EL-HASÂİSU'L-KÜBRÂ | KAVMİNİN O'NA BÜYÜK SEVGİ VE SAYGISI

 Yâkub bin Süfyân ve Beyhekî İbn-i Şihâb'dan... O demiştir ki: "Kureyş Kabe'yi yeniden yaparken sıra Haceru'l-Esved'in yerine konulmasına gelince, büyük bir ihtilâfa düştü. Onu hangi kabilenin yerine koyacağim tayin edemiyorlardı. Dediler ki: "İlk gelecek olan zâtı hakem tayin edelim!" Bunu kabul edip anlaştılar. Derken Resûlüllah çıkageldi. Bu sırada kendisinin yaşı Otuz beş idi. O'nu hakem tayin ettiler. O da Haceru'l-Esved'in bir yaygı içine konulmasını ve yaygimn her tarafından bir kabile reisinin tutarak hep beraber yerine konulmasını teklif etti... Hepsi bunu kabul ettiler ve böyle yaptılar. Hep beraber onu konulacağı yere kadar kaldırdılar, Peygamberimiz de onu yaygıdan alıp yerine kendi eliyle koyuverdi. Böylece üzerinde şiddetle ihtilaf edilen bu nıes'eie halledilmiş oldu... Sonra yaşı ilerledikçe O'nu daha çok sever ve sayar oldular. Kendisini sadece El-Emîn diye çağırmaya başladılar. Hattâ hiç biri, Peygamher'e dua ettirmeksizin hayvanim boğazlamaz oldu... O da onların hayrına dua ediverirdi."

Ebû Nuaym ile İbn-i Sa'd'ın çıkardığı bir habere göre, İbn-i Abbâs ve Muhammed bin Cübeyr bin Mut'im şöyle demişlerdir: "Peygamber Efendimiz Haceru'l-Esved'i yerine koyduğu zaman, Necid halkından bir adam gidip bir taş getirdi ve bununla Haceru'l-Esved'i yerine güzelce sıkıştırması için Peygamberimiz'e vermek istedi. Abbâs buna itiraz etti ve kendisi bir taş alarak Hacer'i bununta bağlayıp sıkıştırması için Peygamberimiz'e verdi. Peygamberimiz de öyle yaptı. Necidli adam öfkelenerek şöyle söylenmeye başladı: "Malları, akılları, yaş ve başları yerinde, üstelik Mekke'nin eşrafı olan bir kavnıe ne demeli bilmem? Bu ne kadar şaşılacak bir iş? Küçük yaştaki Muhammed'i hakem yaparak Hacer'i onun eliyle yerine koyuyorlar! O'nu başa geçiriyorlar! Hepsi O'nun sözünü tutup kendisine hizmetçi oluyorlar! Bu gidişle vallahi bu adam, her hususta hepsini geride bırakıp nasibleri de kendi eliyle dağıtacak bir mevkie gelecek! Kureyş de buna engel olamayacak!..." O gün, bu şekilde söylenen adamın, îblîs olduğu söylenir..."

İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir Dâvûd bin Husayridan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Resûlüllah Efendimiz, kavminin her bakımdan en faziletlisi olarak büyüdü; hepsinin en güzel ahlaklısı O idi. Mürüvette ve hoşgörüde en ileri olan O idi, en iyi komşu idi. Hılim, emânet ve sadâkat bakımından hepsinden önde idi, çirkin söz söylemekten en uzak olan da yine o idi. O'nun şu veya bu ile çekişip cidalleştiği görülmemiş­tir... Kavmi yanında O, o kadar emindi ki, kendisini ancak El-Emîn diyerek çağırıyorlardı."

Ebû Nuaym Mücâhid'den şöyle nakleder: "Bana efendim Abdullah bin es-Sâib söyledi. Şöyle ki: "Ben, câhiliye zamanında Peygamberimi­zin ortağı idim. Ben Medine'ye gittiğimde bana:

- "Beni tanıdın mı?" diye sordu. Ben de:

- "Evet yâ Resûlallah. Sen benim ortağımdın, hem de ne güzel bir ortak. Kimseyle çekişip didişmezdiniz" diye karşılık verdim.

Ebû DâvûdEbû Ya'lâİbn-i Münde ve Harâitî, Abdullah bin Ebû'l-Hamsâ'dan şöyle rivayet ederler: "Ben, Peygamber Efendimiz'e Peygamberlik verilmezden önce kendisinden birşey satın almış ve O'na biraz borcum kalmıştı... Kendisine:

- "Burada bekle, kalanim getirip vereyim" demiştim. Ben bu maksatla oradan ayrıldım, fakat o gün ve ertesi gün bunu tamamen unutmuşum. Üçüncü günü hatırladığımda derhal oraya koştum, kendisinin hâlâ orada beklemekte olduğunu gördüm. Tabiî bende olan alacağım da verdim. O bana dedi ki:

- "Bu kadar bekletmekle şüphesiz bana sıkıntı vermiş oldunuz! Tam üç gün beni burada beklettiniz."

Rubeyyi bin Haysem'den İbn-i Sa'd'in çıkardığı haber ise şöyledir: "İslâm'dan önceki câhiliye devrinde, Kureyş büyükleri bazı ciddî mes'elelerde, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) hakemliğine başvururdu." [1]

Peygamberimizin Hadice Adına Şam'a Ticaret Kafilesi Çıkardığı Zaman Meydana Gelen Alâmetler

İbn-i İshak der ki: Hadîce, bir ticaret kafilesi hazırlayıp Şam'a çıkarması için arzusunu O'na söyledi. O da kabul edip ticaret kafilesi ile Şam'a hareket etti. Yanında Meysere de vardı. Meysere Hadîce'nin köle­si idi. Şam'a vardıkları zaman bir manastır yakimndaki ağacın altında konakladılar. Manastırın sahibi olan rahip Meysere'ye gelerek ağacın altında istirahat etmekte olanın kim olduğunu sordu. Meysere de: "O, Harem-i Şerif halkından ve Kureyş'ten bir adamdır" dedi. Râhib: "Bu ağacın altında ancak bir Peygamber konakladı" diye mukabelede bulun­du, îddiâ ederler ki Meysere o rahîb'e, "iki meleğin yol esnasında Muhammed'i gölgelendirdiğini" söylemiş... Birlikte Mekke'ye geldikleri zaman Hatice'nin malim teslim ettiler. Hatice bu malın tamamim satışa arz etti. Yüzde yüz kazanç elde etti... Meysere Hatice'ye râhib'in sözlerini ve yol esnasında iki meleğin O'nu güneşten koruduğunu anlattı... Bu yüzdendir ki Hatice O'nunla evlenmeğe büyük bir arzu duydu ve evlendiler..."

