vermek ise sünnettir. Bk. Celâleyn, Râzî, Beydâvî ve Nesefî.)
2/225. Allah sizi, yaptığınız lâgv (doğru sanarak bilmeden boş yere edilen veya sözü kuvvetlendirmek için söylenen yahut hata olarak yapılan) yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Fakat kalplerinizin kazandığı (gamûs1/bile bile yalan yere yapılan) yeminlerinizden sizi sorumlu tutar. Allah gafûr (lâgvden dolayı hâsıl olan hatayı bağışlayan(ve) hâlîm (azâbı hak edenin cezasını geciktiren)dir.
 1 Gamûs yemin, büyük günâhtır. Pişman olunca tevbe ve istigfâr edilir. Keffâret verilmez. Bk. Hidâye.
 2/226. Kadınlarından îlâ (onlara yaklaşmama/cinsî ilişkide bulunmamaya yemin) edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer (o süre içinde yeminlerinden) dönerlerse (bâin talâk gerçekleşmez. Bu durumda kadın kocasından ayrılmış olmaz. Ancak yeminlerini bozdukları için keffâretini vermeleri gerekir), Allah, (yemin etmekle kadına verdikleri zarardan dolayı pişmanlık duyanlar için) gafûr (günahları af edici) (ve) rahîm (çok merhamet edici)dir.
2/227. Eğer (îlâ/zevceleri/hanımları ile cinsî ilişkide bulunmamaya yemin edenler, bu yeminle hanımlarını) boşamağa kesin karar verirlerse, şüphesiz Allah, (onların boşamalarını)işiten (ve o konudaki niyetlerini) bilendir.
2/228. Boşanmış kadınlar, kendi başlarına (talâk vaktinden itibaren evlenmeden) üç kurû’ (üç âdet veya üç temizlik süresi) beklerler (hâmile olup olmadıklarına bakarlar). Eğer Allah’a ve âhiret gününe kesin îman ediyorlarsa, Allah’ın kendi rahimlerinde yarattığını (çocuğu veya âdet görmeyi) gizlemeleri kendilerine helâl olmaz. Kocaları bu arada (iddetmüddetinde/ric’î talâkta) barışmak isterlerse, onları geri almaya (nikâhlarında tutmaya) daha çok hak sâhibidirler. Kadınların erkekler üzerinde (mehirlerinin tam olarak verilmesi, nafakalarının ge­reği gibi karşılanması, onlarla güzel ve insanî ilişkiler kurul­ması, kendilerine zarar verilmemesi hakları) olduğu gibi, erkeklerin de kadınlar üzerinde (dinin emir ve yasakları konusunda onlara iyilik­le doğruyu söylemeleri ve onları iyilik­le kötülüklerden sakındırmaları gibi) ma’rûfa uygun olarak (dinî ahkâm ve toplum gelenekleri çerçevesinde) (hakları) vardır. (Eşlerden hiçbiri diğerine altından kal­kamayacağı ve yapamayacağı bir şeyi teklif edemez ve isteyemez. Haklardaki bu benzerlik, tarafların iş, görev ve sorumluluklarının aynı olması açısından değil, eşlerin cinsellikte birbirinden yararlanmaları ve karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı aile yuvasının sadakatte ortak olmaları yönündendir.) Ancak erkekler onlardan (kadınlardan) üstün bir dereceye (mehirve nafaka vermek gibi sorumluluklara) sâhiptirler. (Yüce) Allah, azîz (bu hükümlere muhâlefet edenlerden intikam almaya kâdir)dir (ve) hakîm (hüküm ve fiillerinde îsabetli ve bunlara abes, akılsızlık, yanlışlık ve bâtıllık gibi şeyler ârız olmayan hikmet sâhibi)dir.
2/229. Boşama (kendisine müracaat olunan, dönülebilen boşama: Ric’î talâk) iki defadır. (Ondan sonra kadını) ya iyilikle (zarar vermeden) tutmak veya güzellikle salıvermek (var)dır. (Kadınları boşadığınızda) onlara verdiğiniz (mehirler)den bir şey geri almanız size helâl olmaz. Fakat ikisi (karı ve koca) Allah’ın sınırlarına (evlilikle ilgili hükümlerine) râyet edemeyeceklerinden korkarlarsa başka. (Ey kocalar veya ey hâkimler, bu şekilde) siz de onların (karı ve kocanın) Allah’ın sınırlarını koruyamayacaklarından korkarsanız, o zaman kadının (ayrılmak için) fidye (mal) vermesinde ikisine de günah yoktur. Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Onları bozmayın (çiğnemeyin, aşmayın). Kim Allah’ın sınırlarını geçerse, işte onlar, zâlimlerin ta kendileridir.
(Evliliğin çekilmez hâle gelmesi durumunda kadının nikâh bağından kurtulması için boşanma karşılığında kocasına, gerek mehri, gerek başka şeyleri bedel vererek ayrılması, yani hull istemesi câizdir. Bu şekildeki bir anlaşma ile ayrılmada taraflara günah da yoktur. Ancak bu ayrılma, bir bâin talâk olur. Hull, erkek tarafından teklif edilerek yapılmışsa, erkeğin bir daha kadına dönmesi sahih olmaz. Bk. İhtiyâr.)
 2/230. Erkek (koca, ikinci talâktan sonra karısını) yine boşarsa, artık bundan (üçüncü talâktan) sonra kadın, başka bir kocaya varmadan (nikâh olup zifaf olmadan) kendisine helâl olmaz. O (nikâhlandığı adam: İkinci koca) da onu boşarsa, Allah’ın sınırları içinde duracaklarına inandıkları takdirde (iddet bittikten sonra eski karı kocanın) tekrar birbirlerine (nikâhla)dönmelerinde, kendilerine bir günah yoktur. İşte bunlar (zikredilen hükümler), Allah’ın sınırlarıdır ki, (yüce Allah) onları bilen (düşünüp anlayan ve ona göre hareket etmek isteyen) bir topluluk için açıklamaktadır.
 2/231. (Siz) kadınları (ric’î talâkla) boşadığınız zaman, bekleme (üç âdet veya üç temizlik) sürelerini bitirdiler mi, artık onları ya iyilikle tutun (zarar vermeden zevcelerinize dönün) veya (onları) iyilikle bırakın (boşayın)(Fakat) haksızlık etmek (mal karşılığı boşamaya zorlamak) ve zarar vermek için (iddet sürelerinin sonlarına doğru onlara dönüp, tekrar boşamak suretiyle iki veya üç defa iddet beklemeye mecbur bırakarak) onları (nikâh altında) tutmayın. Kim bunu yaparsa, muhakkak kendine (Allah’ın azâbını hazırlamakla) zulmetmiş olur. (İddet, ric’at, hull ve kadına zarar vermeme gibi konularda kendisine teklifler ulaştığı hâlde bunlara gerekli ciddiyeti göstermemek suretiyle) Allah’ın âyetlerini alaya (oyun ve eğlenceye)almayın. Allah’ın size olan (İslâm ve Peygamber gönderme) nimetini ve size öğüt vermek için Kitap (Kur’ân) ve hikmet (sünnet)ten size indirdiklerini hatırlayın (ve şükredin). (Emirlerini yaparak ve yasaklarından uzak durarak) Allah’tan korkun ve bilin ki, Allah, her şeyi (nikâh ve boşama konularındaki bütün niyet ve davranışlarınızı) hakkıyla bilir.
(Hadis-i şerifte buyrulmuştur: Üç şeyin ciddîsi de ciddî, şakası da ciddîdir. Onlar talâknikâh ve ıtâk/köle âzat etmektir. Bk. Kurtubî.)
