EL-İTKÂN | el-VAKF ve'l-İBTİDA


 

28 - el-VAKF ve'l-İBTİDA

Ebû Caferi'n-Nehhâs, İbnu'l-Enbârî, Zeccâc, ed-Dâni, el-Ummâni, Secâvendi gibi bir çok kırâat alimleri, bu konuda müstakil eser yazmışlardır. Kırâat ilminin bu değerli dalı, kıraatin nasıl edâ edileceğini belirten bir daldır.

Vakf ve İbtidâ konusu, Nahhâs'ın şu rivâyetine dayanır. Nahhâs şöyle demiştir: Bize, Muhammed b. Caferi'l-Enbâri, Hilâl b. Alâ b. Ubeyy ve Abdullah b. Amr ez-Zurakî, o Zeyd b. Ebî Enîse, o da Kasım b. Avf el-Bekrriden rivâyetle, Abdullah b. Ömer'den şöyle dediğini söyler: Kur’ân'ın nüzûlünden önce, bir müddet, içimizde imanın varlığını duyarak yaşadık. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vahiy başlayınca helâl ve haramı, sizin bugün Kur’ânı öğrendiğiniz gibi, üzerinde vakf edilmesi gereken yerleri öğrenmiştik. Günümüzde bazı kimselere, imandan önce Kur’ân'ın verildiğini, emir ve yasaklarından haberi olmadan, üzerinde vakf edilmesi gereken yerleri bilmeden, başından sonuna okuduklarını gördük.

Nahhâs; bu hadis, onların Kur’ânı öğrendikleri kadar, vakf yerlerini de öğrendiklerini gösterir, der. İbn-i Ömer'in: Bir müddet yaşadık ifadesi, sahâbenin icmaına delâlet eder. Bu rivâyeti, Beyhâkî «e s - S u n e n»inde nakletmiştir.

Hazret-i Ali; ***** «...ve ağır ağır Kur’ân oku.» (Müzzemmil, 4.) âyetinde geçen tertîl kelimesi, harflerin tecvîdi ve vakf yerlerinin bilinmesidir, der. İbnu'l-Enbârî ise; Kur’ânı en iyi şekilde okumak, ondaki vakf ve ibtidayı bilmektir, der. İbn-i'n-Nekzavî de; Vakf ilmi kırâat ilminin önemli bir dalıdır. Çünkü Kur’ânın mânasını anlamak, ondan şerî deliller çıkarmak ancak, vakf ve ibtidayı bilmekle gerçekleşir, der.

İbnu'l-Cezerî «e n - N e ş r» adlı kitabında şöyle den Okuyanın, sûreyi veya sûrenin bir kısmını bir nefeste okuması mümkün olmayınca, vasi halinde iki kelime arasında nefes almak caiz olmayınca, nefes olmak ve dinlenmek, nefes aldıktan sonra uygun bir yerden başlamak için durulacak yerin (yani vakfın) seçilmesi gerekir. Vakf için seçilen kelime, âyetin mânasını bozmamalıdır. Bu dikkatli kırâat, Kur’ânın îcâzını ortaya çıkarır, kıraattan maksat yerine, gelmiş olur. Bu yüzden kırâat imamları, vakf ve ibtidanın öğretilmesi ve bilinmesine teşvik etmişlerdir. Hazret-i Ali'nin sözü, bu ilmin vucûbuna bir delildir. İbn-i Ömer'in sözü de, vakf ve ihtidanın öğrenilmesinde, Sahâbenin icmaı olduğuna dair bir delildir. Bize göre vakf ve ibtidanın öğrenilmesi, sahih, hatta mütevatirdir. Tabiûnun ileri gelenlerinden, Ebû Cafer Yezîd b. el-Ka'ka', yakın dostu İmâm-ı Nâfi, Ebû Amr, Yakûb, Âsım ve diğer kırâat imamları, selefi salihin, buna önem vermişlerdir. Onların bu konudaki sözleri maruf, kitaplarındaki ifadeleri meşhurdur. Bu yüzden halefin bir çoğu, îcâzet veren bir kırâat imamının, vakf ve ibtidayı bilmeyene, îcâzet vermemesini şart koşmuşlardır.

Şa'bi şöyle der: ***** «-Yer- üzerinde bulunan herşey yok olacaktır. Yalnız Rabbinin celal ve ikram sahibi yüzü (zatı) baki kalacaktır.» (Rahmân, 26.) âyetini okurken sekte yapmadan ***** âyetine geçersin. Bunu, İbn-i Ebî Hâtim rivâyet etmiştir.