(Bunu, aynen Beyhekî de rivayet etmiştir.)

İbn-i Sa'dEbû Nuaym ve İbn-i Asâkir, Nefise bint-i Münye'den rivayet eder: Demiştir ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yirmi beş yaşına girdiği zaman, Mekke'de kendisinin el-Emîn isminden başka bir adı yoktu... Hatice adına Şam'a ticaret kafilesini götürdüğü zaman Meysere de kendisiyle beraber idi. Busrâ'ya vardıkları zaman oradaki rahib:

- "Bu ağacın altında ancak bir Peygamber konakladı... Ey Meysere O'nun gözlerinde kırmızılık var mıdır?" dedi. Meysere

- "Evet" karşılığim verdi.

- "Bu kırmızılık bâzan geçer mi?" dedi. Meysere de:

- "Hayır" dedi. Râhib:

- "Öyleyse bu zat, bir Peygamberdir" diye konuştu...

Ticâret malim satarken birisi kendisine: "Lât ve Uzzâ adına yemin eder misin?" diye yemin vermek istedi. Peygamberimiz bunu kesinlikle red eyledi. Adam da: "Söz senin sözündür, hak olan budur!" dedi. Sonra Meysere'ye dönüp: "Bilesin ki bu zât Peygamber olacaktır. Bizını rahiplerimiz okuduğu kitaplarda bunu böyle bulmaktadırlar" diye ekledi. Kafile Mekke'ye döndüğü zaman Meysere, bu duyduklarim ve diğer olup bitenleri Hatice'ye anlattı... Hattâ Resûlüllah devesi üzerinde Mekke'ye girerken iki meleğin kendisini gölgelendirmekte olduğunu Hatice de gördü ve diğer kadınlara da gösterdi." [2]

Peygamberimizin Hatice ile Nikahlanması Hakkında Meydana Gelen Bir Fevkalâdelik

İbn-i Sa'd, Saîd bin Cübeyr'den, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet eder: "Mekke kadınları bir bayram gününü kutlamak üzere çıkmışlardı. Bir putun önünde toplanıp duruyorlardı. Bir erkek kişi suretinde birinin, kendilerine yaklaşarak şöyle nida etmekte olduğunu duydular: "Ey Mekke kadınları! Sizin beldenizde yakında bir Peygamber çıkacak, O'nun adı Ahmed olacak, Allah'ın elçiliği (ve son Peygamberlik vazifesi) O'nda olacak... İçinizden hangi kadın, O'nun eşi olma imkanım bulursa, O'na eş olmaya baksın!" Bu sesi duyan kadınlar kızıp hiddetlendiler ve o temsilî şahsı taşladılar, ona kötü sözler sarfedip lanetlediler... Hatice ise, sâdece sükût edip onu taşlama ve lanetleme işine hiç karışmadı."       “

Onun Peygamber Olarak Gönderilmesi Sırasında Görülen Bazı Özellik ve Mucizeler

Buhârî ve Müslim Âişe'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz'e ilk gelen vahiy, rüya şeklinde olmuştur. Şüphesiz bunlar, sâlih rüyalar idi. Her biri, sabah aydınlığı gibi hak olarak tecellî ediyordu. Sonra O'na, yalnızlık sevgisi verildi. Hirâ Dağı'na gider, orada ibâdete dalardı. Bunlar, ibâdetle geçirilen sayılı gecelerdi. Azığı tükenince döner gelir, Hatice de kendisine azık hazırlar, tekrar Hira'ya giderdi. Derken ansızın melek kendisine gelip hitap etti:

- "Oku yâ Muhammed!" Allah'ın Resulü ise buna:

- "Ben okumak bilmem!" diye karşılık vermiştir... Olayı bizzat kendisi anlatan Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Melek beni kucaklayıp iyice sıktı, o derece ki ben, canım çıkacak sandım. Sonra beni bıraktı ve:

- "Oku yâ Muhammed!" diye haykırdı. Ben de:

- "Ben okuma bilmem!" diyerek cevap verdim... Tekrar üçüncü defa olarak beni kucakladı ve iyice sıktıktan sonra bıraktı ve kuvvetli ve şiddetli bir sesle:

- "Oku yâ Muhammed!" diye haykırdı ve ilâve etti: "...Yaratan Rabbinin adı ile oku!..."

Melek, böylece bu beş âyeti baştan sonuna kadar okudu."'

İşte, olayı bu şekilde ve kendilerine ait ifâdelerle anlatan sevgili Peygamberimiz, vahiy meleğinin ayrılmasından sonra hemen koşarak ve mübarek kalbi çarparak evine döner. Hatice'ye hitaben:

- "Beni örtünüz, beni örtünüz!" der. Onu örterler. Bir müddet sonra korkusu ve ürpertisi gider. Kalkar ve yine Hatice'ye hitapla: "Gerçekten bana bir şey olacak diye korktum..." der ve olanları anlatır. Kendisini dikkatle dinleyen Hatice, şu karşılığı verir: "Ben Allah'a yemin ederim ki Allah seni utandırmayacaktır!... Çünkü sen akrabaya iyilik eder, doğruyu söyler, âciz ve zayıflara yardımcı olur, fakiri korur ve destekler, eşe-dosta ziyafetler verir, bir musibete uğrayanın imdadına koşarsın."

Hatice, bunları söyledikten sonra O'nu alarak Varaka bin Nevfel'e götürdü. Varaka, cahıliye zamanında hristiyanlığa geçmiş, kitabı Arapça yazan, İncil'i İbrânîce okuyan bilgili bir kimse idi. Hatice kendisine dedi ki:

- "Ey Amca oğlu, kardeşinin oğlu neler diyor, bir dinle." Varaka Peygamberimiz'e, "neler gördüğünü" sordu. Peygamberimiz de gördüklerini anlattı. Varaka:

- "Bu senin gördüğün, En-Nâmûs'tur, yâni Cebrâîl ve onun vâzıtasiyle gelen şerîattir ki, Mûsa'ya da aynen gelmişti" dedi ve ilâve etti: "Ah keşke benim bu hususta gücüm kuvvetim olsa! Keşke, onlar seni Mekke'den çıkaracakları zaman ben de hayatta olsam! Sana yardımcı bulunsam!"

