EL-HASÂİSU'L-KÜBRÂ | PEYGAMBERLİK VERİLMESİ SIRASINDA DUYULAN BAZI SESLER

 Buhârî Ömer bin el-Hattâb (radıyallahü anh) den rivayet eder. Adamın biri Ömer'e uğramış, Ömer ona kim olduğunu sormuş. Adam: "Ben câhiliyye zamanı onların kâhini idim" demiş. Ömer: "Peki, sana gelen cinlerin en şaşırtıcı haberi ne idi?" diye sormuş. Adam: "Ben günün birinde bir çarşıda bulunuyordum. Cinlerden birinin gelip: "Şu cinlerin işine şaşmaz mısın? İnsanları hayrete ve ümidsizliğe düşürürken, sınıde de herkesten önce müslüman olacağız diye koşturuyor?" diye haykırdı. Doğrusu bu benim için çok şaşırtıcı olmuştur."

Ömer, o adama hitaben: "Doğrudur" dedi ve şunları ilave etti: "Ben de günün birinde onların putlarimn yanında uyuyordum. Adamın biri bir davar getirip putun yanında kesti. Ondan öylesine bir feryad çıktı ki, ben bu kadar şiddetli bir feryadı daha önce işitmemiş tim. Evet, şiddetle feryad ediyor ve şöyle diyordu: ;'Ky celîh! Emr-i necîh, recül-i nasîh!... (En güzel nasîhatçı) bak ne diyor: "Lâ ilahe illallah = Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur!"

İşte bu ses üzerine, yanımdaki adamlar kalkarak kaçmaya başladılar. Ben ise: "Bunun aslimn ne olduğunu öğrenmeden buradan ayrılmam!" diyordum. Aynı feryadı ikinci ve üçüncü defa- işittim. Bunun üzerine ben de kalkıp gitmek istedim. Hiç vakit geçmemişti ki, "İşte Peygamber zuhur etti!" denildiğine şahit olduk..."

(Buhârî bunu, Ömer'in Müslüman Oluşu Bâbı'nda zikreder.)

"Gıfâr Oğulları bir gün Kabe yakimndaki putlarına bir buzağı kurban etmek istediler. Onu putun yanına götürdüklerinde öyle bir feryad kopardı ki, "Ey Zerîh, bir iş ki necîh, bir konuşma ki gayet fasîh! Haykırıyor gayet seçik, çağırıyor gayet açık: "Lâ ilahe illallah!" ...Mekke bu davetle çınlıyor maşallah!..." Adamlar böyle feryad eden buzağıyı serbest bırakıp beklemeye başladılar. Derken bir baktılar ki Peygamberimiz Peygamberliğini ilân edivermiş..."

(Yine Beyhekî ile İmâm-ı Ahmed'in Mücâhid'den bu mealde bir rivayetleri var. Fakat bunda buzağı yerine sığır deniimiştir.)

Yine Beyhekî'nin Berâ tarikiyle Ömer'den bir riv yeti: "Ömer bin el-Hattâb (radıyallahü anh), Sevâd bin Kârib'e: "Müslümanlığı kabul etmen nasıl oldu bize anlatır mısın?" diye sormuş. Sevad da şöyl- anlatmış: "Benim cinlerden kendisine danışmalarda bulunduğum bir arkadaşım vardı. Bir gün ben uyurken o gelip ansızın beni uyardı ve bana: "Kalk, anla ve aklim çalıştır! Eğer akledersen, Lueyy bin Gâlib Oğullarından bir Peygamberin gelmiş olduğunu anlamakta gecikmezsin." Bundan sonra şiir hâlinde şunları söylemeye başladı:

"Cinlere ve onların azgınlarimn hâline şaşıyorum... Şimdi de içlerinden bazıları binitini yola sürmüş, hidâyet ve rüşd yolunu aramak üzere Mekke'ye yönelmekte... Elbette onların mü'ınin ve müslüman olanları, kâfirleri gibi değildir. Haydi sen de Hâşim Oğullarından seçil­miş Peygamber'e git, kendi gözünle O'nu gör ve uyumaya çalış." O bana bunları söyledikten sonra ismen ve de büyük bir hiddetle hitabederek: "Ey Sevâd, gerçekten Allahü teâlâ bir Peygamber göndermiştir, haydi durma O'na git, hidâyet ve rüşde nail ol!" diye emretti, ikinci gece oldu, yine o bana böyle gelip aynı şeyleri söyledi. Bunu üçüncü gece de tekrarladı. Her üç gecede aynı anlama gelen şiirleri okumayı da ihmâl etmedi. Bunun üzerine ben düşünmeye başladım. Baktım kalbimde İslâm için ciddî bir sevgi doğmuş... Gidip Peygamberi gördüm. O beni görünce: "Merhaba ey Sevâd, biz sana geleni ve seni uyaranı biliyoruz" buyurdu. Ben: "Ey Allah'ın Resulü, ben bunu kendi üslûbumla şiir hâlinde tekrara çalıştım. Bu şiirimi benden' dinler misiniz? diyerek müsâde istedim ve şiirimi okumaya başladım:

"Bir uyku ve istirahat sonrasında bana danışmanım geldi. Ne kadar tanıdı isem de hiç onun yalanim yakalamış değilim. Her üç gecede onun bana söylediği: "Lueyy bin Gâlib Oğullarından bir Hakk elçisi geldi" sözü olmuştur. Ben de paçayı kolları sıvayıp sür'atli binit devemin sırtına atlayarak uzaktan geldim... îmdi ben şehâdet ederim ki: Allah'tan başka bir ilâh yoktur, şüphesiz Sen de O'nun elçisisin, her gâib haber için Emîni'sin... Peygamberler içinde şefaati bize en yakın olanısın. Ey en keremli ve en şerefli ataların evladı... Ey yeryüzünde yürüyenlerin en hayırlısı, sana geleni bize tebliğ eyle! O gelenler her ne kadar başımızdaki saçı ağartacak kadar ağır ve zor da olsa, sen bize emret!... Bir şefaatçinin bulunmadığı o güne, bana şefaat eyle! O günde, Sevâd bin Gâlib adındaki bu âcize, ancak sen yardımcı olabilirsin...[1]

Beyhekî Hişam bin Muhammed el-Kelbî'den nakleder. O demiştir ki: "Bana Tayy kabilesinin yaşlı adamlarından bazıları anlatırlar ve dediler ki: Kendisi Tayy kabilesinden olduğu halde Umman arazîsinde bir puthânede müstahdem olarak çalışan Mazin adında biri vardı. Onun Nâcez adında bir putu bulunuyordu. Mazin bu putuyla ilgili olayı anlatmak üzere demiştir ki: "Bir gün ben putuma bir kurban sunuyor­dum. Bu sırada putun içinde gür bir ses işittim. Bu ses diyordu ki: Ey Mazin, durma yönel, yönel! Bana kulak ver de dinle, cahillik etme de anla! İşte gönderilen. Peygamber, O'na semadan gelmiş haber, O'na îmân et de olma ebter... Cehennemde yanmaktan kurtul, onun yakacağı taşdır veya kul!"

Mazin der ki: "Vallahi bu çok şaşılacak bir şey!" dedim. Sonra birkaç gün geçti, ben putuma bir kurban daha sundum. Aynı mealde evvelkinden daha açık sözler işittim. Diyordu ki: "Ey Mazin, dinle sürura er! Hayrı açığa çıkaran, şerri yerin dibine batıran dine gir! Mudar'dan Muhammed Peygamber olarak görderildi, semâdan Allah'ın en büyük dini indirildi. Artık sen, kendi elinizle yonttuğunuz taşlara tapınmaktan vazgeç! Ebedî azaptan kurtaracak yolu seç!..."

Putun içinden gelen bu sesler beni dehşete düşürdü ve: "Bu, Öncekilerden daha da şaşılacak bir şey!" demekten kendimi alamadım. Fakat hakkımda murâd edilen bir hayırdır, diye yorumladım... Hicaz ülkesinden bir adam geldi bu sırada. Geldiğin yerde ne gibi bir haber var, diye sorduk. O da dedi ki: "Mekke vadisinde bir adam çıktı ortaya... Kendisinin yanına gelenleri yeni dine davet ediyor. Adına Ahmed denilen bu adam, "Ey insanlar, Allah'ın dâvetçisine icabet ediniz!" ilânında bulunuyor." Ben, adamın bu sözleri üzerine: "Vallahi benim işittiğim şeyin anlamı da budur" diye söyledim. Derhal yola çıkıp Peygamber'e gittim, Allah'ın salât ve selâmı O'na olsun! O bana, İslâmı bir güzelce anlattı, ben de müslüman oldum... Peygamber Efendimiz'e dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben bazı kötü alışkanlıkları olan bir kimseyim; içki ve eğlenceye, kadınlara düşkünüm... Arazîmiz de yıllardır kuraktır... Sonra Allah bana bir oğlan da vermemiştir. Ne olur, benim hakkımda Allah'a dua ediverseniz de, bu sıkıntı ve kötülüklerden kurtulsam; hem bir erkek evlada, hem bol yağmura kavuşsam."

Peygamberimiz derhal dua buyurarak: "Ey Allah'ım, bu kulunun eğlence sevgisini Kur'ân okuma sevgisine çevir! Harama olan isteklerini, helâl olan istekler hâline getir. Onu yağmura ve erkek evlâda nail eyle."

Durumu böyle dile getiren Mazin, devamla diyor ki: "Yüce Allah benim bütün sıkıntı ve yaramazlıklarımı giderdi. Beni hem evlâda, hem de bol yağmura nail eyledi.

(Bu rivayeti, Hişâm bin el-Kelbî yoluyla Taberânî ve Ebû Nuaym de nakletmişlerdir.)

İbn-i Şahin es-Sahâbe adlı kitabında, İbn-i Mende Delâilü'n-Nü-büvve adlı esirinde, el-Muâfi de el-Celîs adlı kitabında Ebû Haysenıe tarikiyle Abdurrahmân bin Ebû Sübre'den, o da Ziibâb bin el-Hâris es-Sahabî'den rivayet ederler. O demiştir ki: "tbnü Vakşe'nin cinlerden bir danışmanı vardı, olacak şeyleri ona haber verirdi. Bir gün yine ona gelerek ve dikkatle kendisine bakarak: "Ey Zübâb, ey Zübâb! Şaşılacak haberler var, dinle! Muhammed'e Mekke'de Peygamberlik verildi, davete başladı, fakat kimseler kendisini dinlememekte..." Dedim ki: "Peki bu nasıl oldu, bana anlat." O cevabında: "İşte bu kadar, olanlar şimdilik fazla sayılmaz" diye konuştu. Nihayet Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) çıkışim bizzat işittim ve kendisine tâbi oldum, müslümanlığı kabul ettim."

Şebbe oğlu Ömer, Gıfâf kabilesinde Osman oğlu el-Cemûh'dan nakleder. O şöyle demiştir: "Biz câhiliye zamanında mahallemizde oturuyorduk. Derhal bir haykırış duyduk geceleyin... Feryâd edercesine bağıran bu ses; şiirden bazı kısınılar söylüyordu. Ertesi gece ve daha ertesi gece de gelip aynen o şiirleri söyleyip gitti. Aradan zaman geçmemişti ki, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ortaya çıktığı haberi geldi."

İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir Yezıd bin Rûmân'dan nakleder. O şöyle anlatmıştır: "Osman bin Affân ve Talha bin Ubeydullah Peygamber Efendimiz'e gidip açıktan müslıiman oldular. Osman dedi ki: Ey Allah'ın Resulü, ben Şam'dan yeni döndüm. Biz Meân ile Zerkâ arasında iken biraz uykuya dalar gibi olmuştuk. Bir de ne görelim, biri feryâd ediyordu: "Ey uyuyanlar! Kalkınız, kalkınız! Şimdi uyuma zamanı değildir, hemen Mekke'ye gidiniz. Zira Mekke'de Ahmed zuhur etmiştir!" Mekke'ye geldiğimizde sizin zuhurunuzu duyduk, müslüman olmak için geldik."

İbn-i Sa'dEbû Nuaym ve İbn-i Asâkir Süfyân el-Hüzelt'den naklederler. O da demiştir ki: "Bir kafilede Şam'a gitmiştik. Zerkâ ile Meân arasında iken bir yerde mola verdik, Uyuyup istirahata çekildik. Birisi boyuna bağırıyordu: "Ey uyuyanlar, kalkınız, şimdi uyuma zamanı değildir! Mekke'de Ahmed gerçekten ortaya çıktı ve büyük cinler sürüldü..." Bu ses üzerine hemen uyandık ve irkildik. Biz orada birtakım genç arkadaşlar idik. Bu sesi hepimiz birlikte duymuştuk. Dönüp evimize geldik, bir de ne görelim, herkesin dilinde konuşulanlar Mekke'deki ihtilaf... Gerçekten Peygamber zuhur etmiş, kimi inanmış, kimileri de inanmak istememiş. Çıkan Peygamber, Abdü'l-Muttalib oğullarından bir zât olup adı da Muhammed imiş."

Ebû Nuaym Yâkûb bin Yezıd et-Teymî'den rivayet eder. Adamın biri Ömer'e uğrayıp sordu: "Yâ Ömer, sen bir kâhin misin? Cinlerden danışmanın ile ne zaman buluşurdun?" Ömer kendisine şu karşılığı verdi: "İslâm'dan az öncesi idi. Bir cin gelip: "Es-Selâm, es-Selâm! el-hakku'l-mubîn ve'l-hayru'd-dâim, ğayru hılmi'n-nâim... Allahu ekber!" diyerek feryâd etmişti. Kâhinlikten maksadın bu mudur? Benim bu sesi duymam mıdır?" Oradakilerden biri söze karışıp: "Ey mü'ıninlerin emiri, buna benzer bir haberi de ben size söyliyeyim mi? Biz ovada giderken bir yankıdan başka bir şey işitmiyorduk. Derken biri atma binmiş feryâd ediyordu: "Yâ Ahmed, yâ Ahmed! Allahü alâ ve emced! Allah'ın sana va'dettiği hayır sana geldi, ey Ahmed!" Sonra bu feryâd eden kayboldu..."

Bu sırada oradakilerden bir diğeri söze karışıp: "Ey mü'ıninlerin emîri, ben de bunun gibi bir haberi anlatmak isterim. Şöyle ki: Biz Şam'a gitmiştik. Giderken Gafra denilen yere geldiğimizde gâibden ve arka tarafımızdan bir ses diyordu ki: "Gerçekten yıldız doğup parladı, ortalığı aydınlattı. Şiddetli ve koyu karanlıklar içinden doğup o karanlıkları dağıttı. Bu, Allah'ın elçisidir, O'nu tasdik eden felaha erecektir. Allah O'nun işini yüceltecek, O'na üstün başarılar verecek onu gerçekleştirecektir..."

Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan şu haberi çıkarmıştır: "Bir gün Ebû Kubeys dağından bir cin şöyle feryad ediyordu: Ka'b bin Fihr'i Allah yerin dibine batırsın. Akıllar ne kadar zayıfladı ve ne kadar hafifledi? Baksanıza onun dini, ataların dini kötüleyerek ilerlemek istiyor... Halbuki o atalar asıl kişilerdi. Cin bunu sizlere söylerken yeminle söylüyor! Aklimzı başimza alimz, ey hurmalıklarda ve kalelerde duran­lar! Yakında atlıların birbirine girip savaştıklarim görürsünüz. Hiç mürüvvete sığar mı ki, kişi amcası, dayısı ile harb etsin? Dillere destan olacak şekilde akrabaları ile savaşsın ve vicdanı bundan rahatlık duysun? Atalarimzı düşünün ey ahâlî!"

Yâni cin (gizliden haykıran adam), bu suretle Kureyş'i İslâm aleyhine kışkırtıyordu. Ertesi günü Mekke'de herkes bu feryad eden sesi konuşuyordu. Onun şiir hâlinde söylediği bu sözler, müşrikler arasında tekrarlanmıya başladı. Onlar bu sözlerle açıkça müslümanları kötütüyorlardı. Bunun üzerine bir konuşma yapan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz: "Bu, şeytanın putlar hakkında çektiği bir nutuktur. Bu - şeytanın adı da Mis'ar'dır. Çok geçmez Allah onu helak edecektir!" Bundan sonra üç gün geçmişti ki, yine Ebû Kubeys dağından bir ses feryad ediyordu: "Biz, Mis'ar'ın hesabim gördük. Kibirlilik gösterip azdığı için cezasını çekti. Üstelik o, hem hakkı inkar etmiş, hem de inkarı âdet haline getirmek istemişti. Elbette ki, İslama saldıran ve tertemiz Peygamberimiz'e söven bir varlığın cezası budur!"

Bu ses de Mekke'de konuşulur oldu. Peygamberimiz de bu hususta şöyle buyurdu: "Bu cinlerden bir ifrittir; çok şuurlu ve kendisinden zeka fışkıran bir varlıktır. Onun adı Semhac'dır. Ben ona Abdullah adim verdim. O bana gelip îmân etti ve cinlerden Mis'ar'ın çoktandır peşinde olduğunu da söyledi. Onu ele geçirmiş ve öldürmüştür."

El-Fâkihı, Mekke'ye Dâir Haberler adlı eserinde İbn-i Abbâs'tan şöyle nakleder: Âmir bin Rabîa[2]) dedi ki: "İslâm'ın ilk günleri idi. Biz Peygamber Efendimiz'in yanında idik. Mekke dağlarimn birine bir ses geldi. İnsanları müslümanların aleyhine kışkırtıyordu. Peygamberimiz: "Bu bir şeytandır. Eğer bir şeytan, insanları Peygambere ve ona tâbi olanlara karşı kışkırtacak olursa, mutlaka Allah onu ölümle cezalandı­rır" buyurdular. Çok geçmeden de onun öldürüldüğünü haber verdiler...

Onu öldürenin cinlerden Semhac olduğunu ve kendisinin ona "Abdullah" adim verdiklerini söylediler... O günün gecesinde aynı yerden bir cin'in şöyle haykırdığim duydum: "Biz Mis'ar'ı öldürdük! Çünkü o hakkı küçültmek ve inkar etmek istemiş, küfrü övmüş, Peygamber'e sövmüştü."

Ebû Sa'd Şerafü'l-Mustafâ adlı kitabında Cendel bin Nadla'dan şöyle nakleder: O, Peygamber Efendimiz'e gidip demiştir ki: Ey Allah'ın Resulü, benim cinlerden bir arkadaşım vardı, bir gün ansızın bana gelip dedi ki: "Haydi uyan gafleti bırak, baksana dîn kandili yandırılmış bulunuyor! Sâdıku'l-Emîn olan Peygamber gönderilmiş bulunuyor! Güzel huylu deveye binip hemen O'na gitmelisin, O'na îmân etmelisin!" Ben, ne oluyor diye korku ile uyandım? O tekrar dedi ki: "Arzı yayıp döşeyene, kesin emirleri farz kılana yemin ederim ki, Arz'ın her tarafında Muhammed, Peygamber olarak gönderildi. O, Mekke Haremi'nde neş'et etmiş, Taybe'ye de hicret etmiştir (edecektir)." Bunun üzerine ben hemen yola çıktım. Gelirken da gaipten bir ses bana: "Ey güzel huylu devesine binerek yola çıkmış adam, Peygamber'e doğru olan yolun hayırlı olsun, sen bu yolda doğruyu bulacaksın..." diye nida ediyordu."

İbn-i'-l Kelbî Adiyy bin Hâtim'den nakleder. O demiştir ki: "Ben, Kelb kabilesinden Habis bin Diğne adında birini ücretle çalıştırmakta idim. Bir gün o, dehşete kapılmış vaziyette geldi. "İşte develerin!" diyerek bağırdı. Ben kendisine: "Seni korkutan nedir?" diye sordum. Bana verdiği cevapta dedi ki: "Ben vadide develeri gezdirirken karşı dağ yolunda bembeyaz saçlı birisi, kartal gibi süzülerek indi ve vadiye kondu. Ben gördüğüm manzaradan dehşete kapılmıştım Bana hitaben dedi ki: "Ey Habis bin Diğne, ey Habis; kalbine vesvese gelmesin, sakın kendi kendini aldatmıyasm, şüpheye mahal yoktur ki bütün açıklığı ile Hakk'ın nuru zuhur etmiştir! Hiç vakit geçirmeksizin o nura koş, o nura karşı sakın kibirlenme, kanad indirip kabul eyle..." Bunları bana söyledikten sonra da oracıktan hemen kayboldu. Ben de hemen develeri toparlayıp başka bir vadiye indirdim. Biraz sonra uykuya dalmıştım. Atlı birisi gelerek beni uyandırdı ve bana hitaben: "Ey Habis, söylediklerimi iyi dinle! Şaşkınlıklar içinde dolaşan biri, hiç hidâyete eren gibi midir? Sakın Tarîk-ı Müştekim üzerinden ayrılma! Peygamber Ahmed'in getirdiğini dinle, bütün dinler yürürlükten kaldırılmıştır!" Ben bu sözler karşısında fazla heyecanlanıp bayılmışım. Biraz sonra aklım başıma geldiğinde, iyice bildim ki Allah beni müslümanlık hususunda imtihan etmektedir..."

Taberânî ve Ebû Nuaym Amr bin Mürre el-Cühenî'den şu haberi nakletmişlerdir: O demiştir ki: Ben hacc için yola çıkmıştım. Mekke'ye vardığımda şöyle bir rüya gördüm: Mekke'den bir nûr yükseliyordu, tâ Medme dağına ışığı vuruyordu. Sonra bu yükselen nûr sütunu içinden bir ses: "Nûr yükseldi, karanlık mahvoldu! Son Peygamber gönderildi" diye feryad ediyordu. Sonra bir nûr daha yükseldi, bunun da ışığı tâ Hıra ve Medâin köşklerini aydınlatıyordu. Bana onları gösteriyordu ve içinden bir ses: "İslâm zuhur etti, putlar kırıldı, yakınlar ve fakirler gözetildi" diyordu. Büyük bir ürperti içinde uyandım ve arkadaşlarıma: "Vallahi burada büyük bir olay çıkacaktır!" diyerek rüyamı anlattım. Hac dönüşü memleketimize vardığımız zaman hepimizi sarsan bir haber ulaştı. "Ahmed adında bir zât, Mekke'de Peygamberliğini açıkça ilân etti" deniliyordu. Ben yerimde duramayıp yola çıktım, Mekke'ye gelip Peygamberi gördüm. O'na rüyamı anlattım ve müslüman oldum. Peygamber Efendimiz'e dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, kavmim içinde müslümanlığı tebliğ edip yaymam için ,beni vazifelendir!" O da bunu kabul buyurup beni vazifeli kıldı. Ben de kavmime döndüğümde onları İslâma davet ettim. Müslümanlığı hepsi kabul ettiler, ancak içlerinden biri aksilik ve kibirlilik gösterip İslâm aleyhinde bulunmağa başladı. Bana hitaben beddualar yağdırıp şöyle diyordu: "Ey Anar bin Mürre! Sen bize, ilâhlarımızı terketmeyi ve atalarımızın yolundan sapmayı mı emrediyorsun? Bu nasıl olur? Allah senin hayatim zehir etsin! Yaşayışında huzur yüzü görme... Hiç aklı başında bir kimse, o büyük ve asıl ecdadın yolundan döner mi? Onları açıkça kötüler mi?"