 2/232. Kadınları (ric’î talâkla) boşadığınız zaman iddet (bekleme) sürelerini bitirdiler mi, kendi aralarında ma’rûfla (dine ve geleneklere uygun olarak) anlaştıkları takdirde, (onları boşamış) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın (karşı çıkmayın). Bu, içinizden Allah’a ve âhiret gününe îman eden kimseye (kadının velisine ve akrabasına düşünmesi ve ibret alması için) verilen bir öğüttür. Bu (zikredilenlere göre davranmakla ilgili) öğüdü tutmanız, sizin için en faydalı ve (günah kirlerinden uzak olma bakımından) en temizidir. Allah, (bu konulara ait iyilik ve hayırları en iyi) bilir, siz bilmezsiniz. (Onun için emredilenlere uygun hareket edin.)
(Ma’kıl ibn Yesâr, kızkardeşini Abdullah ibn Âsım’a nikâhlamıştı. Abdullah, onu boşadı. Fakat sonra iddeti içinde tekrar almaya tâlip oldu. Ma’kıl, buna rıza göstermemiş ve “Allah hakkı için sizi birbirinize kavuşturmam.” demişti. Yukarıdaki âyet-i kerîme bunun üzerine nâzil olmuştur. Bk. Beydâvî, Celâleyn ve Râzî.)
2/233. (Boşanmış veya boşanmamış) anneler, çocuklarını tam iki yıl emzirirler (emzirsinler). Bu (hüküm) emzirme süresini tamamla(t)mak isteyen (baba)lar içindir. (Boşanmış olsalar bile emzirme işini yürüttüklerinden dolayı) onların (annelerin) ma’rûf bir şekilde (dine ve geleneklere uygun olarak) yiyeceğini ve giyeceğini sağlamak, çocuk kendisinin olan babaya aittir. Herkes, ancak gücü ölçüsündeki bir şeyle sorumlu tutulur. Ne bir anne (emzirmeye zorlanarak) çocuğu yüzünden, ne de çocuğun ait olduğu bir baba, (gücünün üstündeki bir şeyden sorumlu tutularak) çocuğundan dolayı zarara sokulmasın. (Babanın ölümü hâlinde) vâris (mirâsçı) olan da (yiyecek ve giyecek gibi hususlarında baba gibi) aynı şeyi yapması gerekir. Eğer (ana-baba), birbirlerine danışarak ve anlaşarak (çocuğu iki sene dolmadan) sütten kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur. (Ey babalar, sizler, herhangi bir sebeple süt anne tutup) çocuklarınızı emzirtmek isterseniz, vereceğiniz (ücret)i ma’rûf bir şekilde (dine ve geleneklere uygun olarak) teslim ettiğinizde, yine üzerinize bir günah yoktur. (Çocukların ve emzirenlerin hukukuna riâyet etme hususunda) Allah’tan korkun ve bilin ki, Allah, yaptığınız (her şey)i hakkıyla görür. (Hiçbir şey, Allah’a gizli kalmaz ve âhirette her şeyin hesabı görülecektir.)
2/234. Sizden ölenlerin geride bıraktıkları zevceleri (eşleri), (ister genç, ister yaşlı olsun) kendi başlarına (evlenmeden) dört ay on gün beklerler. (Hâmile olup olmadıklarına bakarlar. Hâmile olanlar, çocuklarını doğuruncaya kadar beklerler. Bu süre içinde alımlı elbise giyerek, takı takarak ve makyaj yaparak evliliğe hemen hazır olduklarını göstermezler. Bir za­rûret olmadıkça, kocalarıyla paylaştıkları evlerinden çıkmazlar.) Bekleme sürelerini bitirince artık kendileri hakkında ma’rûfa (dine ve geleneklere) uygun bir şekilde (takı takmak ve makyaj yapmak gibi evliliğe hazır olduklarını göstermekle ilgili) yaptıklarından size (akrabasına) bir günah yoktur. (Yüce) Allah, yaptığınız her şeyden hakkıyla haberdardır. (Bütün işlerinizin zâhirini bildiği gibi iç yüzünü de bilmektedir.)
2/235. Böyle (iddetini bekleyen) kadınlara (daha iddetleri dolmadan) üstü kapalı bir şekilde evlenme teklifi yapmanızda veya içinizden onlarla evlenmeyi geçirmenizde size bir günah yoktur. (Çünkü) Allah, sizin onları muhakkak hatırlayacağınızı bilmektedir. Ancak (kapalı evlenme teklifi sırasında), ma’rûfun (dine uygunluğun) dışında, onlarla gizli olanı (nikâhı veya zinayı) sözleşmeyin. Kitâb (farz) olan bekleme süresi doluncaya kadar nikâh akdi yapmaya kalkmayın ve bilin ki, Allah (câiz olmayanlar, günah olanlarla ilgili) içinizden geçenleri (de) bilir. O’ndan (Allah’ın hükümlerine aykırı hareket ederek azâba uğramaktan) sakının ve yine bilin ki, Allah gafûr (câiz uymayana niyet ettiği hâlde Allah korkusundan onu yapmayanı bağışlayan)dır (ve) halîm (azâbı hak edenin cezasını geciktiren)dir.
2/236. (Nikâhtan sonra) henüz dokunmadan (cinsî ilişkide bulunmadan) veya mehir tespit etmeden kadınları boşadıysanız, size bir günah yoktur. Ancak (bu durumda) onlara mut’a (hediye kabilinden bir miktar mal veya para) verin. (Şöyle ki:) Eli geniş (zengin) olan, kendi durumuna, eli dar (fakir) olan da kendi durumuna göre ma’rûf(dine ve geleneklere) uygun bir meta’ (hediye) vermelidir. Bu, muhsinler (Müslümanlar veya itâatkârlar) üzerine bir borçtur (vâciptir).
 2/237. Eğer mehri belirlemiş ve henüz dokunmadan (cinsî ilişkide bulunmadan) onları (kadınları) boşadıysanız, onlara belirlediğinizin yarısını (verin). Ancak kadınlar (yarı mehri almaktan) vazgeçer veya nikâh bağı elinde bulunan (koca veya veli) (bu yarı mehri de) bağışlarsa başka. (Fakat kadının affetmesnden/mehrin yarısını almaktan vazgeçmesinden) sizinaffetmeniz (mehrin tamamını vermeniz) takvâya daha yakındır. Aranızdaki fazileti (birbirinize karşı fazilet, görev ve sorumluluklarınızı) unutmayın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı tamamıyla görür. (İyilik ve ihsanda bulunanların ecrini zayi etmez.)
2/238. (Beş vakit farz) namazlar(ı vakti içinde şart ve erkânını gözeterek kılmay)a ve (özellikle) orta (ikindi) namaz(ın)a devam edin. Allah’a itâat ederek (konuşmadan, huşû içinde)(namaza) durun (namazınızı kılın).
 2/239. Eğer (düşman veya başka bir tehlikeden) korkarsanız, yürüyerek, yahut binekli iken (mümkün olan tarafa dönerek îmâ ile namazlarınızı) kılın (kazaya bırakmayın). (Korkudan)emin olduğunuz zaman da bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah’ı zikredin (namazlarınızı yine her zamanki gibi huşû içinde kılın).
2/240. Sizden ölüp de (dul) eşler bırakacak olan (erkek)ler, zevcelerinin, bir yıla kadar (evlerinden) çıkarılmadan, bir metâ’ (geçimlerini sağlayacak mal)ı vasiyet etsinler. Bununla beraber onlar (kendi istekleri ile) çıkarlarsa, artık onların kendi haklarında yaptıkları ma’rûf’a (dine ve geleneklere) uygun işlerinden size bir günah yoktur. (Yüce) Allah, azîz (emir ve yasaklarına karşı gelen ve ilâhî sınırı aşanlardan intikam almaya kâdir)dir (ve) hakîm (hüküm koymada ve hükümleri açıklamada hikmet sâhibi)dir.