1 - Vakfın Nevileri

1127 Kırâat imamları, vakf ve ibtidanın nevilerine ıstılahı isimler vermiş, farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

İbnu'l-Enbârî: Vakf; tâm, hasen ve kabih olmak üzeri üç kısımdır, der.

Vakfı Tâm: Üzerinde durulan, kendisiyle ilgisi bulunmayan bir sonraki kelimeyle başlanması gereken vakfdır.

***** «...İşte onlar felaha ermişlerdir.» (Bakara, 5.) âyeti ile «..uyarmasan da onlar için birdir; onlar inanmazlar.» (Bakara, 6.) âyeti buna misaldir.

Vakfı Hasen: Üzerinde durulması uygun olan, kendisinden sonraki kelime ile başlanması doğru olmayan vakftır. ***** üzerinde durulması, bundan sonra gelen ***** ile ibtida edilmesi, doğru değildir. Çünkü ***** kelimesi, ***** kelimesinin sıfatıdır.

Vakfı Kabîh: Tâm ve hasen olmayan vakftır. ***** ibaresinde ***** üzerinde durmak, buna misaldir.

İbnu'l-Enbârî şu açıklamayı getirir: Muzafun ileyh olmadan muzaf, sıfat olmadan mevsûf, merfû olmadan ref eden veya aksi, mensub olmadan nasb eden veya aksi, te'kid olmadan müekkid, matufun aleyh olmadan matuf, mubdelin minh olmadan bedel, ismi olmadan; ***** ve benzerleri, haberi olmadan, bunların isimleri, istisna olmadan müstesna minh, ismi veya harfi olsun, sıla olmadan mevsul, masdarı olmadan fiil, mütealliki olmadan harfi cer ve cezası olmadan şart üzerinde durmakla, vakfı tâm olmaz.

1128 Başkaları da vakfı dört kısma ayırırlar. Bunlar. Muhtar olan tâm, caiz olan kâfi, mefhum olan hasen, metruk olan kabihdir.

Tâm: Kendisinden sonraki kelimeyle ilgili olmayan, üzerinde durulması ve kendisinden sonraki kelimeyle başlanması uygun olan vakftır. Tâm vakf,***** «...ve onlar felaha erenlerdir.» âyetinde olduğu gibi, çoğu zaman âyetlerin başında bulunur. ***** «...halkın şereflilerini zelil ederler..» (Neml, 34.) âyetinde olduğu gibi bazen de âyet arasında bulunur. ***** kelimesinde vakf, tamdır. Çünkü Belkıs'ın sözü, burada bitmektedir. Cenâb-ı Hak sonra ***** demiştir. (Neml, 34.) âyet.

***** «(O) beni, bana gelen Kitaptan saptırdı...» (Furkân,29.) âyetinde ***** de vakfı tamdır. Zalim Ubeyy b. Halefin sözü burada bitmiştir. Cenâb-ı Hak sonra: ***** «..zaten şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip) yapayalnız ve yardımcısız bırakır.» buyurmuştur.

Vakf bazan da âyetten sonra olur: ***** (Saffât, 137-138.) âyetinde ***** kelimesinde vakf tamdır. Çünkü önceki kelimenin manasına matuftur, yani; sabah-akşam demektir.

***** «...yaslanacakları koltuklar...ve (nice) süs (ler verdik).» (Zuhruf, 34-35.) âyetleri de bunun gibidir. Âyetin ibtidası ***** dir. Makabline matuf olduğu için ***** kelimesinde vakfı tâm vardır.

Her kıssanın sonu ve öncesi, her surenin sonu, nida edatının öncesi, emir fiili, kasem harfi ve lâm'ı, cevabı öne geçmeyen şart, ***** ve ***** dan önceki kelimede durmak, vakfı tamdır. Bunların önünde kasem, kavl ve kavil manasında olan kelimeler geçmedikçe vakf, tâm olurlar.