Ben de onun bu kötülemesi ve karşı çıkmasına karşılık olarak dedim ki: "Ey zavallı! Dinle, içimizden hangimiz yalancı ise, hangimiz iyiliği değil de kötülüğü istiyorsa, Allah onun hayatim kendisine zehir etsin. Gözünü kör, ağzim dilsiz eylesin." Allah'a yemin ederim ki o adam, vefat etmezden önce hem gözleri kör oldu, hem de ağzı dilsiz oldu. Görmüyordu ve de konuşamıyordu. Bu şekilde helak olup gitti.

Ebû Nuaym, el-Haraitî, İbn-i Asâkir; Harbûz el-Mekkî tarikiyle şu haberi nakletmişler: Has'am kabilesinden biri anlatır: Biz Araplar, çok Önceleri ne puta tapar, ne de helâl olan şeyleri haram kılardık. Sonradan bu yollara sapılmıştır. Derken putlar hakem yapılmıştır. Bir günün gecesinde ben de bazı yakınlarımla bir iş hususunda putumuza danışmak üzere onun yanına gitmiştik. Ona mürâcât etmiştik. Tam bu sırada gaipten bir ses şöyle haykırıyordu: "Ey akılları ve cisınıleri olan insanlar! Ey hükümleri putlara isnad edenler! Sizlere ne oldu da böylesine akılsızlık ediyorsunuz? İşte bakınız, âlemlerin Efendisi ortada duruyor! Hükümlerin en doğrusunu ve en adaletlisini duyuruyor! İnsanları akılsızlıklardan ve kötülüklerden koruyor! O, bütün bunları açıkça ilân edip dururken Mekke'de, siz hâlâ ne diye duruyorsunuz bu karanlıklar içinde?" Biz gaipten gelen bu sesi duyunca, hepimiz dehşete kapılıp putun etrafından kaçıştık ve dağıldık. Sonra gaipten gelen sesin şiir hâlinde söylediği sözler, Mekke'de herkes tarafından söylenir oldu. Mekke'de zuhur eden Peygamber oradaki vazifesini tamamlamış Medine'ye göçmüştü. İslâm Medine'de hızla yayılmaya başlamıştı. Bir gün ben de Medine'ye gittim Peygamberin huzurunda müslüman oldum."

Ebû Nuaym Temîm-i Darî'den nakleder, O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz gönderildiği zaman ben Şam'da idim. Bazı ihtiyaçlarım için şehir dışına çıkmış dolaşıyordum. Akşam olduğunda bir vadide gecelemem icâb etti. Yatarken, bana bir zarar dokunmasın diye âdete uyarak: "Ben, şu vadinin efendisi ve sahibine sığındım!" diyerek uzandım. Bir de ne göreyim gaipten bir ses: "Ey Temîm, ne yapıyorsun! Niçin senin gibi bir mahlûka sığimyorsun? Bilmelisin ki hiç bir cin, Allah'ın irâdesi önüne geçemez, Allah'ın murâd ettiği bir zararı önliyemez!" Ürpererek doğruldum ve: "Vay anasına! Sen neler söylüyorsun?" demekten kendimi alamadım. Gaipten tekrar: "Niye anlamıyorsun? İşte Allah'ın Resulü meydana çıktı. Biz, O el-Emîn arkasından namaz kıldık Mekke'de... Müslüman olup Ö'na uyduk. Cinlerin bütün hileleri sona erdi, tecellî eden vahiy konusunda kulak hırsızlığı yapmaları da sona erdi. Sen, durma Muhammed'e git müslüman ol! O, bütün âlemlerin rabbi olan Allah'ın hak elçisidir! Tereddüt gösterme, derhal müslüman ol!"

Temim devamla der ki: "Sabah olunca Şam'daki rahiplerden birine gidip olanları anlattım. Onun cevabı da şu oldu: "Sana söylenen doğrudur. Bir Peygamber Harem'den çıkacak, Harem'e hicret edecektir, diye bizde bilgi bulunmaktadır... O, cümle Peygamberlerin sonuncusu ve en büyüğü olacaktır. Durma kendisine git, müslüman ol!"

Ebû Nuaym Huveylid ed-Damrî'den nakleder: "Biz, putlarımızdan birinin yanında oturuyorduk. Ansızın putun içinden şöyle bir ses geldi: "Vahiy hakkında kulak hırsızlığı yapmak sona erdi! Şeytanlar o sahalardan sürüldü. Bütün bunlar, Mekke'de zuhur eden Peygamber hürmetine tecelli etti. O'nun adı Ahmed'dir, hicret yurdu da Yesrib (Medine) dir. O, namazı ve orucu emreder, iyilik ve yardımlaşmayı tavsiye eyler," Biz, putun yanından kalkıp durum hakkında insanlar­dan soruşturmaya başladık. Bize cevaben dediler ki: "Evet, gerçekten Mekke'de Ahmed adında bir Peygamber çıkmıştır, dâvetine başlamıştır..."

Ebû Nuaymİbn-i Cerîr ve diğer bâzı kaynaklar Abbâs bin Mirdâs'tan naklederler. O şöyle demiştir: "Müslümanlığı kabul ettiğim günün Önceleri idi. Babam vefatıyla neticelenen hastalığmdaydı. Bize şöyle vasiyyette bulunmuştu: "Putumuz Dumâr'a iyi itina gösteriniz!" Ben de onu evimde saklıyor, her gün yanına gidip saygılar sunuyordum. O günlerde Peygamberimiz de zuhur etmiş bulunuyordu. Vakit gece idi. Putun içinden bir ses şöyle feryad ediyordu: "Kalk, bütün kabilelere söyle, Süleym'deki bütün halka duyur, put ehli helak oldu, mescid ehli yaşadı!... Dumâr dediğiniz put da vadiyi boyladı! Çünkü ancak Allah'a ibâdet yolunu gösteren Peygamber Muhammed geldi!... Öyle bir Peygamber ki, Kureyş'ten olup bütün Peygamberlerin ilmine varis oldu; Meryem oğlu Îsâ'dan sonra Peygamberlik ve hidâyet O'na verildi..."

Ben, bunu kimselere söylemedim, insanlar Ahzâb harbinden dönüp geldiler. Ben o sırada Akîk Vâdisi'nde idim. Yine şiddetli bir ses işittim, şöyle haykırıyordu: "Geçen Pazartesi ve Salı günlerinde nûr ve hak, devesi üzerinde savaşan Peygamberle beraberdi. Niçin görmezlik­ten gelirsiniz?" Diğer taraftan bir başka ses de buna şöyle karşılık veriyordu: "Evet; cinlerin oyun ve hileleri bozuldu, şeytanlar sürüldü, semâlar iyice korundu, Allah'ın vahyi tertemiz olarak meydana çıktı." Ben, bunun üzerine büyük bir ürperti ile yerimden sıçradım ve kat'î olarak bildim ki, "Artık Muhammed Peygamber olarak gönderilmiştir."

İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym Saîd bin Amr el-Hüzelî'den naklederler. O şöyle demiştir: "Bize âit bir putun yanında kurban (!) bağızlayıp o puta takdim ettim. Putun içinden son derece şaşılacak bir ses işittim."Abdü'l-Muttalib oğullarından bir Peygamber çıktı. Zinayı ve putlara kurban kesmeyi haram kılıyor. Semâlar da cinlere karşı korunmuş, şeytanlar sürülmüştür..." Ben ve yanımdakiler derhal putun yanından uzaklaştık. Vakit geçirmeksizin Mekke'ye gittik. Her kime bunu sorduksa da, hiçbir cevap alamadık... Nihayet Ebû Bekir ile karşılaştık. Aynen ona da sorduk, o bize dedi ki: "Evet, Mekke'de Ahmed adında bir Peygamber çıkmıştır. O, Abdü'l-Muttalib'in oğlu Abdullah'ın oğlu Muhammed'dir. O gerçekten Allah'ın Resulüdür,"

(Yukarıdaki kaynakların diğer bir tarîkten naklettikleri bir haber daha var, fakat o da aşağı yukarı bu mealdedir.)

Beyhekî ve İbn-i Asâkir İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: "Adamın biri gelip Resûlüllah'a şunu anlattı: Ey Allah'ın Resulü, Câhiliye zamanında ben, kaybolan devemi aramıya çıkmıştım. Sabahın yaklaştığı bir sırada gâibten bir ses bana: "Ey gecenin karanlığında uyuyan. Allah bir Peygamber gönderdi uyan! Keremli ve vefalı Hâşim'in soyundan. O'nunla gece karanlıkları kalkacaktır, var mı duyan!" Ben, etrafıma bakındım, kimseleri göremedim ve dedim ki: "Ey gecenin bu karanlığında bana seslenen! Bir hayal misin sen? Allah iyiliğini versin, sen bana ne demek istersin? Bana bir iyilik ve ganimetten mi haber getirirsin?" Adam yakimma kadar gelip Öksürdü, sonra da şunları söyledi: "Nûr zahir oldu, zûr (şirk ve câhiliye işi) bâtıl oldu! Halkı boş yere yaratmamış olan Allah'a hamdolsun! Çok hayırlı bir elçi olarak bize^Ahmed'i gönderdi. Allah, kendisine daîmî salat ve selam eylesin!" Bundan biraz sonra da sabah oldu. Bir de baktım ki, devem de yakimmda durmakta..."

Ebû Sa'd Şerefu'l-Mustafa'da Yemenin Murad kabilesinden olan Cad bin Kays'tan şöyle nakleder: "Biz dört arkadaş Yemen'den hacc niyetiyle yola çıktık. Nihayet bir vadiye geldik. Geceleyin yatmazdan önce, câhiliye âdeti veçhile ve kendimizce duamızı yapmak üzere: "Şu vadinin ulu efendisine sığındık, o bizi sefihlerinin şerrinden korusun!" deyip uzandık...-Tabiî develerimizi de iyice bağlamıştık. Gece uykusu basıp arkadaşlarımız uyudular... Bir de ne göreyim gâibten bir ses şöyle diyordu:

"Ey gece istirahatine çekilen kafile! Kabe ve Zemzem'e vardığimz­da güzel Muhammed'e bizden selam söyleyiniz! Artık O Peygamber olarak gönderilmiştir,. Biz de kendisine uymuş bulunuyoruz. Meryem oğlu isa'nın bize vasiyeti de bu merkezde olmuştur..."