Peygamberimiz:

- "Demek onlar beni Mekke'den çıkaracaklar mı?" dedi. Varaka:

- "Evet, hiçbir Peygamber gelmemiştir ki kavmi ona mutlaka düşman kesilmesin... Eğer ben o güne yetişecek olursam yâ Muhammed, hiç şüphen olmasın, sana yardımcı olurum! Hem öyle bir yardım ederim ki, düşmanlar da buna şaşar!"

Bu olaydan az bir zaman geçmişti ki, Varaka vefat etti ve sözünü ettiği günleri görmek ona nasib olmadı."

İmâm-ı Ahmed ve Beyhekî'nin rivayet ettikleri de bu mealdedir. Ancak onların Zührî tarîkinden sevkettikleri bu rivayette şu farklılık vardır: "...ve sonra vahyin arkası kesildi. Peygamberimiz bundan çok üzüldüler... Hattâ bize ulaşan haberlere göre, Peygamberimiz kapıldığı dayanılmaz hüzünlerin te'siri altında, dağın zirvesinden kendisini aşağı atmak için kaç defa zirveye kadar çıkmış, tam kendisini atacağı zaman Cebrâîl kendisine görünüp:

"Ey Muhammed, sen Allah'ın Resulüsün!" diyerek hitap etmiştir. Resûlüllah Efndimiz'in de bununla kalbi sükûne ermiş,' nefsi karar kılmıştır ve dönüp gelmiş, vahyin gelmesini beklemiştir. Uzun müddet bekledikten sonra vahyin yine gelmediğini görüp dayanılmaz acılara uğramış, kendisini aşağı atmak için tekrar zirveye çıkmış, Cebrâîl de yine: "Ey Muhammed Sen Allah'ın Resulüsün!" diyerek kendisine seslenip O'nu teskin etmiştir. Bu hâl, vahyin tekrar başlamasına karar müteaddid defalar vukua gelmiştir."

Buhârî üzerine yazdığı şerhde İbn-i Hacer der ki: "Peygamberimi­zin böylesine acılar ve baskılar altında kalması, Peygamberler içinde yalnız kendisine hâs olan bir hâldir... Diğer Peygamberlerden herhangi birisinin, vahiy başlangıcında başına böyle bir hâl geldiği vâkî değildir. Bunun ilâhî hikmeti ise O'nun iyice vahye hazırlanmasıdır. Büyük bir kuvvet ve ciddiyetle kendisine indirilecek olan şeye bağlanması, diğer şeylerden ilgisinin kesilmesi içindir. Bunda ayrıca, kendisine indirilecek olan şeyin, ne kadar büyük, ağır ve önemli olduğuna da tenbîh vardır. Bunun hikmetini açıklamak üzere şöyle bir tevcih de yapılmıştır: "İnsanın kendisini kaptırabileceği bir takım hayâl ve vesveseler esas itibariyle insanın elinde olan bir şey olmadığından; bu gibi şeylerden iyice kesilmesi ve uzaklaşması için Peygamberimizde o hâl, Cenab-ı Hakk tarafından yaşatılmıştır... Bu hâli yaşadıktan sonra, cismen ve bedenen dahi, son derece ağır ve büyük olan İlâhî Vahye iyice hazır hâle gelmiştir ve artık bilmiştir ki: "Bu Allah'ın bir emridir, O'nun emrindendir."

Yine Buhârî ve Müslim Câbir bin Abdullah'tan rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ilahî vahyin kesilmesinden bahisle şöyle konuştuğunu işittim: "...Ben, o sırada giderken yukarı taraftan gelen bir ses işittim, başımı kaldırdığım zaman, bana Hırâ'da gelen meleğin olduğunu gördüm... Yerle gök arasında duran bir koltuk üzerine oturmuş (altı yüz kanadim ufka yaymış) bir vaziyette idi. O'nu böylesine görünce koktum ve evime dönerek: "Beni örtünüz, beni örtünüz!" diyerek örtünüp yattım. Bu sırada bana Yüce Allah şu âyetlerini inzal buyurdu:

"Ey elbisesine bürünen, kalk uyar! Rabbini tekbîr et, büyük tanı, elbiseni temiz tut, pislikten (Allah'a eş tutmak, puta tapmak gibi çirkin şeylerden) uzak dur!"

Bu âyetleri (ki Müddessir Suresinin ilk beş âyetleridir) indirdikten sonra, artık vahyin arkası kesilmedi; peşpeşe devam etti." [4]

Beyhekî, İbn-i İshâk'tan rivayet eder. O demiştir ki: "Bana Abdul­lah oğlu Abdü'l-Melik bazı ehli ilimden naklen şöyle anlattı: "Yüce Allah Habîbi Muhammed'i keremlendirmek ve Peygamberlik ile vazifelendir­mek istediği zaman, Peygamberimiz hangi taşa veya ağaca uğrasa, mutlaka onların kendisine selam verdiklerini işitirdi. "Bu ses de nedir?" diye arkasına dönüp baktığında, sağim solunu teftiş ettiğinde, kimseleri göremezdi. Halbuki kendisine: "Ey Allah'ın Resulü Allah'ın selamı senin üzerine olsun!" diye selam verilmekte olduğunu işitirdi. Her sene bir aylığına Hıra Dağı'na gider, orada ibâdete çekilirdi. Nihayet Yüce Allah'ın kendisine nübüvvet vererek keremlendireceği zaman geldiğin­de ki bu, bu senenin Ramazan ayında Kadir Gecesi'nde idi, önceki yıllarda olduğu gibi O, yine Hıra'daki mağarasında idi. Orada Allah'ın keremine ve elçiliğine mazhar oldu... Cebrâîl, Allah'ın emriyle geldi ve uyumakta olan Peygambere:

- "Oku!" diye emretti... Peygamberimiz:

- "Ben okumak bilmem" diye cevap verdi. Bizzat kendisi bu noktayı anlatırken: "Bunun üzerine Cebrâîl beni kucaklayıp iyice sıktı. O kadar sıktı ki ben Öleceğimi zannettim. Sonra beni bırakıp:

- "Oku!" dedi. Ben de kendisine:

- "Ne okuyacağım?" dedim. Yine önceki gibi beni şiddetle sıkıp bıraktı ve:

- "Oku!" diye seslendi. Ben:

- Ne okuyacağım?" dedim. Cebrâîl:

- "Yaratan Rabbinin adı ile oku!..." dedi ve beş âyeti sonuna kadar kendisi okudu... Sonra dönüp gitti... Ben de uykumdan uyandım... Sanki kalbime bir kitabın sureti işlenmişti.'Yoksa şâir mi oluyorum" diye endişeye kapıldım. Çünkü ben, şairlikten de, mecnunluktan da çok nefret etmekte idim... Her nerede bir şâir veya mecnun görsem, asla ona bakmaya dayanamazdım... ve: "Şairlik de, mecnunluk da uzak olsun, uzak!" derdim... Sonra endişem iyice artıp, eğer Kureyş benim hakkımda bunları söylemeye başlarsa benim hâlim nice olur? diye korkmaya başladım... Kureyş'i böyle konuşturmaktansa, gidip dağın zirvesinden kendimi aşağıya atayım, dedim. Sırf bu düşünce ve maksatla giderken ansızın semâdan" bir ses işittim. Bu Cebrâîl idi. Diyordu ki:

- "Ey Muhammed, sen Allah'ın Resulüsün, ben de Cebrâîl'im!" Başımı kaldırıp yukarı baktım ve bütün heybetiyle ve gerçek melek şekliyle onu gördüm... Semânın ufkunu kaplamış idi. Onun bu nidası, beni bundan caydırmıştı. Fakat ne bir adım geri, ne de bir adım ileri atmaksızm orada durakladım... Gözümü de asla semadaki diktiğim noktadan ayıramıyordum. Cebrâîl'i devamlı görüyordum. Nihayet vakit ilerlemişti. O benden, ben de ondan ayrıldım. Evime geldiğimde Hatîce bana:

- "Neredeydiniz?" diye sordu. Ben de kendisine:

- "Şairlik ve mecnunluk benden uzak olsun!" diye karşılık verdim... Hatîce:

- "Allah'ın seni bunlardan korumasını dilerim! Sana böyle bir şey olmasına Allah asla izin vermiyecektir! Çünkü ben senin hep doğru sözlü olduğunu, emânete hakkiyle riâyet ettiğini, huyunun çok iyi ve güzel olduğunu, akrabana ve fakirlere iyilikte bulunduğunu çok iyi bilmekteyim. Böyle bir kulunu Allah, nasıl olur da bu hallere düşürür? Bu asla olmaz!" diye konuştu. Ben kendisine olup-bitenleri anlattım. Beni dikkatle dinledikten sonra:

- "Müjde ey amcamın oğlu, müjde! Bunda sabır ve sebat et! Ben ümîd ediyorum ki sen, bu ümmetin Peygamberi olacaksın..."

Hatice bunları söyledikten sonra kalkıp Varaka'nın yanına gitti... Olanları ona anlatmış... O da kendisine demiş ki: "Eğer bu söylediklerin doğru ise, muhakkak o, şu ümmetin Peygamberi olacaktır... Muhakkak ona, Mûsa'ya gelen Namûs-ı Ekber gelecektir."

Beyhekî'nin naklettiği bir habere göre, İbn-i İshak demiştir ki: Bana İsmail, Hakim Hatice'den naklen söyledi. O demiş ki: "Ben Resûlüllah Efendimiz'e sabır ve sebat telkin eden sözlerim sırasında dedim ki:

- "Ey amcamın oğlu, sana o görünen şey geldiği zaman bana haber ver." Hatice ve Peygamberimiz birlikte otururlarken Cebrâîl yine gelip görünmüş. Peygamberimiz:

- "Yâ Hatice, İşte geldi" demiş. Hatice:

- "Şimdi sen onu görüyor musun?" demiş. Peygamberimiz:

- "Evet" karşılığim vermiş. Hatice:

- "Gel, sağ tarafıma otur" demiş. Peygamberimiz de kalkıp oturmuş. Hatice: "Şimdi yine görüyor musun?" demiş. Efendimiz de:

- "Evet" karşılığim vermiş. Hatice:

- "Gel kucağıma otur" demiş. Efendimiz de oturmuş. Hatice: "Şimdi görüyor musun?" diye sormuş. Peygamberimiz:

- "Evet" demiş... Bunun üzerine Hatice başim açıp örtüsünü yere koyduktan sonra tekrar sormuş:

- "Şimdi yine görüyor musun?" Peygamberimiz:

- "Hayır" diye cevaplamış... Hatice:

- "Bu sana gelen, katiyyen şeytan olamaz... Eğer şeytan olsaydı başımı açınca kaçmazdı... O, muhakkak bir melektir. Ey amcamın oğlu, sabır ve sebat et! Sebat et, sana müjdeler olsun!"

Sonra Hatice Peygamberimiz1 e îmân etmiştir ve: "Şehadet ederim ki sana gelen haktır!" diyerek şehadette bulunmuştur.

İbn-i İshâk der ki: Ben bu hadîsi Abdullah bin Hasen'e anlattım. O da bana dedi ki: "Ey İshak'ın oğlu, bu hadîsi, Fâtıma bintİ Hüseyn de anlattı. Ancak onun bana anlattığı metinde Hatîce'nin şöyle dediği bildirilmekte idi: "Bu sırada Peygamberimizi gömleğimin içine aldım. Bunun üzerine Cebrâîl derhal oradan uzaklaştı."

Beyhekî ve Ebû Nuaym Amr bin Şürahbil'den naklederler. O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hatice'ye hitaben:

- "Ben, tek başıma kaldığım zamanlar bir ses duyuyorum. Vallahi başıma bir hâl gelmesinden korkuyorum!" demiştir... Hatice de:

- "Allah korusun! Allah buna izin vermez. Allah'a andolsun ki sen, emâneti eda ediyorsun, akrabayı gözetiyorsun, dâima doğruyu söylüyorsun..." Bu sırada Ebû Bekir gelmiş. Hatice ona olanları anlatmış ve Muhammed'i alarak Varaka'ya götürmesini rica etmiş. O da Peygamberimiz'i alarak birlikte gitmişler. Hâli ona anlatmışlar. Varaka:

- "Nasıl?" diye sorduğunda Peygamberimiz:

- "Yolda giderken sesler duyuyorum. Arkamdan bana: "Ey Muhammedi Ey Muhammedi" diye nida olunuyor... Ben de bundan korkarak kaçıyorum..." cevabında bulunmuştur. Varaka:

- "Hiç kaçma! O sana geldiği zaman sebat et. Onun ne dediğini iyi anla. Sonra bana gel olduğu gibi anlat..." demiştir.