(İslâm’ın ilk yıllarında kocası vefat eden bir kadın miras almaz, ancak bir sene kocasının evinde kalırdı. Bu durumda iddet de bir yıl olurdu. Eğer kadın, bu süre zarfında evden çıkıp giderse, o hakkından mahrum kalırdı. Sonra bu âyette geçen vasiyet, «mîras âyeti olan Nisâ/12 âyetinde geçen “dörtte bir” ve “sekizde bir”» ile bir sene bekleme süresi de «Bakara/234 âyetinde geçen “dört ay on gün”» ile nesh edilmiştir. Bk.Celâleyn.
2/241. Boşanmış kadınlara ma’rûf’a (dine ve geleneklere) uygun bir şekilde bir metâ’ (iddet nafakası) vermek, müttakîler (Allah’ın azâbından korkan Mü’minler) üzerine bir borçtur (vâciptir).
(Bu metâ’/müt’a//mal, gerdeğe girmiş olanlar için iddet nafakası, girmemiş olanlar için de bir bağıştır.
Bakara 236. âyeti nâzil olunca, bir müslüman “boşanmış kadına ma’rûf’a uygun bir şekilde bir metâ’ verilmesi” ile ilgili olarak “Bunu istersem veririm, istemezsem vermem” dediğinde, Hak teâlâ, bu âyeti indirmiştir. Bk. Râzî.)
 2/242. (Yüce) Allah, düşünesiniz diye size âyetlerini böyle açıklamaktadır.
2/243. (Ey Resûlüm, sayıları) binlerce kişi olduğu hâlde (vebâ salgınından dolayı) ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları (kaçanları) görmedin (bilmedin) mi? (Daha önce seni bilgili kıldığımız gibi bilmektesin veya şu anda sana vahyetmekteyiz.) (Fakat bu kaçış onları ölümden kurtaramamıştı.) Allah onlara, “Ölün!” demişti (ve onların hepsi de ölmüşlerdi). Sonra (Allahü teâlâ) onları (tekrar) diriltmişti. Şüphesiz Allah, insanlara karşı (sonsuz) lütuf (ikrâm ve ihsân) sâhibidir. (Hak teâlâ insanlara bunları açıklıyor ki, ibret alıp itâat etsinler, sonunda kurtulsunlar ve rahata kavuşsunlar diye.) Fakat insanların çoğu (verilen ve açıklanan bu nimetlere) şükretmezler.
2/244. Allah yolunda (düşmanla) savaşın (ölüm korkusu ile savaşa katılmamazlık etmeyin) ve bilin ki Allah, (öncekilerin de geride kalanların da söyledikleri her şeyi) işitendir, (açıklamadıkları, gizli tuttukları her şeyi) bilendir.
 2/245. Kimdir o kişi ki, (malını gönül hoşluğu ile) Allaha güzel bir borç (O’nun yolunda rızasını kazanmak için) versin de, Allah da ona (hiç kimsenin bilmediği, ancak O’nun takdir edeceği şekilde) kat kat fazlasıyla ödesin! (Allah yolunda açıklanan ölçüler çerçevesinde harcanan bir malla insan fakir olmayacağı gibi, verilmemesi hâlinde zengin de olmaz. Çünkü bu husus, Hak teâlâ’nın takdirindedir.) (Yüce) Allah (dilediğine malı/rızkı) daraltır da, genişletir de. (Sonunda hepiniz yaptıklarınızın hesabını vermek üzere) O’na döndürüleceksiniz.
 2/246. (Ey Resûlüm, peygamberim) Mûsâ’dan sonra İsrâîl oğullarının ileri gelenler(in kıssa ve haberler)ini görmedin (bilmedin) mi? (Daha önce seni bilgili kıldığımız gibi bilmektesin veya şu anda sana vahyetmekteyiz:) Onlar, (Yûşa’ veya Şem’ûn yahut Şemvîl “aleyhimüsselâm” olan) peygamberlerine: “Bize bir hükümdar gönder, (onun liderliğinde) Allah yolunda (düşmanlarımızla) savaşalım.” demişlerdi. O da: “Savaşmak size yazıldığında (farz kılındığında), ya savaşmassanız?” demişti. Onlar: “Bizler neden Allah yolunda savaşmayalım? Bizler, (o düşmanlar sebebiyle) yurtlarımızdan ve oğullarımızın arasından çıkarılıp sürüldük.” demişlerdi. (Bunu onlara Câlût kavmi yapmıştı.) Fakat kendilerine savaş yazılınca (farz kılınınca), içlerinden pek azı (Tâlût’la beraber nehri geçen kişiler) dışında, (savaştan korktular ve) yüz çevirdilerAllah zâlimleri bilir (ve sonunda onları cezalandırır).
2/247. (Hazret-i Mûsâ’dan sonra İsrâîl oğulları peygamberi - Yûşa’ veya Şem’ûn yahut Şemvîl “aleyhimüsselâm” - Rabbine dua ederek bir hükümdar göndermesini istedi. Hak teâlâ da Tâlût’u seçti.) Peygamberleri onlara dedi ki: “Allah size şüphesiz Tâlût’u hükümdar olarak gönderdi.” Onlar: “O bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hükümdarlığa ondan daha lâyıkız. (O, ne hükümdar, ne de peygamber sülâlesindendir. O, deri tabaklayan veya çobanlık yapan fakir biridir.) Ona (hükümdarlığı yürütmek üzere) bol mal da verilmemiştir.” dediler. Peygamberleri: “Allah onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti, ona ilim ve beden bakımından üstünlük verdi.” dedi. (O, İsrâîl oğullarının en güzeli ve ahlâklısıydı.) Allah mülkünü (hükümdarlığı) dilediğine verir. (Yüce) Allah(ın lütfu ve ihsânı çok) geniştir, (O, her şeyi) hakkıyla bilendir.
2/248. (İsrâîl oğulları bu durumda peygamberlerinden, Tâlût’un Allah tara­fından gerçekten seçilip seçilmediğine dair kesin bir delil istediler) Peygamberleri onlara: “Şüphesiz onun hükümdarlığının açık alâmeti, size Tâbût’un (sandığın) gelmesidir. Onda Rabbiniz tarafından size bir sekîne (kalplerin huzur ve sükûn bulmasını sağlayan bir özellik) ve (Hazret-i) Mûsâ ve Hârûn ailelerinin bıraktıkları (değerli eşya ve Tevrât levhâları)ndan kalanlar var. Onu melekler taşır. Eğer îman ediyorsanız onda sizin için (Tâlût’un hükümdarlığına) kesin bir delil vardır.” dedi.
(Haberlerde bildirildiği üzere, Hak teâlâ bu Tâbût’u “Âdem aleyhisselâm”a indirmişti. Sonra elden ele geçen bu kıymetli emanet, ta Benî İsrâîl’e kadar ulaşmıştı. İsrâîl oğulları savaşlarda onunla düşmanlarına karşı gâlibiyet istemişler, savaş esnasında onu ordunun önüne geçirmişler ve onunla kalplerini sükûnete kavuşturmuşlardı. Bk. Celâleyn.)