Kâfî: Lafızda munkatı', manada müteallik olan vakfdır. Bunun üzerinde vakf uygun düştüğü gibi, kendisinden sonraki kelime ile ibtida da uygundur. ***** «Size (şunlarla evlenmeniz) haram kılındı: analarınız..» (Nisa, 23.) âyetinin bitiminde vakf edilir. Bundan sonraki kelime ile de ibtida yapılır. Önlerine kavil veya kasem geçmedikce, her âyette; lâm-ı ta'lîl, lâkin mânasına gelen Vl , şedde ile kesreli *****, istifham, ***** muhaffef ***** ve ***** den önceki kelimede yapılan vakf da bu kabildendir.

Hasen: Üzerinde vakfı uygun olan, kendisinden sonraki kelime ile başlaması uygun olmayan vakfdır. ***** « Hamd âlemlerin Rabbinedir.» buna misaldir.

Kabîh: Kendisinden ne olduğu anlaşılmayan vakfdır. Meselâ ***** gibi. Bundan daha kabihi ***** «Andolsun, şöyle diyenler Kâfir olmuşlardır...» diye durup ***** «Allah, Meryem oğlu Mesihtir...» (Maide, 17.) âyetiyle başlamaktır. Çünkü bu ibtida ile mânanın anlaşılması imkânsızdır. Bunu bilerek okuyan, manasını bu şekilde kasteden, kâfir olur. ***** «....inkâr eden adam şaşırıp kaldı....» (Bakara, 258.) âyeti ile ***** (Nisa, 11.) âyeti buna misaldir. Bundan daha kötüsü, müsbet olmayan menfi kelâm üzerinde yapılan vakfdır. ***** «Allah'tan başka (gerçek) ilâh yoktur.» âyeti ile ***** «..Seni de bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.» (İsrâ, 105.) âyeti buna misaldir. Nefes almak için durma mecburiyeti olursa caizdir. Sonra, bir önceki kelime ile başlayıp devam etmesinde, beis yoktur.

1129 Secavendî, vakfı; lâzım, mutlak, câiz, mucevvezun li vechin ve murahhasun darûraten olmak üzere, beşe ayırır.

1- Lâzım: Her iki âyeti birleştirmekle kastedilen mânayı değiştiren vakfdır. ***** «...oysa inanmamışlardır.» (Bakara, 8.) âyetinde vakf gereklidir. Şayet, ***** ye vasl edilirse bu cümlenin ***** kelimesine sıfat olma vehmi ortaya çıkar. Böyle olunca münafıklar, aldatıcı olmaktan uzak tutulur, halis îman sahibi kişiler durumuna gelirler.

Bu aynen; o aldatıcı mü'min değildir, sözüne benzer. ***** «henüz boyunduruk altına alınmamış... yeri süremez...» (Bakara, 71.) âyeti de böyledir. Çünkü, ***** fiili, ***** kelimesinin sıfatıdır, bu itibarla o da menfidir. Yani toprağı süren zelil değildir. Bakara 9. âyetinden maksat, imanı nefyettikten sonra aldatmayı isbat etmektir.

***** «Haşa O, çocuk sahibi olmaktan yücedir. (Nisa, 171.) âyeti, ***** «göklerde ve yerde olanların hepsi onundur.» âyetiyle birleştirilirse, bunun ***** kelimesinin sıfatı olduğu vehmi doğar. Menfi olanın, göklerde olan her şeyin O'na ait olma vasfiyle, mevsûf olan veled anlaşılır. Halbuki burada gaye, mutlak mânada veled'in nefyidir.

2- Mutlak: Kendisiyle başlanılan isim gibi, kendisinden sonraki ile ibtidası uygun olan vakfdır. ***** (Şûra, 13.) âyeti buna misaldir, ***** «...Onlar hep bana kulluk ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar.» (Nûr, 55.) âyeti, ***** (Bakara, 142.) âyeti, ***** «...Allah, bir güçlükten sonra (er geç) bir kolaylık yaratacaktır.» (Talâk, 7.) âyeti gibi fiille başlayan âyetler, ***** (Nisâ, 122.), ***** (Ahzâb, 38.) âyetlerinde olduğu gibi mahzuf fiilin mefulü, ***** «...Allah dilediği kimseyi şaşırtır...»(En'am, 39.) âyetindeki şart, ***** «...doğru yola iletmek mi istiyorsunuz?.» (Nisa, 88.) ***** «...siz, geçici dünya malını istiyorsunuz..» (Enfal, 67.) âyetlerinde takdiri bile olsa istifham, ***** ***** «...seçim, onlara ait değildir...» (Kasas, 68.), ***** «...Sadece kaçmak istiyorlardı.» (Ahzâb, 13.) âyetlerindeki nefiy, bu kabildendir. Şu var ki bütün bunlar, makûlu'l-kavl olmayacaktır.