Peygamberimiz yine bir gün yalnız kalmıştı. Bir melek kendisine: "Ey Muhammedi Ben, bütün varlığımla şehadet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın kulu ve resulüdür!" Sonra Peygamberimiz'e hitaben: "Ey Muhammed, Önce besmele'yi oku sonra arkasından şu Fatiha Sûresi'nin âyetlerini sonuna kadar oku!" diye tebliğ etmiştir. Yine o melek, bundan sonra da: "Ey Muhammed, lâ ilahe illallah de! Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet getir!" emrini teblîg etmiştir.... Bunlar vukua geldikten sonra Peygamberimiz durumu Varaka'ya bildirmiş, o da:

- "Müjde sana müjde! isa'nın müjdelediği zâtın sen olduğuna ben şehadet ederim... Mûsa'ya gelen sana da gelmiştir... Sen hak Peygambersin. Sonra sen cihad ile emrolunacaksın. Ben o güne yetişirsem, seninle beraber elbette cihad ederim..." diye karşılık vermiştir...

Sonra çok geçmedi Varaka vefat etti... Resûlüllah Efendimiz ondan bahisle demişlerdir ki: "Ben onu, sırtına atlastan bir cübbe giymiş bir vaziyette (memnun ve mesrur) gördüm. Çünkü o bana imân etmiş, beni tasdik edip doğrulamıştır." [5]

Ebû Nuaym'in Abdullah bin Şeddâd'dan çıkardığı haber de şöyledir: "Varaka Hatice'ye demiştir ki: "Senin kocan, ona görüneni huzurunda açıkça görmüş mü?" Hatice: "Evet" demiş. Varaka bunun üzerine demiş ki: "Senin kocan bir Peygamberdir ve ona kendi ümmetinden çok eziyetler olacaktır..."

Yine Ebû Nuaym'in Urue tarikiyle Âişe'den rivayeti de şöyledir: "Hatice olanları Varaka'ya anlattığı zaman Varaka demiştir ki: "Cibril'i gönderen Allah, Subbûh'tur, Subbûh'tur! Yüce ve münezzehtir... Böyle putlara tapılan bir ülkede Cibril'in adı anılmazdı... Cibril, Allah'ın kendisi ile Peygamberleri arasında bir "Vahiy Emmi" dir. Sen Muhammed'i al, kendisine gelen meleği gördüğü yere götür. Melek geldiği zaman sana haber versin, sen de o zaman başim açıver. Eğer Allah tarafından gönderilmiş bir melek ise, o hemen gider, o da onu göremez." Hatice buna dair olan şeyi anlatırken: "Ben de onun dediğini yaptım. Başımı açınca melek görünmez oldu. O da onu göremedi. Bunun üzerine Varaka'ya gidip durumu anlattım. O da şunu söyledi: "Şüphesiz O'na Nâmûs-ı Ekber gelecektir."

Sonra VarakaPeygamberimiz'in açıkça davetini yapacağı günleri beklemeye koyuldu. Kendisi duygulu ve inançlı bir adamdı. Bu husustaki duygularim şiir hâlinde terennüm etmeye başladı. Söylediği şiirler şu mealde idi:

"Ben, gözyaşları içinde düşünen bir adamım!

Sabittir yolunda, sağa-sola sapmaz ayağım..."

"Hatice'nin söyledikleri çok dokundu bana,

O derece ki işledi hem ciğere, hem cana..."

"Bekliyorum büyükçe bir ümidle şu Mekke'de,

Bütün bu söylenenler ne zaman çıkacak diye..."

"Inşaallah bir hilafr'blmaksızın çıkacak!

Biz insanlara Muhammed yönetici olacak.

"Bütün beldeleri O'nun nuru aydınlatacak!

Hakk gelip yerleşecek, bâtıl da batacak!"

"Uğraşanlar O'nunla boylayacak hep hüsranı.

O'na uyanlar ise, kazanacaklar gufranı..."

"Keşke, bütün bunlar olduğu zaman ben de olsam!

Getirdiği dîne önce girip, felahı bulsam..."

"Hayır" diyerek Kureyş uzaklaşırken hayırdan,

"Evet" diyerek ben, girip dîne, olsam çağırgan!"

"Onlar toplu olarak muhalefet ederlerken...

Olsam ben, tek başıma başın yücelerde çeken!"

"Sefîh olanlardan, inkardan başka ne beklenir?

İnkâr ettikleri halbuki Hakk'ın sefiridir." .

"Onlar o gün sağ olur, ben de sağ olursam eğer, Muhakkak ki benden onlara bir ürperti değer?" "Eğer, ölür gider de hiç görmezsem o günü... Şükürler Rabbim'e ki, gösterdi bana bugünü!"