2/249. Tâlût orduyla birlikte (savaşmak için Kudüs’ten) ayrıldıktan sonra, “Şüphesiz Allah sizi bir nehirle deneyecektir. Ondan içen benden (bana bağlı olanlardan) değildir. Eliyle bir avuç içen (ki o, af edilmiştir) müstesna, kim ondan içmezse bendendir.” dedi. (Nehire varır varmaz) onlardan pek azı hariç, sudan (kana kana) içtiler. Kendisi ve kendisiyle beraber olan îman edenler ırmağı geçtiler. (Tâlût’un sözünü dinleyip nehri geçen mü’minlerden bazısı bazısına veya sudan içip de nehri geçemeyen ve karşı tarafta kalanlar:) “Bugün (zâlim düşman Amâlika hükümdarı) Câlût ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok.” dediler. (Buna karşı Tâlût’un sözünü dinleyip de nehri geçenler ve öldükten sonra dirileceklerini, nihayet) Allah’a kavuşacaklarını kesin olarak bilenler (buna yakînen inananlar) ise: “Nice az topluluk, çok topluluğa karşı Allah’ın izniyle (irâdesiyle, yardımıyla) üstün gelmiştir. (Yüce) Allah (yardım ve ihsanıyla) sabredenlerle beraberdir.” dediler.
2/250. (Tâlût’a bağlı mü’minler,) Câlût ve askerlerinin karşısına (savaşmak için) çıktıklarında şöyle dediler (dua ettiler): “Ey Rabbimiz, üzerimize (yağmur gibi) sabır yağdır! Ayaklarımızı (savaş meydanında cesaretimizi arttırarak ve düşmanlarımıza korku salarak) sabit kıl ve o kâfir millete karşı bize yardım et!”
2/251. Sonunda (duaları kabul edildi ve) Allah’ın izni (yardımı) ile onları (Câlût’un ordusunu) bozguna uğrattılar. (Tâlût’un ordusunda bulunan) Dâvûd, (düşman hükümdarı olan)Câlût’u öldürdü. (Yüce) Allah ona (Dâvûd’a) (hükümdar Tâlût ve peygamber Eşmayil’in vefâtlarından sonra) hükümdarlık ve hikmet (peygamberlik) verdi. (O zamana kadar bu ikisi bir kişide toplanmamıştı.) Ona (zırh yapma, kuşlarla konuşma ve güzel sesle okuma gibi) dilediği bazı ilimleri öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmını(n kötülüğünü) diğerleriyle ortadan kaldırmasaydı, yeryüzü fesâda uğrar (altüst olur, karışır)dı. Fakat Allah, bütün âlemlere (yaratılmışlara) karşı lütuf (ve ikrâm) sâhibidir. (Mü’minleri, sadırgan kâfirlerin şerrinden koruması, O’nun bir lütfu ve nimetidir.)
2/252. İşte bunlar (geçmişlere ait bu kıssalar), Allah’ın âyetleri (mu’cizeleri)dir. (Ey Resûlüm,) bunları sana hak olarak okuyoruz (her türlü şüphe, hata, değişme ve yanlışlıktan uzak, doğru olarak bildiriyoruz). Muhakkak sen, (tarafımızdan gönderilmiş) peygamberlerden birisin. (İsrâîl oğullarına gönderilen peygamberlerin başına gelenleri işittin ve anladın. Sakın kâfirlerin inkârı ve muhâlefeti sana ağır gelmesin. Senin görevin tebliğ etmektir. Senin peygamberliğini kabul eden itâatkâr, inkâr eden ise isyankârdır. Allah’a ve peygamberine itâat edenin gideceği yer, cennet, etmeyeninki ise cehennemdir.)
2/253. İşte o peygamberler (risâlet/peygamberlik derecesi bakımından hepsi birbirine eşit oldukları hâlde, kendilerine verilen bazı nimet ve özellikler yönün)den bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. (Yüce) Allah, onlardan bazısı ile (arada vâsıta olmadan) konuştu (Hazret-i Mûsâ gibi), bazısını da (Muhammed “aleyhisselâm” gibi ki, bütün insanlara peygamber olarak gönderilmesi, ümmetinin diğerlerinden fazıletli kılınması, peygamberlerin sonuncusu olması, kendisine binlerce mu’cizenin verilmesi yanında Kur’ân-ı Kerîm gibi eşsiz bir mu’cizenin ihsan edilmesine benzer) derecelerle yükseltti. Meryem oğlu Îsa’ya beyyinât (ölüyü diriltme, anadan doğma görmeyenlerin gözlerini açma ve alaca hastalığına yakalananları iyi etme gibi mû’cizeler) verdik ve onu Rûhu’l-Kudüs (Cibrîl-i Emîn) ile kuvvetlendirdik. Eğer Allah (bütün insanların hidâyetini) dileseydi, peygamberden sonra gelen milletler, kendilerine (hidâyeti gösteren o) açık deliller (mû’cizeler) geldikten sonra (hak yoldan ayrılarak) birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat (Allahü teâlâ insanlarda kötülük ve şerlere düşkün nefis yarattı. Bu yönüyle insan meleklerden ayrıldı. Ancak insan, içten ve dıştan gelebilecek her türlü telkin ve tahriklere karşı koyabilecek bir irâde gücüyle mücehhez kılındı. Ayrıca peygamberler vâsıtasıyla hak ve bâtıl da gösterildi. Fakatinsanlar hakkı ve bâtılı kabul edip etmeme konusunda nefis ve diğer güçlerle mücadelede) ayrılığa düştüler. (Sonunda) kimi (irâdesini hakkı/dini kabul etme yönünde kullanarak) îman etti, kimi de inkâr etti. (Yine) Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi. (Hayata nizam veren ve onun kanunlarını koyan, her şeye kâdir ve her şeyi yaratan Hak teâlâdır. Eğer insanlar irâdelerini bâtılveya şer yönünde kullanırlarsa, yüce Allah da onların fiillerini yaratır. Böylece onlar, küfre saplanmış veya haram işlemiş olurlar. Bu durumda kişi, sorumluluktan kurtulabilmek için “Allah dileseydi bu haramı işlemezdim.” diyemeyeceği gibi, “Allah benim düşündüğüm, planladığım hayrı dilemeye ve yaratmaya mecburdur.” da diyemez.) Şu var ki Allah, dilediği şeyi yapar. (Çünkü mülk, O’nundur. Dilediği tasarrufta bulunur. Yüce Allah, âdildir; asla zulmetmez. İnsanı sebepler âleminde yaratmıştır. Sebepleri ve sebepler arasındaki bağlantıyı da açıklamış ve insanı bu nizama uymakla sorumlu tutmuştur. Bu çerçevesinde akan dünya hayatında dilediğini fazlı ile başarıya ulaştırmakta, dilediğini de adli ile başarısız kılmaktadır.)
2/254. Ey îman edenler, alış verişin (kurtulmak için fidyenin), dostluğun (yardım etmenin veya musamaha ile karşılamanın) ve (Allah’tan izinsiz) şefâatin olmadığı bir gün (kıyâmet günü) gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infâk edin (zekâtınızı ve sadakalarınızı verin). (Allah’a veya farzlara inanmadıklarından dolayı zekât vermeyi terkeden) kâfirler, zâlimlerin ta kendileridir.