Yine Ebû Sa'd adı geçen kitabında (zayıf bir senedle), Cenda' bin es-Sumel'den nakleder. O şöyle demiş: "Bana biri gelip "Ey Cenda1 müslüman ol, selameti bul, yakıcı ateşi ve azabı olan cehennemden kurtul!" diye seslendi. Ben de: "Müslümanlık dediğin şey nedir?" diye sordum. O da: "Müslümanlık; putçuluğu bırakmak, bilgisi ve rahmeti sonsuz Yüce Allah'a karşı samîmi ve ihlaslı olmaktır" diye cevapladı. Ben, "Ona nasıl yol bulunacak?" diye sordum. O da dedi ki: "Arabm soylu bir ailesinden çıkacak olan Peygamberin, yıldızimn doğması çok yakındır. Ö, Harem-i Mekke'den çıkar, Arabi da, Acemi de ona uyar..." Ben bunu amcamın oğlu Râfi' bin Hudeyc'e haber verdimPeygamber Efendimiz'in Medine'ye hicretlerini duyduğu zaman, hemen oraya gidip müslümanlığı kabul etti!" [3]

Peygamberimizîn Gönderildiği Sırada Putların Devrilmesi ve Kisra'nın Başına Gelenler

İbn-i İshak ve Ebû Nuaym Vehb bin Münebbih'ten şu haberi nakletmişlerdir: "Yüce Allah Peygamberimiz'i gönderdiği zaman, Sâsânî sarayında oturmakta olan Kisrâ sabah uyanınca, saray takimn kırıldığı ve Dicle'nin korkunç bir şekilde taşdığım görmüş... Bundan endişelene­rek kâhinleri, müneccimleri ve sihirbazlarim toplayıp bu olayların neyin alâmeti olduğunu açıklamalarim istemiş. Halbuki onların o gün bütün ilimleri ve oyunları alınmış kendileri tam manası ile şaşırıp kalmışlardır. Zira o gece sahrada geceleyen; Hicaz'dan bir ışığın çıktığim ve tâ doğuya kadar uzandığim görür ve bunun yorumunu: "Eğer şu gördüğüm doğru ise, Hicaz'dan bir sultan zuhur edecek ve doğuya mâlik olacaktır. Yeryüzü kendisinin önderliğinde büyük hayırlara ve bereketlere kavuşacaktır!" şeklinde yapar... Biraz sonra da kâhinlerin, müneccimlerin ve sihirbazların tutukluğu ve şaşkınlığı geçmiştir. Birbirine bakıp: "Her halde farkındasınız, bize bu tutukluk, muhakkak semavî bir emir ve iş sebebiyle gelmiştir. Bu da ancak, gönderilmiş bir Peygamber olabilir ve bu Peygamber, şimdiki dini ve idareyi kırıp atacaktır!"

Vâkıdî ve Ebû Nuaym Ebû Hüreyre'den şu haberi nakletmişler dir: Peygamber Efendimiz gönderildiği zaman bütün putlar devrilmiştir. Buna şaşıran şeytanlar, reisleri İblîs'e giderek durumu haber vermişler.

İblîs, "bunun, gönderilmiş bulunan bir Peygamber sebebiyle olduğunu" söylemiş. Şeytanlar O'nu aramaya koyulmuşlar s a da bulamamışlar... Reislerine haber vermişler. îblîs bizzat kendisi aramaya çıkmış ve O'nu Mekke'de bulmuştur ve şeytanlara hitaben: "Ben O'nu Mekke'de buMum, yanında Cibril de vardı" demiştir..[4]

Ebû Nuaym Hılyetü'l-Evliyâ adlı kitabında Mücâhid'den şöyle nakleder. O demiştir ki:

"İblis korku ve dehşete kapılarak dört defa feryad etmiştir:

Birincisi lanete uğradığı zaman,

İkincisi Arza indirildiği zaman,

Üçüncüsü Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) Peygamber olarak gönderildiği zaman,

Dördüncüsü ise Fatiha Sûresi nazil olduğu zaman..." [5]

Peygamberimizin Gönderilmesi Hürmetine Cinlerin İlahî Vahye Kulak Hırsızlığı Yapmalarından Semâların Korunmuş Olması

Yüce Allah, Kitâb-ı Keriminde cinler hakkında bilgi veren âyet-i celîlesinde buyuruyor ki:

"Cinlerden bazıları dediler: Biz semâya dokunduk, onu kuvvetli bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk. ve biz onun dinlemeğe mahsûs olan oturma yerlerinde oturur (gayb

haberlerini dinlemeğe çahşır)dık. Artık şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir alev parçasını bulur." [6]

İmanı-ı Ahmed ve Beyhekî Cübeyr bin Mut'ım tarikiyle İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet eder; İbn-i Abbâs diyor ki: "Daha önceleri şeytanlar semaya çıkar, ilahî vahyin tecellîsi sırasında ondan bîrşeyler çalmaya çalışır, sonra Yeryüzüne inerler ve bir takım ilavelerle bunları kendi dostlarına fısıldıyarak yaymaya çalışırlardı. Yüce Allah, Muham-med'i (sallallahü aleyhi ve sellem) elçi olarak gönderince, şeytanlar o dinleme yerlerinden kovulup sürüldüler. Bunlar durumu, kendilerinin reisi bulunan İblîs'e haber verdiler, Iblîs: "Muhakkak ki yeryüzünde büyük bir olay olmuştur!" dedi ve derhal askerlerini durumu araştırmaya yolladı. Onlar da aradılar, Meke'ye geldikleri zaman Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân okur halde buldular... "Vallahi olay budur!" dediler ve dönüp İblis'e haber verdiler." İslâmiyet devri başladıktan sonra içlerinden kim buna teşebbüs edecek olursa, muhakkak ateşten bir alevle imha edilir... Bâzan öldürmeyip yüzünü, yanıbaşlarim ve ellerini yaktığı da olur..."

Yine İbn-i Abbâs'tan Beyhekîİbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym'in rivayetleri de şöyledir: "Cinlerden her bir kabilenin semâda gaybî haberi dinleme ve kulak hırsızlığı yapma yeri vardı. İlâhî vahiy1 den çaldıklarim kendilerinin dostları olan kâhinlere ulaştırırlardı. Vaktaki Allah Muhammed'i (aleyhisselâm) gönderdi, cinlerin bu dinleme işi sona erdi. Kâhinle­rin cinlerden aldıkları ilaveli ve karışık haberler kesilince, Araplar da telâşa kapılarak (kıyamet yakındır diye korkarak), develerinden, sığır veya koyunlarından her gün birini boğazlamaya, başladılar... İblis: "Muhakkak yeryüzünde büyük bir olay olmuştur!" dedi ve arz'in her tarafından bir toprak parçası getirilmesini askerlerine emretti. Getiri­len toprak parçalarım bir bir koklayarak teftiş ediyordu. Sıra Mekke toprağına geldi, onu koklaymca: "İşte olay burada meydana gelmiştir, koşup bakınız!" dedi. Askerleri sür'atle Mekke'ye gittiler ve gördüler ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân okumaktalar..: Durumu İşte böylece öğrenmiş oldular."

İbn-i Sa'd, Utbe bin Muğira'nın oğlu Yâkûb'dan nakleder. O demiştir ki: "Cinler dinleme yerlerinden sürülüp kâhinlerin haberleri kesilince, bundan ilk defa korkuya kapılan Tâif deki Sakîf kabilesi olmuştur. Onlar Amr bin Ümeyye'ye gelerek: "Ne oluyor?" diye danıştı­lar. O da: "Evet, haberim var... Fakat bekleyiniz," eğer bildiğiniz yıldızların yerlerinden oynayıp dağıldığim görürseniz, bilinizki bu bütün dünyanın ve yaratılmışların sonudur... Eğer daha önce bilmediğiniz bir yıldız doğarsa, biliniz ki bu, Allah'ın irâde ettiği bir şeydir ve bir Peygamber gelecektir. Araplar içinden çıktığı zaman, duyulup konuşulacaktır" demiştir."

İbn-i Sa'd ile Ehû Nuaym'in İmam-ı Zührl'den sevkettikleri bir rivayete göre, Zührî demiş ki: "Daha Önceleri vahiy, cinler tarafından dinleniyordu. İslâm'ın gelmesi ile birlikte bu menedildi. Esed oğulları kabilesinde Suayr adında bir kadın vardı. Onun cinlerden bir arkadaşı bulunuyordu. Cin arkadaşı yine bir gün kendisine geldi ve acı acı feryad etmeye başladı: "Eyvah, haram dostluklar kaldırıldı, köle muamelesi yapmak yasaklandı, öyle büyük bir emir geldi ki, dayanılmaz derecede... Haberin olsun Ahmed zuhur etti, zina da haram kılındı!..."

Beyhekî'nin tahricine göre yine îmarn-ı Zührî diyor ki: "Yüce Allah, cinlerin ve şeytanların işine son verdi, onları semadaki haber dinleme yerlerinden sürüp uzaklaştırdı. Kâhinlik de sona erdi. Biliniz ki, İslâm'dan sonra kâhin de yoktur, kehânet de yoktur!..." (Nâfi bin Cübeyr'in bir sözü de, bu mealdedir.)

Vâkıdî ve Ebû Nuaym Atâ tarikiyle İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet eder; "Şeytanlar vahyi dinlerlerdi. Allah, Sevgili Peygamberimiz'i gönderince onları bundan menetti. Şeytanlar toplanıp îblîs'e şikayete gittiler. îblîs: "Muhakkak bir şey oldu!" dedi ve Ebû Kubeys dağimn tepesine çıkarak etrafı gözetledi. Peygamber Efendimiz'in Makâm-ı İbrâhim'in arkasında namaz kılmakta olduğunu gördü. Gidip O'nu orada boynunu kırmak istedi. Bu maksatla oraya geldi. Efendimiz'in yanında Cibril de vardı ve Iblîs'in yaklaştığim görünce ona Öylesine kuvvetli bir tekme attı ki, onu tâ uzaklara gönderdi..."

(Vâkıdî ve Ebû Nuaym'in Mücahid'den olan rivayetleri de aynen bunun gibidir...)

Ebû Nuaym'in Haccâc el-Savvâftan naklettiği haberde de şöyle denilmektedir: "Sabit el-Bünâi Enes'ten nakleder. O demiştir ki: "Yüce Allah, Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderdiği zaman, îblîs O'na kötülük etmek istemişti. Bu maksatla yaklaştığında Cebrâîl kendisine öyle bir darbe indirdi ki, onu tâ Ürdün vadisine fırlattı..."

(Ebû'ş-Şeyh, Taberânî ve Ebû Nuaym'in Osman bin Matar'dan, onun Sâbit'ten, onun da Enes'ten naklettiği haber ise şöyledir: Peygamber Efendimiz namazın secdesinde idiler, iblis gelip boynunu çiğneyerek kırmak istedi. Cebrâîl Iblîs'e karşı bir üfledi, onu tâ Ürdün vadisine fırlattı... [7]

Kur’an’ın Eşsiz Bir Mucize Oluşu, Hiç Bir Beşer Kelamına Benzemeyişi Ve Kureyş’in Bunu İtiraf Etmek Zorunda Kalışı

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"De ki: An dolsun eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân'uı bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun berzerini getiremezler. Birbirlerine arka olup yardım etseler bile!" [1]

Yüce Allah buyuruyor:

"Eğer kulunuz Muhammed'e indirdiğimizden şüpheniz varsa, haydi onun gibi bir sûre de siz getiriniz! Allah'tan başka bütün şahitlerinizi (yardımcılarimzı) da çağırimz, eğer doğru iseniz bunu yapimz!"

'Yok eğer yapamadimzsa, ki asla yapamıyacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkarcılar için hazırlanmış ateşten sakimnız." [2]

Yüce Allah b uyuruyor:

"Eğer doğru iseler, haydi onun gibi bir söz getirsinler!"[3]

Buharî, Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular: "Önceki Peygamberlerden her birine, insanla­rın o sayede imâna girecekleri bir mucize verilmiştir. Ancak Allah'ın bana verdiği mucize, Allah'ın vahyinden ibaret olan Kur'ân mucizesi'dir... Ümmetinin sayısı en çok olan Peygamberin, Ben olacağı ümidindeyim."

Alimlerimiz dediler ki: Bu hadis-i şerifin manâsı şudur: Önceki Peygamberlere verilen mucizeler, geçici mucizeler olmuştur; onları ancak o zaman hazır bulunanlar görmüştür. Asırların sona ermesiyle, onların mucizeleri de sona ermiştir. Kur'ân ve Kur'ân'ın mucizeleri ise kıyamete kadar süreklidir. Kur'ân; gerek üslûbunda, gerek belagatında ve gerekse gaybî haberleri ihtiva edişinde harikuladedir .^Hiç bir asır veya devir geçmez ki, Kur'ân'ın verdiği gaybî haberlerden biri zuhur etmesin... Elbette zuhur eder ve Kur'ân'ın dâvasının gerçek olduğuna delâlet eder..."