Tayâlisi, Haris bin Ebû Üsâme'den, Ebû Nuaym de Yezîd bin Babnûs tarikiyle Âişe'dcn rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamberimiz Hatice ile birlikte Hıra'da bir ay itikâfta bulunmayı nezr etmişti (adamıştı). Bu Ramazan ayına rastladı. Bir gece dışarı çıktığında, "Ey Allah'ın elçisi, selam sana!" diye bir ses duydu... O, bu hususta buyur­du ki: "Ben bu sesi duyduğum zaman korktum, hattâ bunu ansızın karşılaştığım bir cin zannettim... Acele gelip Hatice'ye anlattım. O da bana: "Müjde sana ey Muhammedi Bilesin ki selam hayırlıdır, bunda korkulacak bir şey yoktur." Sonra yine dışarı çıkmıştım, bu sefer Cebrâîl ile karşılaştım, kanadımın birini doğuya, diğerini de batıya yaymıştı. Yine korkuya kapılarak hızlıca döndüm... Eve geldiğimde kapimn önünde onu yine gördüm. Benimle konuştu ve korkum yok oldu. Bana, belli bir zaman sonra tekrar geleceğini söyledi. Ben de ken­disini bekledim, hattâ gelmeyecek sandım. Bir de ne göreyim o, MîkâÜ ile birlikte karşımda durmakta... Ufku tamamen kaplamış vaziyettey­diler. Cebrâîl aşağıya inip yanıma geldi, beni iyice kucaklayıp sırtüstü yere yatırdı. Sonra kalbimi yarıp çıkardı. Sonra çıkarılmasını Allah'ın dilediği şeyleri çıkarıp altından bir tas içinde zemzem ile yıkadı. Sonra yerine iade etti. Sonra güzelce bağlayıp dikti. Sonra beni alıp tersınıe çevirdi ve arkama bir mühür vurdu. Hatta bunu tâ kalbimde hissettim. Sonra gırtlağımı yakaladı, ben de yüksek sesle ağlamaya başladım. Bu sırada o bana: "Oku ey Muhammed!" diye haykırdı. Ben ise okumak bil­miyordum, hiç okuyup yazmış değildim... Tabiî bir şey okuyamadım... O yine: "Oku!" diye seslendi. Ben de: "Ne okuyacağım?" diye sormak zorunda kaldım. O: "Rabbinin adiyle oku!" diye emretti ve beş âyetin so­nuna kadar okudu... Sonra bir adamı terazinin öbür kefesine koyup be­nimle tarttı. Ben ondan ağır geldim... Yine beni, bir başka adamla ta­rttı, ben yine ağır bastım... Sırayla beni yüzüncü adama kadar tarttı, her defasında ben ağır geldim. Bunun üzerine Mîkâîl: "Ümmeti O'na uy­acak, Kabe'nin Rabbi'ne yemin ederim!" dedi. Bu olaydan sonra, her ne zaman bir ağaca veya taşa rastlasam, mutlaka bana; "Es-Selâmü aleyke yâ Resûlellah" diyerek selam veriyordu..."

Yine Ebû Nuaym'in Mu'temir bin Süleyman'dan rivayeti de şöyledir: "Cebrâîl Peygamberimizi kucaklayıp inci ve yakutlarla süslen­miş bir yaygı üzerine oturtmuş ve kendisine hitapla: "Ey Muhammed, Rabbinin adiyle oku!..." demiştir. Beş âyeti sonuna kadar okuduktan sonra: "Korkma yâ Muhammed! Sen gerçekten Allah'ın resulüsün!" diy­erek O'nu te'yid etmiştir... Bundan sonra Peygamberimiz sür'atle evine dönmüştür. Dönüşü sırasında rastladığı her ağaç ve taş kendisini selam ile karşılamış ve secde ederek saygı hareketinde bulunmuştur. Peygam-berimiz'in de bu sebeble korkusu gitmiş, nefsi yatışmış; Allah'ın îutuf ve keremine mazhar olduğuna iyice inanmıştır..."

İbn-i Sa'd İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: Peygamber Efendimiz Ecyâd denilen yerde iken, ayağından birini diğeri üzerine atmış vaziyette ve ufukta bir melek görmüş. Melek: "Ey Muhammed, ben Cebrâîl'im" diye seslenmiş... Bu sebeble Peygamberimiz korku içinde kalmış. Başim ne zaman semâya kaldırsa Cebrâîl'i görüyormuş. Derhal evine dönmüş. Hatice'ye durumu bildirmek üzere: "Ey Hatice, Allah'a yemin ederim ki ben, şu putlara ve kâhinlere kızdığım kadar hiçbir şeye kızmış değilim! Böyle sesler duymakla, "Ben de mi kâhin olacağım" diye korkuyorum..." demiştir. Hatice de: "Böyle söyleme, asla sen kâhin olamazsın! Çünkü Allah edebiyyen senin hakkında böyle bir şeye izin vermez. Zira sen, akrabayı gözetir, sözün daima doğrusunu söyler, emaneti edâ edersin. Gerçekten sen, son derece güzel bir ahlâka sahipsin. Böylesine güzel bir ahlak verdiği kulunu, Yüce Allah yalnız ve yardımsız bırakmaz. Kötü varlıkların kendisine dokunmasına izin ver­mez. Bir kâhin olmasına müsade etmez..." gibi sözlerle karşılık ve te-sellî vermiştir. Sonra Hatice, Varaka bin Nevfel'e gitmiş, durumu an-, latmış, Varaka da demiştir ki: "Allah'a yemin ederim ki o gerçektir! Bu, gerçekten Peygamberliğin bir başlangıcıdır. Muhakkak ona Nâmus-ı Ekber gelecektir. Sen Muhammed'e söyle, içinde hayır düşünceden başka bir şey bulundurmasın, asla korku ve endişeye düşmesin."

Tayalisi, Tirmizî ve Beyhekî Câbir bin Semura'dan nakleder, o demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bana Peygamberlik verildiği günlerde Mekke'de beni selamlayan bir taş vardı. Ben oradan geçtiğim zaman, hep o taşı tanırdım..." Müslim'in buna dair haberi şu şekilde naklettiğini görüyoruz: "Peygamberimiz buyurdu: Ben Mekke'de bir taş tanırım, bana Peygamberlik verilmezden önce bu taş hep beni selam­lardı. Ben, bu taşı şimdi de tanımaktayım." [6]

Dâremi, hasendir kaydiyle Tirmtzî, sahihtir hükmüyle Hâkim, Ta-berânî, Ebû Nuaym ve Beyhekî Ali'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Bizler Peygamb erimiz'in yanında bulunuyorduk. O Mekke'den çıkıp dolaşmaya başladı. Her ne zaman bir ağaca veya taşa rastlasa, mutlaka onun selamı ile karşılaşıyordu. Taş, ağaç veya dağ kendisine lisana gel­ip: "Selâm sana ey Allah'ın Resulü!" diyordu. Bunu ben dahî duyuyor­dum." [7]- .

İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaytn Berâ binti Ebû Tecrât'tan nakleder. O şöyle demiştir: "Yüce Allah Peygamber Efendimiz'e Peygamberlik ile ke­rem kılacağı zaman, Efendimiz; haceti için çıkar, hattâ Mekke'nin evle­rinden hiç biri görünmeyecek bir yere kadar uzaklaşır, dağ yollarında kaybolur giderdi. Bu sırada uğradığı her taş ve ağaç kendisine selâm ve­rirdi. Peygamberimiz sağına, soluna ve arkasına bakar, hiç bir kimseyi göremezdi."

Ebû Nuaym bu rivayeti başka bir tanktan da nakletmiştir. Ondaki farklılık ise şudur: "Peygamberimiz de onların selamına selam ile karşılık verirdi. Bu şekilde karşılık vermesini kendisine Cebrâîl öğretmişti."