 2/255. (O yüce) Allah ki, O’ndan başka (ibâdet edilmeye lâyık bir) ilâh yoktur. (O, zâtı ve sıfatları itibariyle vardır. Vâcibü’l-vücûdtur/varlığı lâzım ve kendindendir. O, birdir. Doğmamış ve doğurmamıştır. Eşi ve çocuğu olmaktan berîdir/uzaktır. O, hiç bir şeye muhtaç olmadığı gibi her şey O’na muhtaçtır. O, kadîmdir/varlığının öncesi, başlangıcı yoktur ve bâkîdir/varlığı sonsuzdur. Ezelden ebede/öndeki sonsuzdan, sonraki sonsuza kadar, kelâm sıfatı ile söylemektedir. Her şeyi işitmekte, görmekte ve yaratmaktadır. O’ndan başka yaratıcı yoktur.) (O,) hayy (diridir ki, kâmil sıfatlarla sıfatlanmış olup her şeyi bilen, her şeye kâdir olan, zât ve sıfatlarında herhangi bir değişikliğin olması muhâl olan ve varlığı her an devam edendir) ve kayyûm (varlığı kendinden olan,yarattığı bütün varlıkları idâre eden, ayakta tutan ve koruyan)dır. O’nu ne (âcizliğin, dalgınlığın ve gafletin bir sonucu olan) bir uyuklama tutar, ne de bir uyku. Göklerde ve yerde (canlı ve cansız) ne varsa, hepsi O’nun (mülkü ve idâresi altında)dırO’nun (azameti, kibriyâsı ve celâlı o kadar yücedir ki) izni olmadan onun katında (meleklerden, peygamberlerden ve diğer varlıklardan) kim şefâat edebilir (ve kim konuşabilir)? O, onların (insanların) önlerinde ve arkalarında (yapmış ve yapacak veya açıklamış ve gizlemiş yahut dünya ve âhirete ait) olan (her şey)i(ni) bilir. (O’na hiçbir şey gizli kalmaz.) Onlar (insanlar), (yüce Allah’ın) dilediği hâriç ilminden (bildirdiklerinden) hiçbir şeyi kavrayamaz (bilemez)ler. O’nun Kürsî’si (azameti veya kudreti ve mülkü yahut ilmi veyahut Arş’ı), gökleri ve yeri kaplamıştır. (O yüce Allah, gökler ve yer dahil bütün kâinâta/evrene hükmetmektedir.) Onları (gökleri ve yeri) korumak (ve gözetmek), ona ağır gelmez. O, aliyydir (mekânı, yönü, eşi ve benzeri olmaktan uzaktır; çok yücedir) (ve) azîmdir (cisimlere mahsus miktar, hacim ve cihet düşünülmeksizin kibriya sâhibi ve yarattıklarının üzerinde kahhâr -gâlib- olarak çok büyüktür).
2/256. Dinde (hak dine, İslâm’a girişte) zorlama yoktur. (Îman, esas itibariyle kulun kendi irâdesiyle karar vermesi, kalbin de onu tasdîk etmesi/onaylamasıdır. Dilin söylemesi, o kişinin bulunduğu toplumda Müslüman muamelesi görmesiyle ilgilidir.) Rüşd (îman veya hak yahut hidâyet), gayydan (küfürden veya bâtıldan yahut sapıtmadan) (açık delillerle) ayrılmış (ve meydana çıkmış)tır. Kim tâğût(şeytânı veya putları yahut Allah’a ibâdet etmeye mâni olan şeyleri) inkâr edip (reddedip, onlardan yüz çevirip) Allah’a (O’nu birleyerek ve Resûlünü kabul ederek) îman ederse, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa (hakka, İslâm dinine) yapışmıştır. Allah (mü’minin îman ve kâfirin inkâr sözlerini) işitendir (ve) (niyetleri ve yapılanları hakkıyla) bilendir.
2/257. Allah, îman edenlerin velisi (dostu ve yardımcısı)dır. Onları (hidâyetiyle ve muvaffak kılmasıyla) zulümât (olan küfür, dalâlet, cehâlet ve şüphelerin karanlıkların)dan (kurtarıp) nûr (olan îman ve hidâyetin aydınlığın)a çıkarır. Kâfirlerin dostları da tâğût (şeytanlar veya küfür ve dalâlete sürükleyenler)dir. (O da) onları, nûr (aydınlık)tan (koparıp) zulümât (karanlıklar)a çıkarır. İşte onlar, ateş (cehennem) ashâbı (arkadaşları)dır, orada ebedî (sürekli, sonsuz) kalacaklardır.
2/258. (Yüce) Allah, kendisine mülk (ve hükümdarlık) verdi diye (azgınlık ve taşkınlıkta bulunarak) Rabbi hakkında (peygamberim) İbrâhîm’le tartışan (Nemrûd’)u görmedin (bilmedin) mi? Hani İbrâhîm (“aleyhisselâm”) ona: “Benim Rabbim O’dur ki hem diriltir, hem de öldürür” demişti. O (ilâhlık iddiasında bulunan Nemrûd) da: “Ben de yaşatır ve öldürürüm” demiş (ve iki adam çağırıp birini öldürmüş, diğerini de affetmiş, güya kendisine göre dirilttiğini söylemiş)ti. (Bunun üzerine Hazret-i) İbrâhîm: “(Benim Rabbim olan) Allah, güneşi doğudan getirir, (hadi) sen de (mademki ilâhım diyorsun) onu batıdan getir!” deyince, o kâfir adam şaşırıp kalmıştı. (Yüce) Allah, zâlim (hidâyeti kabul etmemeye direnerek kendilerine zulmeden) bir toplumu (küfür ve zulmü terk etmedikleri müddetçe) hidâyete (hak yola) erdirmez.
2/259. Yahut o kimse (Hazret-i Uzeyr) gibisini (görmedin/bilmedin mi) ki, (yanında bazı yiyecekler olduğu hâlde merkebine binmiş olarak evlerinin) çatıları çökmüş, duvarları da üstüne yıkılmış ıssız bir kasabaya (Beyt-i Makdis’e) uğramıştı1(Hazret-i Uzeyr, o kasabayı görünce, şüphe etmeksizin kendi kendine:) “Allah burasını (ehlini) ölümden sonra acaba nasıl diriltecek?” demişti. Bunun üzerine Allah onu yüz sene öldürdü, sonra diriltti. (Yüce) Allah “Ne kadar kaldın?” diye sordu. O da: “Bir gün yahut bir günden az.” dedi. Allah buyurdu ki: “Hayır, yüz sene kaldın. (Buna rağmen) yiyeceğine, içeceğine bak, (gördüğün gibi onlar) hiç bozulmamış. (Fakat bir de) merkebine bak. (Baktığında nasıl çürüdüğünü ve kemik yığını hâline geldiğini görmüştü.) (Bütün bunlar,) seni insanlara bir ibret vesilesi kılmamız içindir. (Şimdi o merkebin) kemiklerine bak, onları nasıl birleştirip, sonra onlara et giydiriyoruz” dedi. Bu ona apaçık belli olunca, “Artık (yakînen) biliyor (ve inanıyor)um ki, “Allah, hakikaten her şeye kâdirdir.”
1 Belgelere göre, Buhtunnasr, İsrâîl oğulları ile savaşmış, bir çoğunu esir almış ve Beyt-i Makdis’i de harap etmişti. Esirler içinde Hazret-i Uzeyr de vardı. Bk. Râzî.
2/260. (Resûlüm) İbrâhîm de bir zaman: “Ey Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. (Yüce) Allah da: “(Diriltmeye kâdir olduğuma) inanmadın mı?” dedi. (Hazret-i İbrâhîm): “Hayır (inandım, ya Rabbi), fakat kalbim itminâna kavuşsun (içim rahat olsun) diye (görmek istedim) dedi. Bunun üzerine (yüce) Allah: “O hâlde dört (çeşit) kuş tut, onları kendine (yaklaştırıp) alıştır (incele, şekil ve durumlarını tanı), sonra (onları kes ve iyice karıştır. Sonra) her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra onları (kendine) çağır. (Göreceksin, her parça birleşip hepsi) koşarak (hızla) sana gelecekler. Bil ki, şüphesiz Allah, azîz (mağlûp olmayan ve acze düşmeyen yegâne gâlip; hiçbir varlığın engelleyemeyeceği kâdir)dir (ve) hakîm (işlerin sonuçlarını hakkıyla bilen)dir.