Yukardaki Buhâri tarafından rivayet edilen hadisin açıklanması konusunda bâzı âlimler de şöyle demiştir: Geçmişteki mucizeler hissî ve maddî mucizelerdi. Gözle görülür, elle tutulur cinsindendi. Salih (aleyhisselâm)'ın devesi Mûsa (aleyhisselâm)'ın asası gibi... Kur'ân mucizesi ise, basarla (gözle görmekle) değil de basiretle görülebilen bir mucizedir. Kalb gözleri kör olanlar, onu göremezler. Aynı zamanda Kur'ân mucizesi, bir zamana mahsus olmayıp devamlı bir mucizedir. Bu sebeble, ona uyanlar da çok olmaktadır. Bütün zamanlarda ve asırlarda pek çok sayıda insan ona inanmakta ve uymaktadır, yâni uyanların sayısı, onun indiği zamana münhasır kalmamaktadır. Yalnız kafa gözüyle görülen bir şey, onu görenin zail olmasıyla, zail olur gider. Kalb ve akıl gözüyle görülen bir şey ise, onu görenlerin zail olmasıyla zail olup gitmez; devamlı ve sürekli olur. Her asırdaki akü ve kalb sahibi kimseler, sanki gözleriyle görmüşcesine ona inanırlar ve onun devamlılığına birer sebeb ve vesile teşkil ederler."

İkrime tarikiyle Hâkim ve Beyhekî'nin İbn-i Abbâs'tan rivayeti şöyledir: Bir gün, Velid bin Muğira Peygamberimize geldi. Hâlinde müs-lümanlığa yumuşamış gibi bir mana vardı. Sükunetle Peygamberin kendisine okuduğu Kur'an'ı dinledi. Bu durum Ebû Cehl'in kulağına gitmiş, velid'e gidip çatmış: "Ey Amca, senin kavmin, sana mal toplayı-vermek istiyorlar" demiş. velid: "Sebep ne?" diye sormuş. Ebû Cahil: "Muhammed'e meylediyormuşsun. Çok sayıda mal vererek seni bundan vazgeçirmek istiyorlar" diye karşılamış. velid: "Kureyş benim, hepsin­den daha zengin olduğumu bilmiyor mu?" demiş. Ebû Cehil de: "Öyley­se, Muhammed'e git, onu inkar ettiğine veya ondan nefret ettiğine dâir bir laf söyle de bu laf Kureyş'e malum olsun. O zaman seni mazur görürler" demiş. velid: "Sen söyle bakalım, ne diyeyim? Şâirdir desem, şiirin her çeşidim iyi bilirim. Muhammed'de ise hiçbir şekilde .şairlik yok. Bâzı kahinlerin cinlerden veya gaipten duyarak söylediklerini iddia ettikleri söze de benzemiyor, O'nun okudukları. Vallahi O'nun okuduğu ne bunlara, ne de onlara benzemiyor! Yine yemin ederek söylüyorum ki, Muhammed'in okuduğu şeyin bambaşka bir tatlığı ve güzelliği var! O'nun üstü meyvelerle, altı salkımlarla tıklım tıklım! Bereket ve hayrj nihayetsiz. O devamlı büyüyor ve yüceliyor. Hiçbir şey onun üzerine çıkamaz. O, altına aldığı her şeyi ezer yok eder."

Bu sözler karşısında iyice kızaran Ebû Cehil, amcası velid'e hitaben: "Amca, amca! Sen Muhammed'e gidip onu inkar ettiğine dair bir söz söylemedikçe, mümkin değil Kureyş seni hoş görmez!" diye ^haykırmış. velid bu durum karşısında bocalayıp, "biraz zaman tanı da düşüneyim" demiş. Artık o; hayli düşündü, sonra surat asıp kaşlarım çattı, Ebû Cehil'e baktı ve: "Bu, emek çekilip öğretilen, başkasından Öğrenilen bir büyüden başkası değildir" dedi. Böylece, Ebû Cehl'i ve Kureyş'i memnun etti.

Onun böyle söylemesi üzerinedir ki yüce Kur'an'da ki şu mealdeki âyet nazil oluverdi: "Hâbibim sen, Benimle şu tek olarak (yani nev'i şahsına münhasır olarak) yarattığım kulu yalnız bırak!" [4]

İbn-i Ishak ve Beyhekî Ikrime ve Said tarikiyle İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: "Velid bin Muğıra Kureyş'ten bazıları ile bir toplantı yaptı. Mevsını yaklaşmıştı. Kendisi hayli yaşlı idi. Toplantıya katılanlara dedi ki: "Bakınız, yakında Kabe'yi ziyeret için çeşitli kabilelerden birçok Arap kardeşleriniz gelecek. Muhakkak bu gelenler de Muhammed'in zuhurunu duymuş olacaklardır. Bu hacc mevsınıinde en çok konuşulacak mesele de şüphesiz budur. Bu hususta söyleye-ceğiniz sözü, şimdiden kararlaştırmanız gerekir. Her biriniz başka başka şeyler söyleyerek müşkil duruma düşmemelisiniz." Oradakiler dediler ki: "Ey Abdü Şems, sen bize bu hususta yardımcı ol, sen ne söylememizi tavsiye edersin?" velid: "Ne söyliyeceğinizi kendiniz söylemelisiniz! Ben bunu şimdi sizden işitmek istiyorum" dedi. Oradakiler de: "Muhammed bir kâhindir" deriz dediler. velid: "Olmaz, o kahin değildir, biz kâhinleri gördük, O'nun okuduğu şeyler ise kâhin' mırıltısı değildir." Onlar: "Öyleyse mecnundur deriz" dediler. velid: "O bir mecnun da değildir" dedi. Oradakiler: "Öyleyse o bir şairdir, deriz* dediler velid: "Bu da olmaz. Çünkü Muhammed bir şair de değildir." Biz şairleri de, onların şiir çeşitlerini de gördük. Muhammed'in okuduğu şeyler ise, hiçbir zaman şiire benzer şeyler değildir." Onlar: "Öyleyse, O bir sihirbazdır deriz" dediler. velid: "Hayır, O bir sihirbaz da değildir. Biz sihirbazları da, sihirlerini de gördük, Muhammed'de bunların hiçbirisi mevcut değildir" diye karşılık verdi. Oradakiler: "Peki ey Abdü Şems, sen söyle ne diyelim?" dediler. O da dedi ki: "Vallahi Muhammed hakkında ne söyleseniz boş ve bâtıl olduğu anlaşılacaktır! Zira O'nun okuduğu kelâm bunların hiç birisi değildir. O öyle bir şeydir ki, eşsiz bir güzelliği ve benzersiz bir tatlılığı var. Fakat buna rağmen, yine de "O bir sihirbazdır" demekten başka bir çaremiz bulunmamaktadır. Dersi­niz ki: "O bir sihirbazdır; sihir yapıp kişi ile babasının arasını, kişi ile kardeşinin arasını, kişi ile ailesinin, kişi ile kabilesinin arasını açıyor." Böylece karşı koymaya, halkı ondan uzaklaştırmaya çalışırsınız."

Bunun üzerine toplantıyı bitirip oradan dağıldılar. Hacc mevsınıi dolayısıyla halka böyle böyle anlatmaya çalıştılar. "Sakimn, Muhamme-d'e yaklaşmayimz!" diyerek tenbihler ettiler. Bu sebebledir ki Yüce Allah da Kitâb-ı Kerîm'inde velid'le ilgili olarak bazı âyet-i celileler inzal buyurdu. Bunlar Müddesir Sûresinin: "Hâbibim sen, Benimle şu tek olarak yarattığım kulu yalnız bırak!" mealindeki âyetle ve: "Onu sekar'a (cehenneme) sokacağım" mealindeki ayetle sona eren âyetler topluluğu idi. Onun toplantısına katılan Resûlullah'ın getirdiği hakkında o sözleri söyleyen müşrikler hakkında da şöyle buyurdu: "Onlar ki Kur'an'ı (Kur'an hakkındaki sözleri) bölük bölük ettiler." [5]

Canâb-ı Hakk, yine onlar hakkında şöyle buyurdu: "Ya Muhammed, Rabb'ın hakkı için biz onların hepsine mutlakaSoracağız.[6]

Velid ve onun toplantısına katılan müşrikler, bütün güçleri ile insanları Muhammed (aleyhisselâm)'ın davetinden çevirebilmek için çalışan bu müşriklerin böyle yapıp birtakım yaygaralar koparmaları neticesinde-dir ki, o seneden itibaren Arabların konuştuğu tek mesele Peygamber efendimiz ve O'nun daveti olmuştur. Bundan itibaren O'nun adı, Arap ülkesinin her tarafına yayılmıştır."

Ebû Nuaym el-Ûft tarikiyle İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet eder: "Velid bin Muğirâ Ebû Bekir'e Kur'an hakkında soru yöneltti. O da kendisine Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğunu söyledi. velid Kureyş'in yanına gidip şöyle feryad ediyordu: "Ne şaşılacak bir şey! Muhammed'in okuduğu ne şiirdir, ne sihirdir, ne de bir deli saçmasıdır. O'nun söylediği muhakkak Allah kelammdandır."

Yine Ebû Nuaym ve İbn-i İshak ile Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şu haberi nakletmiştir: "Bir gün Nadr bin el-Hâris ayağa kalkıp: "Ey Kureyş, Vallahi başimza gelen çok büyük bir iştir! Daha önce bunun benzeri birşeyle karşılaşmış değildiniz. Muhammed sizin aranızda büyüdü, içinizde en çok beğenilip razı olunan idi, en doğru sözlünüz idi, emânete en çok riâyet edeninizdi. Nihayet büyüyüp size yeni bir din getirdi. Başladimz "Muhammed bir büyücüdür!" demeğe... Vallahi O'nun size getirdiği sihir değildir. Çünkü bizler sihirin ne olduğunu gördük. O kâhindir, diyorsunuz. Bu da doğru değildir. Biz kâhinleri de gördük, onların kehânetlerini de... Şairdir diyorsunuz. Vallahi bu da doğru değildir. Biz bütün çeşitleri ile şiirin ne olduğunu da biliyoruz. ve Muhammed'in getirdiğinin şiirle bir ilgisi olmadığı da meydandadır. O bir delidir diyorsunuz. Ne delisi? Yine Allah'a yemin ederek söylüyorum ki, Muhammed bir deli de değildir. Deliliğin saçmalarından, hezayanla-rından, vesveselerinden O'nda eser yok! Ey Kureyş, başimza gelen şu iş üzerinde ciddi olarak düşününüz! Vallahi sizin başimza çok büyük bir iş gelmiştir" diyerek uzunca bir konuşma yapmıştır."

BeyhekîEbû Nuaym ve Müsned'inde İbn-i Ebü Şeybe Câbir bin Abdullah'tan rivayet ederler. O demiştir ki: "Kureyşİn toplu olduğu bir zamanda Ebû Cehl şu konuşmayı yaptı: "Ey Kureyş! Hepiniz biliyorsu­nuz ki Muhammed'in getirdiği yeni din meselesi, her tarafa duyulup yayıldı. Herkes bunu konuşuyor. Bu durumda ne yapmalıyız? Bana kalırsa, içimizdenvbiri büyücülüğü, sihirbazlığı ve kâhinliği iyi bilen bilgili bir zâta gidip bütün duyduklarımızı anlatsa, sonra o bilgili adamın söylediklerim gelip bize anlatsa, bu iş hakkında belki rastgele konuşmaktan kurtuluruz. Baksanıza, bu hususta bir sözümüz diğerine uymuyor! Bir şaşkınlık ve dağimklık içindeyiz."