Yine İbn-i'-i Sa'd ve Beyhekî, İbrahim bin Muhammed bin Tal-ha'dan şöyle rivayet ediyor. Talha bin Ubeydullah dedi ki: "Ben Busrâ çarşısında bulunuyordum. Bir rahip, manastırından şöyle bağırıyordu: "Şu mevsınıde şurada toplanmış olan insanlardan, Mekke Haremi'nden gelmiş kimse var mıdır?" Ben buna "evet" diye cevap verdim. Rahip bana dönüp: "Ahmed meydana çıktı mı?" diye sordu. Ben: "Ahmed dedi­ğin kim?" dedim. Rahip: "Abdü'l-Müttalib'in oğlu Abdullah'ın oğludur" dedi ve ilave etti: "İçinde bulunduğunuz şu ay da, onun meydana çıkacağı aydır. O, Peygamberlerin sonuncusu olacaktır. O önce Mekke'den çıkacak, sonra hurmalık şehre, Harre'ye, Sibâh'a hicret ede­cektir. Sakın bu hususta başkalarından geri kalma!"

Rahibin bu dediklerinden kalbime bir şey düştü. Çabuk hazırlanıp yola koyuldum. Mekke'ye geldiğim zaman: "Mühim bir şey oldu mu?" diye sordum. Dediler ki: "Abdullah'ın oğlu Muhammed el-Emîn meyda­na çıktı, Peygamberliğini ilân etti. Ebû Bekir kendisine inanıp tâbi oldu." Ben de derhal Ebû Bekir'e gittim. Râhib'in dediklerini ona an­lattım. Ebû Bekir de derhal Peygambere gidip benden duyduklarim an­lattı. Bundan memnun ve mesrur olan Peygamberimiz, beni İslama davet eyledi. Ben de müslüman oldum. "

Talha'nın müsîüman olması üzerine çok sinirlenen Nevfel bin el-Adeviyye, Talha'nın elinden tutarak bağladı, Ebû Bekir'i de Talha ile birlikte bağladı. Bu sebeple kendilerine "el-Karîneyn" denilip böylece anılır oldu. Bununla: "İslâm uğrunda işkenceye uğrayan iki arkadaş" demek isterlerdi." [8]

İkrime tarikiyle İbn-i Abhas'tan Ebû Nuaym'in çıkardığı bir ha­bere göre: Abbâs şöyle demiştir: "Bir ticaret kafilesi ile ve ticaret mak­sadı ile Yemen'e gitmiştim. Kafilede Ebû Sûfyan da vardı. Biz oradayk­en Hanzala bin Ebû Süfyan'dan aldığımız mektupta şöyle deniliyordu: Muhammed Peygamberliğini ilân etti, insanları Allah'a ve Onun dinine çağırıyor." Bu haber Yemende çeşitli toplantılarda derhal duyuldu ve yayıldı. Sonra yahudüerden bir haham tarafindan bize şöyle denilmekte idi: "Şu Peygamberinizi ilân eden adamın amcası olan bir zât, sizin ka­file içindeymiş, doğru mu?" Ben kendisine: "Evet" dedim. Dedi ki: "Allah aşkına doğru söyle, O'nun herhangi bir sefîhliği, eğlenceye meyilli oluşu görülmüş müdür?" Ben de dedim ki: "Abdül-Müttalib'in ilâhına yemin olsun ki onda böyle bir şey görülmemiştir. O, asla yalan da söylememiş, emânete hıyanet de etmemiştir. O'nun Kureyş yanındaki adı "El-Emîn'dir." Bunun üzerine haham: "O'nun okuma yazması var mıdır?" diye sordu. Ben: "Hayır" dedim. Haham yerinden fırlayıp cübbesini ora­da bırakarak bağırmaya başladı: "Yahudiler mahvoldu, yahudüer mah­voldu!"

Sonra kafilemizin konakladığı yere geldiğimiz zaman, Ebû Süfyan bana: "Ey Abbâs, görüyorsun ki yahudiler yeğenin Muhammed'den kor­kuyorlar" dedi. Ben kendisine şu karşılığı verdim: "Benim gördüğümü sen de gördün. O'na inanmak hususunda ne dersin? O geçekten Peygamber ise, başkalarim geride bırakarak öne geçmiş olursun. Eğer öyle değilse, hiç olmazsa kendisini yalnız bırakmamış olursun. Emsalinden bazılarim yanında bulursun." Ebû Süfyan bana şu karşılığı verdi: "Ben, atlı askerlerin Mekke'nin üst tarafında görüleceği güne kadar O'na îmân etmem!" Ben, "Sen ne diyorsun?" dedim. O da bana: "Hiç, rast-gele konuşuyorum. Fakat aynı zamanda Mekke'nin üst tarafında bizleri zorlayacak askerlerin görülmesine Allah'ın izin vermiyeceğini de biliy­orum (!)" diye karşılık verdi."

Vaktâ ki Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethettiler, biz o gün Mekke'nin üst tarafından İslâm askerinin gelişini de seyrettik. O sırada Ebû Süfyan'a: "Daha Önceki sarf ettiğin sözleri hatırlıyor musun?" diye sordum. O da: "Allah'a yemin ederim ki, o sözleri aynen hatırlıyorum!" diye cevap verdi."

Haris bin Ebâ Üsâme Müsned'inde İkrime bin Hâlid'den nakleder. O demiştir ki: "Kureyş'ten bazıları deniz yolculuğu yapıyordu. Peygam-berimiz'in gönderilme zamanı idi. Onlar denizde giderken fırtınaya ya­kalandılar. Bir adaya sığındılar. Adada kendilerini bir adam karşıladı ve onlara: "Kimlersiniz?" diye sordu. Onlar: "Kureyş'teniz" dediler. O: "Kureyş de kim?" diye sordu. Onlar da: "Mekke haremindeniz" dediler. O: "Şimdi sizi tanıdım, fakat sizler Harem-i Şerifin ehli değilsiniz, onun ehli biziz" dedi ve kendisinin Cürhüm kabilesinden olduğunu söyledi. Ayrıca; "söyleyin bakalım Ecyâd denilen yere niçin bu isını verilmiştir?" diye sordu ve kendisi cevapladı: "Bizını atlarımız oraya ayak bastığı için." Onlar da kendisine yeni bir olaydan bahisle: "Bizını memleketi­mizde bir adam çıktı, kendisinin Peygamber olduğunu iddia ediyor. Bu adamın esas itibariyle şöyle şöyle halleri ve üstün nitelikleri vardır. Şimdi bize bu hususta ne dersin?" dediler. O adalı adam da dedi ki: "O'nun davası haktır, siz O'na uyunuz! Eğer benim şu halim olmasa, muhakkak ben de sizlere katılır, sizlerle beraber o'na uyardım." [9]