2/261. Mallarını Allah yolunda (tâatinde) infâk eden (harcayan)ların durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren bir tanenin durumu gibidir. (Yüce) Allah dilediğine (fazlı ile ihlâs durumuna göre) kat kat (hatta daha da fazlasını) verir. Allah(‘ın lütfu çok) geniştir (ve) (infâk edenin niyetini, hak yolda verilen miktarı ve kime kat kat vereceğini en iyi) bilendir.
2/262. Mallarını (cihâd ve hayır gibi) Allah yolunda harcayıp da sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin, Rableri katında ecirleri (mükâfatları)vardır. Onlar için artık (âhirette azap görmede konusunda) bir korku yoktur ve onlar (ömürlerini boş yere harcama gibi dünyada geri bıraktıklarıyla ilgili) üzülmeyeceklerdir de.”
2/263. Ma’rûf (güzel) bir söz ve (dilenen kimseye güzelce karşılık vermek, eğer ısrar ederse onu) bağışlamak, peşinden eza gelen (başa kakarak veya bir şey isteyeni, dilenciyi ayıplayarak verilen) bir sadakadan iyidir. (Yüce) Allah, (başa kakarak hayırda bulunan kimsenin yaptığı iyilikten) ganî (zengin)dir (ve) hâlîm (inciterek iyilik yapanın cezasını vermekte acele etmeyen)dir.
2/264. Ey îman edenler, insanlara riya (gösteriş) için malını verip Allah’a ve âhiret gününe inanmayan (münâfık) adam gibi, başa kakmak ve eza vermek (kalp kırmak) suretiyle sadaka (iyilik ve hayır)larınızı iptal etmeyin (boşa çıkarmayın). Böyle hareket eden kimsenin durumu, üzerinde az toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer ki, şiddetli bir yağmur yağdığında (üstündeki toprağı temizleyerek) onu sert bir taş hâlinde bırakır. Kazandıklarından (gösteriş yaparak infâk ettikleri, sadaka verdikleri mallarından) bir şey (sevap)elde edemezler. (Yüce) Allah, kâfir toplumunu (riyâbaşa kakma ve ezâ gibi davranışları helâl saydıkları ve terk etmedikleri müddetçe) hidâyete (hak yola) erdirmez.
2/265. Allah’ın rızâsını kazanmak ve kalplerindeki (îma)nı sağlamlaştırmak için mallarını (hayır yolunda) harcayanların durumu, bir tepe üzerinde bulunan, bol yağmur düşünce, ürününü iki kat veren, bol yağmur almasa bile (kendisinde bir) çisinti (ve nem) bulunan (güzel) bir bahçeye benzer. (Yüce) Allah, yaptıklarınızı (infâklarınızın keyfiyetini, ne kadar olduğunu, insanı Allah yolunda vermeye sevkeden sebepleri, riya ve ihlâs bakımından durumunuzu) hakkıyla gören (bilen)dir.
2/266. Sizden biriniz (hiç) ister mi ki, kendisi ihtiyarlamış ve çocukları da çalışamayacak kadar küçük olduğu bir hâlde, (ağaçları) altından ırmaklar akan, içinde her çeşit meyvenin bulunduğu hurma ve üzüm bağlarından meydana gelen bahçesine birden ateşli bir kasırga gelsin de onu yakıp kül etsin? (Elbette bunu hiç kimse arzu etmez.) (İşte dünyanın geçici olduğunu) düşünmeniz (ve bâki olan âhirete yönelmeniz) için Allah size âyetleri(ni) böyle açıklar.
2/267. Ey îman edenler, kazandığınız (her çeşit mal)ın temiz (helâl ve iyi)lerinden ve sizin için rızık olarak yerden çıkardığımız (hububat ve meyvaların da temizlerin)den infâk edin (zekât ve sadaka verin). Göz yummadan (iğrenmeden, tiksinmeden) alamayacağınız kötü (ve fena) şeyleri sadaka olarak vermeye kalkmayın. Bilin ki şüphesiz Allah, (sizin nafakalarınızdan) ganîdir (zengindir. O’nun sizin nafakalarınıza ihtiyacı yoktur) (ve) (O, her zaman ve hâlde) hamîddir (size çeşitli nimetleri lütfettiği için övülmüştür. O, her hamde, övgüye lâyıktır).
2/268. Şeytan sizi fakirlikle korkutur, (fakir düşeceğinizi söyleyerek sizi sadaka vermekten, hayır yapmaktan alıkoymak ister) ve size fahşâyı (cimriliği ve zekât vermemeyi) emir (telkin) eder. Allah ise size kendi tarafından mağfiret (Allah yolunda harcamalarınız sebebiyle günahlarınızı bağışlamayı) ve (dünyada yaptığınız iyilikten) daha fazlasını (veya bundan dolayı âhirette sevap vermeyi) vaadeder. Şüphesiz Allah(‘ın lütfu) geniştir. (Allahü teâlâ, fazlı ve ikramını dilediklerine genişleten ve ihsanı bol olandır.) (O, infâk edeni, Allah yolunda hayır yapanı hakkıyla) bilendir.
2/269. (Allahü teâlâ) hikmeti (amel etmeye, rızasını kazanmaya götüren faydalı ilmi veya Kur’ân ve sünnet ilmini yahut dinde aklı, anlayışı ve îsabetli görüşü) dilediğine verir. Hikmet verilen kimseye (ebedî saâdet yolunda olduğu için) çok hayır verilmiştir. Bunu ancak (vehim ve şüphelerden arınmış sağduyu, selîm) akıl sâhipleri düşünüp anlar (bundan ibret alırlar).
2/270. (Zekât veya sadaka olarak) yaptığınız her infâkı (harcamayı) yahut (Allah’a itâat veya isyan yolunda) adadığınız her nezri (adağı) muhakkak Allah bilir (ve Allah yolunda olan adaklarınız için size mükâfat verir). (Günah işlemek için adakta bulunan veya sadaka vermeye engel olan ve adaklarını yerine getirmeyen) zâlimlerin (âhirette) yardımcısı yoktur (ve o kâfirlerihiç kimse Allah’ın azâbından da kurtaracak değildir).
2/271. (Nâfile olan) sadakaları açıktan verirseniz, o ne güzel (bir davranış)tır! Eğer onları gizlice fakirlere verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. (Böylece Hak teâlâ)günahlarınızdan bir kısmını örter (af eder). (Yüce) Allah, (bütün) yaptıklarınızdan haberdardır. (İşlerinizin zâhirini [dış görünüşünü] bildiği gibi bâtınını [iç yüzünü] de bilir. O’nun için hiçbir şey gizli değildir.)
2/272. (Ey Resûlüm!) Onları (Müslüman olmadıkları için sadaka verilmek istenmeyen veya başa kakarak ve kalbi kırılarak yardım edilmek istenen insanları) hidâyete erdirme (İslâm dinini kabul ettirme) senin üzerine bir borç değildir. (Resûlüm, senin görevin ilâhî vahyi tebliğ ve ona davettir.) Dilediği kimseleri (irâdelerini İslâm dinini kabulü yönünde kullananları) hidâyete erdiren (hidâyetini yaratan) ancak Allah’tır. (Allah yolunda) verdiğiniz her mal, kendi (iyiliği)niz içindir. Zaten siz (müminler,) ancak Allah’ın rızâsını kazanmak için verirsiniz. İnfâk ettiğiniz (yaptığınız) her hayır(ın sevabı, niyetinize ve ihlâsınıza göre), size (kat kat) ödenir. Sizler (bu konuda) asla zulme (haksızlığa) uğratılmazsınız.