Utbe bin Rabia şu karşılığı verdi: "Sihre, kehânete ve şiire âit sözleri, sen dahi işitmişindir, ben dahi işitmişimdir. Bu hususta ben de yeterli ilmim vardır. Gidip Muhammed'in kendisiyle konuşabilirim" dedi ve gidip onunla konuştu. Dedi ki: "Ey Muhammed, sen mi daha hayırlısın, yoksa Hâşim mi daha hayırlıdır? Sen mi daha hayırlısın, yoksa Abdü'l-Müttalib mi? Sen mi hayırlısın, yoksa baban Abdullah mı?" Peygamber Efendimiz, onun bu sorularına hiç cevap vermedi. Utbe şöyle devam etti: "Söyle yâ Muhammed, ne sebeble ilahlarımıza sövüyorsun? Nasıl atalarımızı sapıklık ile suçluyorsun? Eğer sen, başa geçmek istiyorsan, derhal bütün sancaklarımızı senin adına bağlar, başkanlığim ilân ederiz. Kayd-ı hayat şartıyla başkanımız sen olursun! Eğer evlenmek istiyorsan, Kureyş'in kızlarından beğendiğin on tanesini derhal sana nikahlayalım. Eğer muradın zengin olmaksa, dilediğin kadar sana mal verelim." O böyle söylüyor, Resûlullah Efendimiz de sükût ediyordu. Baktılar ki Utbe sözünü bitirdi, Hemen Fussilet Sûresinin 1-l3 âyetlerini okumaya başladı:

Olayla ilgili olarak nazil olan bu âyetler (ki tamamı on üç âyettir) Resûlullah Efendimiz tarafından baştan sona kadar orada okunmuştur. İşte bu âyetlerin meali de şöyledir:

"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.

Hâ mîm.

"(Bu kitap) Rahman ve Rahim'den indirilmiştir.

Bilen bir toplum için âyetleri açıklanmış, Arapça okunan bir kitapır.

"Müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir, fakat çokları yüz çevirmiştir; onlar işitmezler.

Dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalbi erimiz örtüler içinde, kulaklarımızda bir ağırlık ve seninle bizını aramızda bir perde var. Sen istediğini yap, biz de istediğimizi yapıyoruz.

de ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhimzın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Sizler ancak O'na doğrulunuz! O'ndan mağfiret dileyiniz. O'na ortak koşanların vay haline!

Onlar ki zekât vermezler ve onlar âhireti inkâr ederleri

İnanıp iyi işler yapanlara gelince; onlar için de kesintisiz bir mükâfat vardır.

de ki: Siz mi arz'ı iki günde yaratanı tanfmıyorsunuz ve O'na eşler katıyorsunuz? İşte âlemlerin Rabbı O'dur.

Ona üstünden ağır baskılar yaptı, onda bereketler yarattı ve onda arayıp soranlar için gıdalarim tam dört günde taktir etti.

Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arz'a "İster-istemez vücuda geliniz!" diyerek hitab etti. Onlar da:'İsteyerek geldik" dediler.

Böylece onları iki günde yedi gök yaptı ve her göğe emrini vahyetti. ve biz, en yakın göğü lambalarla ve koruma ile donattık. İşte bu, O aziz ve alîm olan Allah'ın taktiridir.

Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: "Ben sizi Ad ve Semûd kavimlerinin başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırım (azabına) karşı uyarmış bulumıyorumr [7]

Bunun üzerine Utbe, ağzını kapadı. Peygamberimiz'e akrabalık hakkı için kendisinden bahsetmemesini rica ederek bir yere gizlendi. Ailesinin yanına da gitmedi, kendi kendisini hapsetti. Bu durumu hazmedemeyen Ebû Cehl: "Vallahi biz, Utbe'nin Muhammed'in dinine döndüğünü görüyoruz. Herhalde Muhammed'in sofrasmdaki yiyecekler adama tatlı geldi. Ne yapsın zavallı, muhtaç durumda kalmış" diyerek alaylı sözler söyledi ve yanındakilere: "Haydi onun yanına gidelim!" diyerek Utbe'ye gittiler. Ebû Cehil, orada da aynı sözleri Utbe'ye hitaben söyleyip onun gururu ile oynamak istedi ve şunları ekledi: "Bak kardeşim, gerçekten bu kadar muhtaç duruma düşmüşsen, bizler aramızda mal toplayıp sana yardım edelim! Ne dersin?"

Kendisiyle alay edilmesi karşısında iyice gazaba gelen Utbe, bir arslan gibi kükreyip: "Vallahi bundan sonra ebediyen Muhammed ile bir daha konuşmayacağım!" diye haykırdı. Sözüne devamla şunları söyledi: "Kureyş içinde en çok zengin olanın ben olduğumu bilirsiniz. Ben, Muhammed ile konuşmaya geldim. Bana öyle şeyler söyledi ki, vallahi onlar ne bir sihir idi, ne bir şiir idi, ne bir kehânet idi. Bana: "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla" diyerek başhyan bazı âyetler okudu. Ben de bu durum karşısında susmaya mecbur oldum. Kendisine, akrabalık hürmeti için bizden el çekmesini rica ettim. Bilirsiniz ki Muhammed bir şey söylerse, o muhakkak yerine gelir. Ben de sizlere, Ad ve Semûd kavmine inen azâb gibi bir azâb inmesinden korktum. Bunun için saklandım."

İbn-i İshâk ile Beyhekî'nin Muhammed bin Ka'b'dan çıkardıkları bir haber de şöyledir: O demiştir ki: "Bir gün, Utbe bin Rabia Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında konuşmak için Kureyş'ten izin istemiş. O sırada Efendimiz mescidde bulunuyormuş. Utbe: "Ey Kureyş, ne dersiniz, ben gidip şu Muhammed'e birşeyler söyliyeyim, belki bazısını kabul eder de bizden el çeker?" demiş. Kureyş de kendisine: "Haydi git, konuş" demiş. Utbe de gidip Peygamberimiz'Ie konuşmuş, O'na birtakım tekliflerde bulunmuş. Efendimiz kendisini sükunetle dinlemiş. Sözünün sona erdiği kanaatiyle: "Ey Utbe, sözün bitti mi?" diye sormuş. Utbe: "Evet" demiş. Efendimiz de bunun üzerine söze başlayıp: "Şimdi de sen benden dinle ey Utbe! "BismiUahirrahmânirrahîm. Hâ Mîm." ilâ âhirihi. Yâni Fussilet Sûresinin ilgili âyetlerini sonuna kadar okuyup kendisine tebliğ eylemiş. Utbe de tam bir sükûnetle dinlemiş. Peygamberimiz tâsecde ayetine kadar okumağa devam etmiş. [8]Sonra Utbe'ye hitaben: "Dinledin mi ey Utbe?" buyurmuş. Utbe: "Evet" demiş. Efendimiz de: "O halde sen bilirsin!" buyurmuş. Utbe dönüp kavmine gitmiş. Kureyş: "Bakınız, Utbe'nin gelişi, hiç de gidişine benzemiyor" demiş. Varıp yanlarına oturduğu zaman da Kureyş: "Ne haber getirdin ey Utbe?" diye sormuş. Utbe de şu karşılığı vermiş: "Vallahi Muhammed'den öyle sözler işittim ki, şimdiye kadar bunun bir benzerini asla işitmiş değilim! O sözler, ne sihirdir, ne şiir, ne de kehânet. Ey Kureyş topluluğu, geliniz bu sefer benim sözümü tutunuz! Yâni Muhammed'i kendi haline bırakınız. O, kendi dâvasında devam etsin. Allah'a yemin ederim ki, benim ondan işittiklerimle ilgili olarak birtakım şeyler meydana gelecektir. Eğer neticede Muhammed mağlup olursa, sizin hiç bir müdahaleniz olmadan mesele halledilmiş, Araplar kendisini tepelemiş olur. Eğer neticede Muhammed dâvasında başarılı olur da Araplara hâkim duruma gelirse, O'nun hakimiyeti sizin hakimiyetiniz, O'nun şerefi de sizin şerefiniz olur ve siz insanların en bahtiyarı olursunuz!" Oradakiler Utbe'ye: "Ey Utbe! Vallahi Muhammed seni de büyülemiş!" demişler. Utbe de kendilerine: "Bakınız, benim fikrim ve tavsiyem budur! Sizler nasıl düşünüyorsanız öyle yaparsınız" diye karşılık vermiş."

İbn-i İshak ve Beyhekî Zühri'den rivayet ediyor, O demiş ki: "Bana nakledildiğine göre; Ebû Cehil, Ebû Süfyan ve Ahnes bin Şürayk, evlerinden çıkarak Resûlullah'ı dinlemeye gitmişler. O da geceleyin evinde namaz kılıyormuş. Onlardan her biri, arkadaşimn haberi olmaksızın gizlice bir yere oturup dinlemeye başlamış. Sabaha kadar dinlemeye devam etmiş. Şafak sökünce evlerine dönerlerken yolda birbirini görmüşler. Birbirini kınayıp: "Bu yaptığimzı ayak takımından bâzıları görecek olursa, onları şüpheye düşürmüş olursunuz" demişler. Böyle yapılmaması lazını gediğini birbirine tenbihleyerek dağılmışlar. Ertesi gece bu üç arkadaştan her biri yine gizlice Resûlullah'ı dinlemeye gitmiş. Sabah oluncaya kadar dinlemiş, şafak sökünce evine dönerken yolda yine arkadaşlarıyle karşılaşmış. Yine birbirini yaptığından dolayı kınayıp, böyle yapılmaması hakkında yekdiğerine tenbihte bulunarak ayrılmışlar. Üçüncü gecede yine her biri gizlice Resûlullah'ı dinlemeye gitmiş ve sabaha kadar dinlemiş, sabahleyin eve dönerken yolda karşılaşmışlar. "Bu böyle olmaz, bir daha dinlemeye gitmeyeceğimize dair birbirimizden söz alalım!" demişler ve birbirlerinden söz aldıktan sonra dağılmışlar.

Ahnes bin Kays, evine vardıktan sonra asasını alarak evinden ayrılıp doğruca Ebû Süfyan'a gitmiş ve ona hitaben demiştir ki: "Ey Ebû Süfyan, Muhammed'den dinlediklerin hakkında bana ne düşündüğünü hiç saklamadan haber ver!" O şu karşılığı vermiştir: "Ey Ahnes, O'ndan öyle şeyler dinledim ki, onların ne manaya geldiğini ve onlarla ne murâd edildiğini gayet iyi anlamış bulunuyorum!" Ahnes: "Yemin ederim ki, ben de anlamış bulunuyorum!" diyerek oradan ayrılmış. Bu sefer de Ebû Cehil'in evine giderek onunla görüşmek istemiş ve: "Ey Ebû'l-Hakem, Muhammed'den dinlediklerin hakkında ne düşünüyor­sun demiş. Ebû Cehil şu karşılığı vermiştir: "Ben Muhammed'den ne dinlemişim? Biz Abdü Menâf Oğulları ile rekabete giriştik, onlar yedirip içirdiler, biz de yedirip içirdik; onlar yüklendiler, biz de yüklendik; onlar verdiler, biz de verdik; devamlı onlarla şeref yarışında bulunduk. O derece ki, nihayet onlarla müsavi hâle geldik. Tıpkı yarışan iki atın kulak kulağa gelişi gibi. Tam bu hale geldik, şimdi onlardan biri kendisinin^ Peygamber olduğunu, semâdan kendisine vahiy geldiğini iddia ediyor. Peki biz bununla nasıl yarışacağız? Abdü Menâf Oğullarına nasıl yetişeceğiz? Vallahi ben ona ne inanır, ne de onu tasdik ederim!" Ebû Cehl'in bu sözü üzerine Ahnes bin Kays, derhal oradan ayrılmıştır."