İbn-i Asâkir Abdurrahmân bin Humeyd tarikiyle onun ba­basından, o da kendi babasından nakleder. O şöyle demiş: "Ben Peygam-berimiz'in gönderilmesinden bir sene önce Yemen'e sefer etmiştim. Hımyerli Avâkin oğlu Askelân'ın yanına indiğimde bana Mekke, Kabe ve Zemzem'den sordu. "İçinizden şerefli ve emniyetli bir adam meydana çıktı mı? Dininiz hakkında size karşı gelen birileri duyuldu mu?" dedi. Ben kendisine: "Hayır" diye cevap verdim. Nihayet Peygamberimizin gönderilmesi sırasında Yemen'e bir seferim daha oldu. Yine onun ziyar­etine gittim. Kendisi iyice zayıflamış, kulakları ağırlaşmış idi. Çocukları ve torunları başına toplanmışlardı. Benim geldiğimi kendisine haber verdiler. Onu yatağından kaldırıp arkasına yastıklarla destek koydular. Bana hitaben: "Kim olduğunu söyle" dedi. Ben de: "Abdurahman bin Avfım" dedim. O: "Yeter ey Kureyş'in ve Zühre'nin kardeşi" dedi ve ilave edip: "Sana ticaretten daha hayırlı bir müjdem var, ne dersin?" dedi. Ben de: "Hay Hay!" dedim. Dedi ki: "Sana olan müjdem, şaşırtıcı ve rağbet ettirici bir müjdedir! Bundan önceki ayda Allah senin kavmin­den bir Peygamber gönderdi. O'nu tertemiz bir dost olarak seçti, O'na kitap indirdi. Kitabın okunmasına sevaplar verdi. O'nu putlardan neh-yetti, insanları İslâm'a çağırmasını emretti. O, iyiliği emreder ve işler, bâtılı nehyeder ve yıkar." Bunun üzerine ben kendisine: "O Peygamber kimlerdendir?" diye sordum. Cevabında: "O, ne Ezd kabilesindendir, ne döküntü ve ayak takımından. O, Hâşim oğullarındandır. Sizler O'nun yakınlarısınız. Ey Abdurahman, benim sana söylediklerimi gizli tut! Mekke'ye de çabuk dön! Sonra git ve O'na destek ol, O'na inan ve O'nu gerçekle! Kendisine benim şu şiirlerimi de ulaştırıver:

Yaradılmışların Hâliki, gece ve gündüzün Fâliki Yüce Allah'a şahadet ederim ki senin (ey Muhammed) Kureyş yanındaki şerefin çok yüksektir. Ey, babası yüz deve kurban edilerek kurtarılmış bulunan zât, sen bir Peygamber olarak gönderildin! Hak ve Yâkine davet eder­sin, hak ve Felâh'a çağırır irşâd eylersin. Mûsa'nın Rabbi olan Allah'a yemin ederim ki sen, Mekke Vadisinde Allah'ın elçisi kılındın. Bütün in­sanları iyilik ve kurtuluşa çağıran O Yüce Melik'in yanında, ne olur bana da şefaatçi ol."

Abdurahman diyor ki, ben onun beyitlerini bir güzelce ezberledim ve işlerimin çabuk görülmesine baktım. Tez Mekke'ye döndüm. Ebû Be­kir ile karşılaştım ve onu durumdan haberdar ettim. O da dedi ki: "Bu Muhammeb bin Abdullah'tır. Allah O'nu gerçekten elçi kılmıştır, he­men kendisine gidip îmân etmelisin." Ben de derhal kendisine gittim. O sırada kendileri Hatice'nin evinde idi. Beni görünce gülümsediler ve şöyle buyurdular: "Güzel ve yumuşak bir çehre görüyorum, ey Abdur-rahmân; bunun sebebi ne ola ki?" Ben şu karşılığı verdim:

"Neyi öğrenmek istediniz yâ Muhammed?" Bunun üzerine buyur­dular ki: "Sen bana verilmek üzere bir emâneti yüklendin, yahut da bana tebliğ edilmek üzere bir elçilik vazifesi kabullendin. Onu bana ver­melisin!" Ben de kendisine emâneti teslim ettim ve akabinde de müslüman oldum." [10]

Peygamberimiz'in Cebrâîl'i bu şekilde görmesine gelince. Bu seferinde Cebrâîl, Allah'ın kendisini yarattığı aslî fıtratı ve sureti ile görünmüştür. Altı yüz kanadı ile bütün ufku kapatmıştı. Cebrâîl'in O'na bu şekilde görünmesi, şu âyetlerle de anlatılmıştır: "Üstün akla sahip olan (melek) doğruldu (gerçek m eleklik şeklinde göründü.) Kendisi yüksek ufukta iken." (Necm Sûresi, 6-7). Peygamberimiz Melek Cebrâîl'i gerçek meleklik şeklinde bir başka defa daha görmüştür. Bu ise, isrâ Gecesi'nde Sidre-i Müntehâ'da vukua gelmiştir. Yine aynı Sûrenin şu mealdeki âyetleri de buna işaret etmektedir:

"Andolsun ki O onu, bir kez daha inerken görmüştü, Sidratü-l-Müntehâ'nın yanında." (Necm Sûresi, 13-l4).

Vahiy; Lügatta bir şeyi hızlı ve gizli olarak bildirmek, demektir. Bunun için gizlice yapılan bir işarete, elçiliğe, hilkat ve fıtratın verdiği ilhama da vahiy denilmiştir. Vahyin; din ve şeriat lisanındaki manası İse: Yüce Allah'ın herhangi bir Peygamberine vahiy yollarından herhangi biri ile ilkâ etmesi, yâni onun kalbine indirmesidir. Bu; yâ onun kalbine ilkâ edilmesi şeklinde olur, yâ uyurken rüya yolu ile olur, yâ vahiy meleği Cebrâîl'in gönderilmesi suretiyle olur, ya da perde ötesinden Allah'ın kendisi ile konuşması şeklinde olur