3- Caiz: İki tarafın müsbet olması bakımından, kendinde vasl ve fasl caiz olan vakıftır. ***** «...ve senden önce indirilene...» (Bakara, 4.) âyeti buna misaldir. Çünkü atıf vav'ı mefûlün fiilden önce gelmesi faslı gerektirir. Buradaki takdir, ***** ...âhirete kesin olarak inanırlar... Şeklindedir.

4- el-Mucevvez li vechin: Buna misal; ***** «İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir...» (Bakara, 86.) âyetidir. Çünkü ***** «Onlardan azab hafifletilmez.» âyetinde fa, sebeb ve cezayı gerektirir; bu da vasl edilmesine sebeb olur. Fiilin yeni cümle durumunda olması, fasl için bir vecih teşkil etmektedir.

5- el-Murahhasu darûreten; önceki âyetle sonraki âyet arasındaki münasebeti kesin olan vakıftır. Fakat nefesin kesilmesi ve kelâmın uzunluğu sebebiyle, ruhsat verilir. Geriye dönerek, vasl edilmesi gerekmez. Çünkü sonra gelen cümlenin mânası açıktır. ***** «..göğü de bina..» (Bakara, 22.) âyeti, buna misaldir. Çünkü âyetin devamı olan ***** fiili, âyetin siyakına giren ayrılmaz bir parçasıdır. Bu fiilin fâili, müstetir zamir olarak makabline dönmektedir. Bununla beraber cümlenin mânası kaybolmamıştır.

Ayrıca; vakf caiz olmayan yerler ise, cezasız şart, habersiz mübteda üzerine vakıftır.

Bazıları da Kur’ândaki vakfın, sekiz çeşit olduğunu söylerler. Bunlar; tam ve benzeri, nakıs ve benzeri, hasen ve benzeri, kabih ve benzeridir.

1131 İbnu'l-Cezerî şöyle der: Kurra'nın çoğu vakfın kısımlarını belirli kaidelerle sınırlamışlardır. Vakfın taksiminde söyleyebileceğim en uygun yol, onun ihtiyarî ve ıztırari olarak ikiye ayrılmasıdır. Çünkü kelam, ya tam'dır, ya da değildir.

Şayet tam ise, vakf ihtiyaridir. Kelamın tam olması, kendinden sonraki ifadeye ne lâfzan, ne de manen bağlı olmamasıdır. İşte bu, tam adı verilen vakftır. Kelamın mutlak mânada tam olması sebebiyle vakf yapılır, kendisinden sonraki ile ibtida edilir. Cezeri buna misal olarak yukarıda geçen vakf-ı tamdaki âyeti getirmiştir.

1132 Vakf, bir tefsire, i'raba ve kıraata göre tam olur, diğerine göre de olmayabilir. ***** «...Onun tevilini Allah'tan başka kimse bilemez...» (Ali İmran, 7.) âyeti, kendisinden sonra gelen yeni bir kelam ise tamdır, şayet atfedilmişse tam değildir.

Fevâtihussuver, kendisi mübteda, haberi mahzuf veya aksi olursa ***** veya ***** şekli ortaya çıkar, veya mukadder ***** fiiline meful olursa, bunlarda yapılan vakf, tam olur. Şayet kendileri mübteda, sonraki de haber olursa vakf, tam değildir. ***** «İnsanlara toplantı ve güven yeri.» (Bakara, 125.) âyetindeki vakf, ***** hanın kesriyle okunan kırâat üzere tamdır. Fetha ile okunan kırâat üzere ise, vakf-ı kâfi'dir. ***** «...Güçlü ve övgüye layık (Allah)ın yoluna...» (İbrahim, 1.) âyetindeki ***** kelimesini merfu okuyan kıraata, göre vakf-ı tam, meksur okuyan kıraata göre de vakfı hasendir. Vakfı tam bazen tercihe tabi tutulur. ***** «Din günün sahibidir. (Ya Rabbi) yalnız Sana ibadet eder, yalnız Seriden yardım dileriz.» (1/4-5.) âyetlerindeki vakfın ikisi de tamdır. Ancak birinci âyetteki vakfın tam oluşu, ikincisinden daha kuvvetlidir. Çünkü birincinin aksine ikincisi, hitabda kendisinden sonra gelene ortak olmuştur. Hitabda müşterek olan bu vakf, bazı kurrânın şibh-i tam adını verdikleri, tamdır.