Beyhekî Muğira bin Şûbe'den nakleder. O şöyle demiştir: "Benim ilk defa Resûlüllah'ı tanıyışım şöyle olmuştur: Bir gün ben Ebû Cehil ile birlikte Mekke'nin dar sokaklarından birinde yürüyordum. Ansızın Resûlüllah ile karşılaştık. Resûlüllah Ebû Cehl'e hitaben dedi ki: "Ey Ebû'l-Hakem, Allah'a ve O'nun Resulüne tâbi ol!" Ebû Cehil cevaben dedi ki: "Ey Muhammed, sen şu ilâhlarımızı kötülemeyi terk eder misin? Sen, herhalde bizını senin vazifeni tebliğ etmiş olduğuna şahitlik yapmamızı istiyorsun. Tamam, tebliği etmiş oluyorsun..^ Fakat Allah'a yemin ederim ki, eğer ben senin tebliğ etmiş olduğun şeyin gerçek olduğunu bilsem, herhalde onu kabul ederim. Sana uyarım!" Bunun üzerine Rasûlüllah dönüp gitti. Resûlüllah gittikten sonra Ebû Cehl, bana hitaben de dedi ki: "Bak Mugîra, aslında ben, Muhammed'in söylediği şeyin gerçek olduğunu yemin ederim ki biliyorum. Fakat şu Kusay Oğulları ile bir defa rekabete girmişiz... Şöyle ki: Onlar, "Kabe'ye âit vazifeler bizınıdir!" dediler, peki sizin olsun dedik. Yine onlar: "Mühim işlerin konuşulduğu Dârü'n-Nedve bize aittir" dediler, biz de kabul ettik. Yine onlar: "Sancakların taşınması bize aittir" dediler, peki deyip kabul ettik... Onlar: "Hacılara Zemzem verilmesi de bize âit olacak" dediler, biz de peki deyip kabul ettik. Sonra onlar bol bol yedirip içirmeye başladılar; biz de yedirip içirdik. Vaktaki iki rakîb kabile aynı hizaya geldiler, sınıde de kalkıp: "içimizden bir Peygamber çıkmıştır" diyorlar. Ben bunu asla kabul etmeyeceğim..."

Müslim'in rivayetine göre Ebû Zerr şöyle demiştir: "Kardeşim Üneys Mekke'ye gidip gelmişti. Bana: "Mekke'de bir adamla karşılaştım, kendisinin Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğunu söyledi" diye bahsetti. Ben Üneys'e: "Peki insanlar bu hususta ne diyor?" dedim. Uneys de bana: "İnsanlar: "Bu bir şâirdir, bir kâhindir" diyorlar" dedi. Ben kendisine: "Ey Üneys, aslında sen de bir şâirsin, O'nun söyledikleri şiire benziyor mu?" dedim. Üneys: "Ben O'ndan duyduklarımı şiirle kıyas ettim, açıkça şiir olmadığim gördüm. Kâhinlerden işittiğim şeylerle de kıyasladım, kehânete benzer bir tarafı olmadığim da gördüm... Vallahi aslında Muhammed doğru söylüyor; kendisine şâir veya kâhin diyenler ise yalan söylüyor" dedi. Kardeşimin bu sözlerinden sonra Mekke'ye gittim, orada tam bir ay kaldım. Zemzem'den başka hiçbir yiyeceğim ve içeceğim de yoktu. Bir ay, hep Zemzemle idare ettim..." [9]

Ebû Nuaym'ın Zühri'den tahririne göre, o demiştir ki: "Akabe günü idi. Peygamberimizin amcası Abbâs'a Es'ad bin Zürâre demiş ki: "Biz, uzak veya yakın, eş ve dostla alâkayı kestik! Muhammed'in Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğuna şehâdet ettik. O'nun asla yalan söylemediğine, okuduğu Kur'ân âyetlerinin asla beşer sözüne benzemediğine de şehadet ettik."

Yine Ebû Nuaym İbn-i İshak tarikiyle İshak bin Yesar'dan, o da bir adamdan şu haberi nakletmiştir: "Seleme Oğullarından olan o adam demiştir ki: "Seleme Oğullarimn gençleri müslümanlığı kabul ettikleri zaman, Amr bin Cemûh oğluna hitaben: "Git Muhammed'i dinle, O'ndan uyduklarim bana gelip aynen haber ver!" dedi. O da gidip Hazret-i Peygamberi dinledi. Peygamber kendisine Fatiha Sûresini okudu. Gelip aynen babasına tekrarladı. Amr, Fatiha Sûresi'ni dinledikten sonra: "Allah Allah, bu ne kadar hoş ve ne kadar güzel bir kelâm! Muhammed'in okudukları, hep böyle güzel midir?" demekten kendisini alamadı. Oğîu da: "Evet babacığım!..." karşılığim verdi."

İbn-i Sa'd, Muhammed bin Kab, Şa'bî, Zührî ve daha başkaları Yezid bin Rumân'dan rivayet ederler: "Bir gün Süleym'den bir adam, Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyaret edip O'ndan bâzı sözler dinlemiş, O'na bâzı şeyler sorup cevaplar almış... Kays bin Nesîbe adındaki bu adam kabilesine döndüğü zaman, bir müslüman olarak dönmüştür ve onlara hitaben demiştir ki: "Ey kavmim! Beni dinleyiniz, ben, bundan önce Diyâr-ı Rum'un âlimlerinin söylediklerini de dinledim, îran'lıların iniltilerini de işittim, Arapların şiirlerini de duydum! Emîn olunuz ki, Muhammed'in okuyup söyledikleri, bunların hiç birine asla benzememektedir. Haydi bana itaat ediniz ve O'nun getirdiği hakdan nasibinizi alimz!..."

Onlar yâni Süleym Oğulları da yedi yüz (veya bin) kişi oldukları halde, Mekke'nin fethi gününde gelip müslüman olmuşlardır."

Allah'ın Kitabı ve kelâmı elan Kur'ân-ı Kerim'in, îlâhî bir mucize olduğu üzerinde akıl sahipleri icmâ' va ittifak etmişlerdir. Kur'ân, kendisini inkâr edenleri bir benzerini meydana getirmeğe çağırıp onlara meydan okuduğu halde, onlardan hiç birinin buna yeltenmemiş olması da bunu göstermektedir. Nitekim bir âyet-i kerîmede aynen şöyle buy urulmaktadır:

"Ve eğer, ortak koşanlardan biri emân dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah'ın sözünü işitsin; sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır." [10]Eğer onun, Allah'ın sözünü işitmesi kendisi üzerinde bir hüccet olmasaydı, kendisi onu işitmeğe havale edilmezdi. Kendisine okunacak olan Allah kelâmimn kendisi üzerinde hüccet olması ise, o okunan âyetin ancak mucize olması ile gerçekleşmektedir... Nitekim bir âyet-i celîlede de aynen şöyle buyurulmuştur:

"Dediler ki: "O'na Rabb'inden âyetler (mucizeler) indirilme­li değil miydi? de ki: Ayetler Allah'ın yanındadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım!" [11]

"Kendilerine okunan Kitab'ı sana indirmemiz (mucize olarak) onlara yetmedi mi? Şüphesiz inanan bir toplum için, bunda bir rahmet ve öğüt vardır!" [12]İşte bu âyet-i celîle ile Cenab-ı Hakk, açıkça haber veriyor ki, O'nun Kitab'ı, bir mucizedir; Hakk'a kılavuzluk etmekte kâfidir, diğer Peygamberlerin çeşitli mucizelerinin hepsinin yerine kâimdir. Üstelik onlar, yâni Araplar; Arap dilinin her türlü inceliklerine vâkıf ve onu en üstün derecede konuşup icra eden bir topluluktur. Muhammed (aleyhisselâm) da kendilerine yine kendi dillerinde bir kitap getirmiş ve güçleri yeterse O'na muâraza etmeye, en küçük bir sûresine bir benzer getirmeye çağırıp kendilerine açıkça meydan okumuştur. Yıllarca kendilerine mühlet de vermiştir. Kendileri ise, Kur'ân'ın nurunu söndürmeğe son derece hırslı oldukları halde böyle bir şeye yeltenmemişlerdir. Çünkü Kur'ân'ın bir benzerini getiremeyeceklerini çok iyi biliyorlardı. Gerçek­ten bundan âciz idiler. Eğer âciz olmasalardı, böyle bir muârazayı bırakıp da mücerred müslüman olmamak için inâd etmeyi, İslâm'ı alaya almayı tercih etmezlerdi. Bâzan "O bir sihirdir" demek, bâzan "O bir şiirdir" demek, bâzan da "O bir kehanettir" demek gibi çelişkiler içinde bocalamazlardı. Hele hele, sonunda kılıcın hakemliğine razı olup üzerlerine çok düşkün oldukları kızlarimn, kadınlarimn esir düşmesine, mallarimn ganimet olarak toplanmasına yol açabilecek olan savaşı, asla göze almazlardı. Yâni Kur'ân'a, O'nun sûrelerinden birinin bir benzerini getirerek karşılık vermek gibi çok kolay (!) bir yol varken, savaşı göze almak gibi çok zor ve tehlikeli bir yolu seçmezlerdi, içlerinde Arapça'nın pek büyük ustaları ve üstadları bulunmasına rağmen, böyle bir yolu seçmiş olmaları, kesin olarak Kur'ân'a kelâm yoluyla karşı koymaktan âciz olduklarim, Kur'ân'ın karşı konulmaz bir mucize olduğunu göstermektedir... Zâten bütün akıl sahipleri de bunun üzerinde herhangi bir ihtilafa düşmüş değildir.

Hafız İbn-i Hacer diyor ki: "Yüce Allah Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) gön­derdiği zaman, Arapların şair ve hatipleri pek çoktu, lügat ve edebiyat bilgileri zirvesine çıkmış bulunuyordu... Peygamberimiz ise, her sınıf ve tabakadaki insanların tamamim Allah'a ve O'nun Kitab'ına davet etti. Kur'ân'a ve O'nun küçük bir sûresine bir benzer getirmeleri için onlara meydan okudu, sonra savaş meydanlarına çağırdı. Onlar ise, Arap Edebiyatimn bütün inceliklerine vakıf oldukları, şairleri ve edipleri de çok olduğu halde, Kur'ân'a kelâm cinsinden bir şeyle muâraza etmekten âciz kaldılar... Bu ise, Kur'ân'ın mu'ciz olduğunu gösterir. Aklı olan bunun böyle olduğunu anlar ve kabul eder... Çünkü küçük bir sûre veya birkaç âyet topluluğu getirebilselerdi, kolaylıkla Kur'ân dâvasını baltalamış, müslümanları ve Peygamberi müşkil durumda bırakmış olacaklardı. Savaş meydanlarında birçok canların telef olmasına, pek çok malın elden çıkmasına hiç lüzum kalmayacaktı..."