2/273. (Sadakalarınız) kendilerini Allah yoluna (cihada) adamış fakirler içindir. Onlar (ticaret ve geçim için) yeryüzünde gezip dolaşamazlar. (Hâllerini) bilmeyen(ler) de, iffetlerinden (hayâlarından, istemekten çekindiklerinden) dolayı onları zengin zanneder(ler). Sen onları simâlarında(ki sıkıntı ve mütevâzîliklerinde)n tanırsın. Onlar, yüzsüzlük edip de insanlardan birşey isteyemezler. Siz, ne mal infâk eder (Allah yolunda verir)seniz, şüphesiz Allah, onu hakkıyla bilir (ve mükâfatını verir).
(Bu âyet-i kerîme ehl-i suffa hakkında inmiştir. Onlar, Muhâcirlerden olup 400 kişi idiler. Kendilerini ilme ve cihâda vermişlerdi. Bk. Celâleyn.)
2/274. Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık olarak Allah yolunda infâk eden (veren)lerin mükâfatı, Rableri katındadır. Artık onlar için (âhirette azap görme konusunda) bir korku yoktur ve onlar (ömürlerini boş yere harcama gibi dünyada geri bıraktıklarıyla ilgili) üzülmeyeceklerdir de.
 2/275. Ribâ (fâiz) yiyenler, (mahşerde (mezarlarından) ancak şeytan çarpmış (saralı hasta) kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların: “Zaten alışveriş de ribâ (fâiz) gibidir.” demeleri yüzündendir. Hâlbuki Allah, alış-verişi helâl, ribâyı (fâizi) haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir mev’ize (öğüt) gelir de (o öğüte uyarak fâizcilikten) vazgeçerse, geçmişte (yasaktan önce) olan(lar, aldıkları fâiz) kendisinindir (onu geri ödemez. Fâiz haram edildikten sonra ancak ana parayı alabilir) ve (fakat yasak geldikten sonra) onu (fâizi yiye)n (kimsenin) işi, Allah’a kalmıştır (Allah dilerse ona azap eder, isterse onu bağışlar). Kim tekrar (haram olduğuna inanmadan fâiz alıp vermeye) dönerse, onlar ateş ashâbıdır (cehennemliktir. Kâfir oldukları için), orada ebedî (sonsuz) kalacaklardır.
2/276. Allah, ribâyı (fâizi, fâizli malın bereketini) yok eder, (zekâtı ve) sadaka(sı) verilen (mal)ları (ise bereketli kılar ve sevabını kat kat) artırır. (Yüce) Allah, (fâizi helâl sayarak)küfürde ısrar eden (ve) (fâiz yiyerek) günah işlemeyi sürdüren hiç kimseyi sevmez. (Onu azâba çeker.)
2/277. Îman eden, sâlih amel (Kitap, sünnet ve akla uygun işler) yapan, (beş vakit) namazı (vaktinde ve dosdoğru) kılan ve zekâtı verenler var ya, şüphe yok ki, onların Rableri katında ecirleri (mükâfatları) vardır. Onlar için (âhirette azap görme konusunda) hiçbir korku olmadığı gibi, onlar (dünyada bıraktıklarıyla ilgili) mahzun da olmazlar.
2/278. Ey îman edenler, Allah’tan (emirlerini yaparak ve haram kıldıklarından uzak durarak) korkun. Eğer Mü’minler iseniz, (câhiliye döneminde işlediğiniz) ribâ (fâiz hesabın)dan (henüz alınmamış) geri kalan kısmı bırakın (almayın).
2/279. Eğer böyle yapmazsanız (haram kılınan fâizi almaya devam ederseniz), Allah ve Resûlü ile bir savaş(a girmiş olduğunuzu) bilin. Eğer (fâiz alıp vermekden) tevbe ederseniz, ana malınız sizindir. Böylece (fâiz alarak) ne haksızlık etmiş, (asıl malınızı isteyerek) ne de haksızlığa uğramış olursunuz.
2/280. Eğer (borçlu kişi,) sıkıntıda ise, kolaylığa çıkıncaya (eli genişleyinceye) kadar onu beklemek (ona mühlet vermek, zaman tanımak gerekir). (Bununla beraber) eğer bilirseniz, (alacağınızı) sadaka olarak bağışlamanız, sizin için daha hayırlıdır.
2/281. Öyle bir günden (kıyâmet gününden) (dinde emirleri yaparak ve haram kılınanlardan uzak durarak) korkun ki, o gün (hesap vermek üzere) Allah’a döndürülecek (Allah’ın huzuruna çıkarılacak)sınız. Sonra (o gün) herkese (hayır ve şerden) kazandığının karşılığı tamamen ödenecek ve onlara asla (sevapları eksiltilmek veya günahları çoğaltılmak suretiyle)haksızlık edilmeyecektir.
2/282 Ey îman edenler! Birbirinize belirli bir süre için borçlandığınız zaman (bir vesika olması ve anlaşmazlıklara yol açmaması bakımından) onu (borç anlaşmasını) yazın (senet yapın). İçinizden (kendisine güven duyulan) bir kâtip onu adâletle (doğru olarak) yazsın (ki, malda ve ödeme vaktinde bir fazlalık veya bir noksanlık olmasın). Katip, Allah’ın kendisine (yazı yazmasını) öğrettiği (ve bu şekilde kendisine iyilik ettiği) gibi (o, böyle bir göreve çağrıldığı zaman) yazmaktan çekinmesin (iyilik etsin ve her şeyi olduğu gibi) yazsın. Üzerinde (başkasına ait)hak olan (borçlu) da (borcunu ikrar ederek) yazdırsın ve Rabbi olan Allah’dan korksun da o haktan (borcundan) hiçbir şey eksiltmesin. Eğer borçlu, sefih (savurgan, malını tasarruf etmekten alıkonan) veya zaîf (küçük, deli ve bunak) yahut bizzat yazdırmaya gücü yetmeyen (dilsiz veya dil bilmeyen yahut kendi lehine ve aleyhine olan şeyleri bilemeyen kimse) ise, velisi, doğru olarak yazdırsın. (Bu borç alıp verme işinde, hür, Müslüman ve bulûğa ermiş) erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun. Eğer iki erkek (şahit) bulunmazsa, o hâlde, râzı olacağınız(doğruluğuna güvendiğiniz) şahitlerden bir erkekle iki kadın olsun ki, (o kadınlardan) biri unutursa, diğeri ona hatırlatsın. Şahitler, (şahitlik için) çağrıldıkları zaman (gitmekten ve ifâde vermekten) kaçınmasınlar. Borç az olsun, çok olsun, onu vadesiyle beraber yazmaktan üşenmeyin. Bu (yazma işi), Allah katında en âdil (doğru), şahitlik için en sağlam ve şüpheyi gidermeye en yakın olanıdır. Ancak aranızdaki ticaret (alış veriş) peşin olursa, onu yazmamakta size bir günah (sorumluluk) yoktur. Alış veriş yaptığınız zaman da (herhangi bir anlaşmazlığa düşmemek için) şahit tutun. Ne kâtip, ne de şahit (önemli işlerinden alıkonulması, ücretlerinin verilmemesi, kendilerine baskı yapılması ve uygunsuz tekliflerde bulunulması gibi sebeplerle) asla zarara uğratılmasın. Eğer (bunu) yaparsanız (onlara zarar verirseniz), muhakkak sizin için bir fısk (emrin ve tâattin dışına çıkmak) olur. (Emirleri ve yasakları hakkında)Allah’tan korkun, Allah size (işlerinizi nasıl yapacağınızı) öğretiyor. (Yüce) Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.