Maksud olan mânayı açıklamak için tekidi uygun olan tam, Secavendinin lazım adını verdiği tam'dır. Şayet kelam, kendisinden sonra gelene bağlı ise bu bağlılık ya sadece mâna bakımındandır, buna kelamın kendisinden sonra gelene muhtaç olmaması, kendinden sonra gelenin de bu kelama muhtaç olmamasından dolayı, vakfı kâfi adı verilmiştir. Şu âyetler buna misaldir: *****

«...kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar.» (Bakara, 3.), ***** «Senden önce indirilene...» (Bakara, 4.), ***** «..Rablerinden bir hidayet üzeredirler...» (Bakara, 5.) veya vakf-ı tam'da olduğu gibi, vakf-ı kâfî de tercihe tabi tutulur, ***** «...kalbelerinde hastalık olanlar...» âyetindeki vakf kâfi'dir. ***** «...Allah onların hastalığını artırdı...» âyetinde ise, kâfilik bundan ***** «Yalan söylemelerinden ötürü...» âyetinde ise, her iki âyetten de daha kuvvetlidir.

Vakf, bir tefsir, i'rab ve kıraata göre kâfi olurken, diğerine göre kâfi olmayabilir. ***** «...insanlara büyü öğretiyorlar...» (Bakara, 102.) âyetindeki vakf, kendisinden sonra gelen «mâ» harfi menfi kabul edilirse, kâfidir. Şayet «mâ» harfi mevsule kabul edilirse, vakf-ı hasen olur. ***** «...âhirete de kesin olarak inanırlar...» (Bakara, 4.) âyetindeki vakf, şayet kendisinden sonra gelen kelime mübteda ***** de haber olursa, vakfı kâfi olur. ***** «Onlar ki gaybe inanırlar...» âyeti veya ***** «ve onlar sana indirilene inanırlar...» âyetine haber olursa, vakfı hasen olur. ***** «..biz ona gönülden bağlananlarız...» âyeti, ***** Şeklinde hitab siğası ile okunursa, vakfı kafi olur, gayb sigası ile okunursa, vakfı hasen olur. ***** «...Allah sizi onunla hesaba çeker...» (Bakara, 284.) âyeti, ***** ve ***** şeklinde merfu okunursa, vakf-ı kâfi, meczum okunurlarsa, hasen olur.

Şayet kelam, kendisinden sonra gelene lafız bakımından bağlı olursa, buna hasen adı verilir. Çünkü bu bizatihi hasendir. Lafzi bağlılığından dolayı kendisinden sonraki ile başlamaksızın, üzerine vakf caizdir. Ancak âyet başlan bundan müstesnadır. Aşağıda gelecek olan Ümmü Seleme hadisinde, Resûlüllah'dan rivâyet edildiği üzere, kırâat ehlinin bir çoğu, âyet başlarında vakf etmeye cevaz vermişlerdir.

Vakf, bir takdire göre hasen, diğerine göre kafi, bir diğerine göre de tam olabilir, ***** «...muttekilere yol göstericidir.» âyeti, kendisinden sonra gelene mevsuf olursa, hasendir. ***** âyeti, kendisinden sonraki âyetten ayrılmak kaydıyla mukadder mübtedanın haberi veya mukadder fiilin mefulu yapılırsa kafi olur. Şayet kendisi mübteda, ***** haberi olursa, tam olur. Şayet kelâm tam olmazsa, vakf ıztıraridir. Bu vakfa kabih adı verilir. Nefes kesilmesi ve benzeri zaruretler olmadıkça, faydası bulunmadığından veya mânası bozulduğundan, kasten vakf etmek caiz değildir. ***** misalinde olduğu gibi. Bu vakfdaki kabihlik, birbirinden farklı olur. ***** (Nisa, 11.) âyeti, ebeveynin kızla birlikte, mirasın yarısına ortak olmayı akla getirdiğinden, vakf kabih olur. ***** «Allah çekinmez' ki...» (Bakara, 26.), ***** «Veyl olsun şu namaz kılana ki...» (Mâûn, 4.), ***** «Namaza yaklaşmayın...» (Nisa, 43.) âyetlerindeki vakf, bir önceki âyetteki vakf'dan daha kabihtir. İhtiyari ve ıztırari vakfın hükmü budur.