Alimlerimiz Kur'ân'ın mucize oluşunun yönünü açıklamada çeşitli tevcihler yapmıştır. Ben bunları gayet geniş bir şekilde el-Itkân adlı kitabımda açıklamış bulunuyorum. Burada özet olarak deriz ki: "Kur'ân icazının birçok yönleri vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır ki, sırasiyle arz edelim:

1. Kur'ân; gerek fesahat ve belagatı (sözünün üstün, güzel ve son derece te'sirli oluşu), gerek te'lifindeki güzelliği, kelime ve cümlelerin birbiriyle uygunluğu bakımından mevcud Arap fesahat ve belagatimn üstüne çıkmıştır. Arapların çok sayıda şâir, edîb ve hatipleri Kurân'ın eşsiz ve benzersiz güzelliği ve açıklığı karşısında apışıp kalmışlardır.

2. Kur'ân nazmimn ve üslûbunun mevcud Arap Edebiyatındaki şiir ve nesir metodlarınm fevkinde oluşu; kelime, cümle ve âyetlerin düzeni, vakıf ve maktaları, durak yerleri ve bölümleri itibariyle eşsiz ve benzersiz bulunuşu... Ne Kur'ân'dan önce, ne de Kur'ân'dan sonra, bu bakımdan da Kur'ân'ın bir benzeri asla olmamıştır!...

3. Kur'ân'ın ihtiva ettiği gaybî haberler bakımından mucize oluşu... (Nitekim Kur'ân'ın bir âyetinde aynen şöyle buyurulmuştur:

"Elif lâm mim. Rumlar yenildi; Arapların bulunduğu bölgeye yakın bir yerde (mağlûb oldu.) Onlar bu yenilgiden sonra yeneceklerdir. Birkaç yıl içinde (3-9). Onların bu yenilgilerinden önce de, sonra da iş tamamen Allah'a aittir. O gün mü'ıninier sevinirler." [13]

4. Geçmiş asırlara, ümmetlere, din ve şeriatlere dair verdiği haberlerin sıhhatli ve isabetli oluşu... Kur'ân âyetlerini tebliğ buyuran Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu haberi tamamen asıllarına uygun olarak veriyor ve açıklıyordu,.. Halbuki kendisi, ne okumuş ne de yazmıştı.

5. İnsanların içindekileri açığa vurarak îlâhî bir mucize oluşunu ortaya koyması... Nitekim bâzı âyetler de bunu ortaya koymuştur. Bir âyeti celîlesinde Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sizden iki takım, korkup bozulmaya yüz tutmuş idi." ([14]Diğer bir âyette de şöyle buyurmuştur: "...ve kendi içlerinde (gizlice): "Bu dediğimizden ötürü Allah bize azâb etse ya!" diyorlar..." [15]

6. Bâzı kimselerin şahıslarıyla ilgili hükümlerde onların âciz kalacağim, asla o şeyi yapamıyacaklarim haber vermesi ve aynen Kur'ân'ın haber verdiği gibi tecellî etmesi... Meselâ: Yahudilerin kendi yaptıkları sebebiyle asla ölümü temenni etmeyeceklerini haber vermesi ve onların da bunu yapmaması, bundan âciz kalması... Nitekim bir âyet-i celilede Yüce Allah bunu şöyle haber vermiştir: "Fakat onlar, işledikleri işler sebebiyle ölümü asla temenni etmezler." [16]

7. Şiddetle muhtaç ve adeta zorunlu olmalarına rağmen müşriklerin, Kur'ân'a muâraza etmeyi bilfiil terketmiş olmaları...

8. Kur'ân'ın okunduğu sırada O'nu dinliyenlerin kalblerini bir korku ve heybetin sarmış olması... Nitekim Cübeyr bin Mut'ım'ın Bedir'de esir düşen bâzı yakınlarim kurtarmak için Medine'ye geldiği sırada, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) akşam namazını kıldırmakta idi ve Tûr suresinden şu âyetleri okuyordu: "Yoksa kendileri hiçbirşey olmadan (yâni bir yaratıcı olmadan) mı yaratıldılar? Yoksa yaratan kendileri midir? Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar düşünüp de kesin imâna varamazlar! Yoksa Habbi'nin hazineleri onların yanında mıdır? Yahut hâkim olan, her şeyi istedikleri gibi yöneten kendileri midir?" [17]

İşte bu âyetler okunduğu sırada, bunların ne demek istediğine dikkat edip kulak veren Cübeyr bin Mut'ım, öylesine heyecenlanmıştır ki, bizzat kendi ifadesiyle: "Heyecandan nerdeyse kalbim uçup gideyazdı!" demekten kendisini alamamıştır. Halbuki o sırada Cübeyr bir müşrik idi. Fakat yine kendi ifadesiyle "müslüman olma yolunda ilk müsbet adımı" da bu olay teşkil etmiştir.[18]

9. Kur'ân'ı okuyanın hiç usanmaması, dinleyenin asla bıkmaması; okudukça veya dinledikçe Kur'an'a olan sevgisinin artması... Halbuki başka kelamlar böyle değildir. Birkaç defa tekrarlandıktan sonra insana bir usanç gelir... Kur'ân-ı Kerîm ise asla böyle değildir. Nitekim ilgili bir hadislerinde Peygamber Efendimiz de: "...ve O, tekrar tekrar okunmakla da eskimez, güzellik ve tatlılığından .hiçbir şey. kaybetmez..." buyurmuşlardır. [19]

10. Dünya durdukça O'nun, yâni Kur'ân'ın büyüklük ve bütünlü-lüğünden hiçbir şey kaybetmeden durması ve durmaya da devam edecek olması ve O'nu böylece koruyacak olanın da bizzat Allah olması...

11. Kısa birkaç cümlede, sayılı birkaç harfde nice ulûm ve maârifi cemetmiş olması... Önceki kitaplardan hiç birine böyle bir şey nasib olmamıştır.

12. Hem cezâlet, hem de azûbet (yâni çok büyük, vecîz ve tatlı olma) sıfatlarimn her ikisini de cami olması... Halbuki beşer kelamında bu iki nitelik, kolay kolay bir araya gelmez...

13. En son kitap olması, kendinden önce indirilmiş semavî kitaplardan hiç birine muhtaç olmayıp bilakis onların hakemi durumunda bulunması... Nitekim bir âyet-i celîle de açıkça bu hususu belirtmektedir ve şu mealdedir:

"Bu Kur'ân, İsrâ'il oğullarına, kendilerinin ayrılığa düştükleri şeylerin birçoğunu anlatıyor" [20]

Kâdî Iyâd diyor ki: "Kur'ân'ın hangi yönlerden mucize oluşunun açıklanması konusunda bu sayılanlardan ilk dördü, bu hususta esas-kabul edilecek olanlardır. Diğerleri ise, Kur'ân'ın özellikleri cümlesindedir..."

Kur'ân'ın özellikleri cümlesinden şunları da sayabiliriz: "Kur'ân yedi harf üzerine nazil olmuştur, peyder pey, parça parça nazil olmuştur, ezber edilmesi gayet kolaydır. Önceki nazil olan kitaplarda ise bu Özellikler bulunmamakta idi. Bu özelliklerin bilhassa ilk ikisi üzerinde Eî-itkân adlı kitabımızda çok geniş bilgiler vermiş durumdayız [21]Peygamber Efendimiz'in diğer Peygamberlere karşı taşıdığı özellikleri beyan edeceğimiz ileriki bölümde de, hayli bilgi verilecektir.

Yine Kadı Iyâd şöyle demektedir: "Kur'ân'ın ne gibi îcâz yönleri olduğuna dair bu bilgilere arif ve vâkıf olduktan sonra, şurasını da unutma ki, Kur'ân'a âit mucizelerin sayısı ne bindir, ne de iki bindir... Belki pek çoktur. Zira sevgili Peygamberimiz, Kur'ân'ın bir sûresine benzer getirmeleri hakkında onlara meydan okumuş, onlar da bundan âciz kalmışlardır. Demek ki, Kur'ân'dan küçük bir süre bile, başlı başına mucizedir. Alimlerimiz, Kur'ân'ın en kısa sûresinin El-Kevser Sûresi olduğunu bildirmişlerdir. O halde, Kevser Sûresi kadar olan bir âyet veya birkaç âyet de başlı başına bir mucize olmaktadır. Zira sonunda kılıcın hakemliğine razı olan müşrikler, bu kadarim getirmekten bile âciz kalmışlardır. Sonra o bir tek âyette veya birkaç âyette, daha ne kadar mucizelerin saklı olduğunu da Allah bilir. Bunun için Kur'an mucizelerinin pek çok olduğunu söylemekteyiz..."

Ben de burada şu açıklamayı yapmak istiyorum: "Bir tek satırda üç âyetten ibaret olan el-Kevser Sûresi'nin kelimelerini sayacak olsan, bunların on küsur olduğunu görürsün. Bâzı bilginler bütün Kur'ân'ın kaç âyet olduğunu merak edip saymışlar ve bunun 77. 934 olduğunu görmüşler. Demek ki bunların bir mucize teşkil eden miktarı takriben yedi bin tutmaktadır. İşte bu miktarı, Kur'ân'ın îcâz yönü kabul edilenlerden sekiz adediyle çarptığımız takdirde; .elli altı bin rakamı -çıkar ki, bu miktarda mucize demektir. Buna diğer yönleri de ilâve edecek olursak, Kur'ân'a âit mucizelerin sayısı elli altı bin veya daha fazla tutar... Eğer herhangi bir kimse, sâdece ilk iki mucize yönünü esas olarak bunun tafsilini elde etmek isterse, ona böyle bir tafsilât için yine El-İtkân adlı kitabımızı dikkatle gözden geçirmesini tavsiye edeceğiz. Eğer bizim Esrâru't-Tenzîl adlı kitabımızı mütâlea edecek olursa, yine de bu hususta yeterli bilgi edinmiş olur... Hatta bir defasında ben, bir tek âyetteki vecîz ve belîg noktaları tesbît etmek istedim ve tam yüz yirmi çeşit belagat noktasını tesbîte muvaffak oldum. Sonra bu incelememi, küçük bir risale hâline getirip yayınladım, îsteyen bu risâlemize de bakabilir. Bu risâlemizde üzerinde durduğu­muz âyet-i celile aşağıdaki âyet-i celiledir:

"Allah, îmân etmiş olanların velîsidir (dostudur). Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları da tâğût-tur. O da onları aydınlıktan karanlığa çıkarır. Onlar ateş halkıdır, orada ebedî kalacaklardır." [22]

Ahmed ve başkası Ukbe bin Amir'den şöyle bir rivayet sevketmiştir: "Resûlüllah buyurdu: "Eğer Kur'ân bir deri içine konulsa, onu ateş yakmaz."

Taberânî ise bu rivayeti Sehl bin Sa'd'dan yapmış ve "ateş ona dokunmaz" ifadesiyle vermiştir. Yine Taberânî Fsma bin Mfilik hadisinden olarak şu lafızla da rivayet etmiştir: "Eğer Kur'ân bir deri içinde toplansa, onu ateş yakmaz."

İbn-i'l-Esîr, Nıhâyetü'l-Garîb adlı kitabında, bu rivayetin çeşitli tevillerinden birine şu şekilde değinmiştir: "Bu rivayetin ifâde ettiği husus, sâdece Peygamber Efendimiz'in sağlığı zamanında idi ve geçici bir mucize idi."

[1] İsrâ' suresi, 88

[2] Bakara suresi, 23, 24

[3] Tûr suresi, 34

[4] Müddessır suresi, 11-26

[5] Hicr suresi, 91.

[6] Hicr suresi, 92.

[7] Fussilet suresi, 1-l3

[10] Tevbe suresi, 6

[11] Ankebût suresi, 51

[12] Ankebût suresi, 51

[13] Rûm suresi, 1-5

[14] .Al-iimran suresi, 122

[15] Mücadele suresi, 8

[16] Bakara suresi, 95

[17] Tûr suresi, 35-37

[20] Neml suresi, 76

[22] Bakara suresi, 257