2/283. Eğer siz seferde (yolculukta) olup (borç alışverişi yapmak isterseniz) ve (borcu) yazacak bir kâtip bulamazsanız, o zaman (borca karşılık) alınan (veya alınacak) rehinler (yeterlidir). Şâyet birbirinizden eminseniz (rehin almayın.) (Bu durumda) kendisine emniyet duyulan (güvenilen) kişi (borçlu), Rabbi olan Allah’tan korksun da (üzerindeki) emânet(borcunu) ödesin. (Borcun ödenmemesi durumunda görüp bildikle­rinizle ilgili olarak) şâhitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse (gördüğü, bildiği hâlde şâhitlik yapmaz veya gördüğü ve bildiğini inkâr ederse), şüphesiz kalbi günahkârdır. (Bu yanlış davranışıyla Müslüman kardeşinin hakkının zayi edilmesine sebep olmuş ve azâbı hak etmiş olur.) (Yüce) Allah, yaptıklarınızı hakkıyla bilicidir.
2/284. Göklerde ve yerde (yeryüzünde) olanların hepsi Allah’ın (mülkü ve yaratığı)dır. İçinizdekileri açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi (âhirette) onunla hesaba çeker (kalplerinizden geçirdiklerinizi size bildirir). Sonra dilediğini mağfiret eder (af eder), dilediğine azap eder. Allah, her şeye kâdirdir. (O’nun sizi hesaba çekip cezalandırması, her şeye kâdir olduğunun delillerindendir.)
(Bu âyet-i kerîme ile ilgili İslâm âlimleri şu açıklamayı yapmışlardır:
Ahbârın -hâdise ve kıssaların- neshedilmesi caiz değildir. Nesih, ancak emir ve nehiylerde caizdir. Dolayısıyla bu âyet, mensûh değildir.
İnsan, kalbine iyice yerleştirip gerçekleştirmeye azmettiği şeylerden sorumludur; hoşlanmadığı, fakat içinden de bir türlü söküp atamadığı şeylerden sorumlu değildir. Bk. Râzi.
Hadis-i Şerifte buyrulmuştur:
“Şüphesiz Allah, ümmetimin içinden geçirdiklerini işlemedikleri veya konuşmadıkları müddetçe affetmiştir. Bk. Buhârî, 2528. Ebû Dâvûd, 2209. Tirmizî, 1183. Nesâî, 6/156-157. İbn Mâce, 2044. Ahmed, Müsned; 2/255.
Cumhûr, bu hadis-i şerifte geçen kötü ve günah olan şeyleri “insanın içinden geçirmesi”, hata ve yanılma sonucu olduğundan, af edilir. Yoksa azmedip kesin karar verdikleri hususlar bunun dışındadır, demiştir. Nitekim; İmâm Mansûr Mâturîdî ve Şemsu’l-eimme el-Hulvânî de bu te’vîli benimsemişlerdir.
Ancak bir âyet-i kerîme’de şöyle buyrulmuştur:
“Mü’minler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara, dünya ve âhirette çok acıklı bir azap vardır. Allah her şeyi bilir, siz bilmezsiniz.” Bk. Nûr, 19.
Nitekim, Hazret-i Âişe “radıyallahu anhe”den nakledilmiştir ki: “Kul, herhangi bir masiyete niyet eder de, onu işlemezse, bundan dolayı o kimse dünyada başına gelebilecek bir gam, keder ve sıkıntı ile cezalandırılır.” Bk. Nesefî ve Râzî.
İbn Abbâs “radıyallahu anh”dan da şöyle nakledilmiştir:
“Allahü teâlâ, kıyâmet günü, bütün mahlûkâtı biraraya toplar ve onlara kalplerinden geçirdiklerini haber verir. Mü’minlere haber verir ve sonra onları affeder.
Günahkârlara da, kalplerinden geçirdikleri küfür ve günahları haber verir. Onları muâheze eder.” Bk. Râzî ve Kurtubî.
Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer, Abdurrahmân ibn Avf, Muâz “radıyallahu anhüm” ve bazı mü’minler, Hazret-i Peygamber “aleyhisselâm”a gelerek, “Ya Resûlallah! Biz, güç yetiremiyeceğimiz amellerle mükellef tutulduk. Çünkü, hiç şüphe yok ki içimizden birisi, kalbinde yer almasını istemediği şeyleri hatırından geçirebilir. Üstelik o kimse dünyadadır...” dediler.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber:
“Belki de sizler İsrâil oğullarının, “İşittik, ama isyan ettik” [Nîsa, 46] dedikleri gibi demek istiyorsunuz. Sizler, “İşittik ve itâat ettik” [Bakara, 285] deyiniz.” buyurdu. Bu cevap, onlara çok ağır geldi. Onlar, bu konuda bir yıl beklediler. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ: “Allah, hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez…” [Bakara, 286] âyetini indirdi. Bk. Râzî.)
2/285. Peygamber (Muhammed aleyhisselâm), Rabbinden kendisine (vahiy olarak) ne indirildiyse ona (Kur’ân’a) îman etti. Müminler de (îman etti). Hepsi (onlardan herbiri)Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine îman etti. “Biz Allah’ın peygamberleri arasında (Yahûdi ve Hıristiyanların yaptığı gibi bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak suretiyle) ayırım yapmayız (dediler).
Ve dediler ki: (Bizlere tebliğ edilen emirleri, vahiyleri) işittik ve (onları kabul ederek) itâat ettik. Ey Rabbimiz, mağfiretini isteriz (af edilmemizi dileriz), (âhirette) dönüş ancak sanadır (senin huzurunda hesap vermek üzere toplanacağız).
 (Bundan önceki âyet-i kerîme [Bakara, 84] nâzil olduğu zaman, Mü’minler vesvese gibi kalplerinden geçenlerden hesaba çekilmenin üzerlerine ağır geldiği konusunda endişelerini beyan edince, bu âyet-i kerîme [Bakara, 2/86] nâzil olmuştur.)
2/286. (Yüce) Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. Herkesin kazandığı (hayır, iyilik, sevap) lehine, yaptığı (şer, kötülük) de aleyhinedir. (Hiç kimse başkasının günahından dolayı sorumlu tutulmaz.) Ey Rabbimiz, eğer unuttuk veya hata ettikse (bir kastımız olmadan doğru olanı terk ettikse, önceki ümmetleri onunla hesaba çektiğin gibi)bizi hesaba çekme! Ey Rabbimiz, önceki (ümmet)lere (İsrâil oğullarına tevbede kendilerini öldürmelerini, zekâtta malın dörtte birini vermelerini, elbisenin pislenen yerini kesmelerini)yüklediğin gibi bize ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü (taşımaya katlanamayacağımız sıkıntı, belâ ve azâbı) da yükleme! Bizi(m günahlarımızı) af eyleBizi(m ayıplarımızı ve kusurlarımızı da) mağfiret eyle (ört, bizi utandırma ya Rabbi!). (Fazlını, ihsanını göndererek ve mizanda sevabımızı ağır kılarak) bize rahmet eyle! (Biz kuluz ve her şeyimizle sana muhtacız.) (Sen) bizim Mevlâmız (seyyidimiz, yardım edenimiz ve bütün işlerimizin yaratanı ve idâre edeni) ancak sensin. (Senin gönderdiğin İslâm dinini kabul etmeyen) kâfir kavimlere (ve düşmanlara) karşı bize yardım eyle (Allah’ım)!