2- İbtida

İbtida ancak, ihtiyari olur. Çünkü vakfdaki zaruret bunda yoktur. İbtida ancak, mânanın müstakil olması, maksadın yerine gelmesi ile caizdir. Bu da vakf gibi, dört kısma ayrılar. Bunlar; vakfın tam olup olmaması, mânanın bozulması ve muhal olması bakımından tamam, kifaye, hasen ve kabih gibi farklı kısımlardır. ***** (Bakara, 8.) âyeti üzerine vakf, buna misaldir. Âyetteki ***** kelimesinde ibtida yapılırsa, bu ibtida kabih olur. ***** kelimesinde ibtida, tamdır. Şayet ***** kelâmında vakf edilirse, ***** ile ibtida, ***** ile ibtidadan daha hasendir. ***** âyetinde vakf, kabihtir. ***** kelimesiyle ibtida, daha kabihdir. ***** kelimesi ile ibtida, kâfidir. ***** «...Mesih Allah'ın oğlu...», ***** «..Üzeyr Allah'ın oğlu...» (Tevbe, 30.) âyetlerinde, vakf, kabihtir. ***** kelimesiyle ibtida daha kabih, ***** ve ***** ile ibtida daha çok kabihtir. ***** (Ahzâb, 12.) âyetinde, şayet zaruri olarak vakf edilirse, ***** kelimesiyle ibtida kabihtir. ***** ile ibtida, daha kabih, ***** ile ibtida ise öncekiler den daha kabihtir. Vakf, bazan hasen, bununla ibtida ise kabih olur. ***** «...Resûlü ve sizi (yurdunuzdan sürüp) çıkardıkları...» (Mümtehine, 1.) âyetinde vakf hasendir, mâna bozulduğundan dolayı ***** kelilmesiyle ibtida ise kabihtir, Çünkü Allah'a imandan men edilmiş olur. Vakf bazen kabih, bununla ibtida ise, tam aksine olur. ***** «..yattığımız yerden bizi kim kaldırdı...» (Yasin, 52.) âyetinde ***** ile vakf, mübteda ve haberi birbirinden ayırdığı, ***** nın ***** kelimesine ait olduğunu akla getirdiği için, kabihtir. ***** kelimesiyle ibtida ise, yeni bir cümle başı olduğu için, kâfi veya tamdır.

3- Vakf ve İbtida Hakkında Lüzumlu Açıklamalar

1133 Muzafun ileyh olmadan muzaf üzerine vakf caiz değildir sözü, geçerli değildir. Bu konuda İbnul-Cezeri şöyle den Bununla kastettikleri edâî cevazdır. Böyle bir cevaz, kıraatta iyi, tilâvette sadedir. Bununla ne haramı, nede mekruhu kasdetmişlerdir. Allah korusun, bununla Kur’ân'ın tahrifi, Allah'ın murad ettiği mânanın aksi kasdedilmişse, kastedenin günahkâr olması şöyle dursun, doğrudan doğruya kâfir olması gerekir.

1134 İbnu'l-Cezerî şöyle der: Bazı irabcıların yanlış irabda ısrar etmeleri, bazı kurranın da bunu kabullenmeleri, bazı ehli hevanın bunu te'vile yanaşmaları, vakfın veya ibtidanın yapılmasını gerektirmez. Aksine, tam olan mânayı, uygun olan vakfı araştırmak gerekir. ***** «..bize acı, Sen...» ile vakf, nida mânasında ***** «..bizim mevlamızsın, bize yardım eyle.» (Bakara, 286.) âyetiyle ibtida, ***** «..hemen sana geldiler de: 'Biz sadece... istedik... Allah'a yemin ederler.» ile vakf, ***** (Nisa, 62.) âyetiyle ibtida, ***** «..ey oğulcuğum (Allah'a) ortak koşma..» ile vakf, ***** «Allaha, çünkü şirk..» (Lokman, 13.) âyetiyle kasem mânasında olmak üzere ibtida, ***** «Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz.» ile vakf, ***** «..alemlerin Rabbi olan Allah... (Tekvir, 29.) âyetiyle ibtida, ***** ile vakf, ***** (Bakara, 158.) âyetiyle ibtida, buna misaldir. Bütün bunlar; gerçekten uzaklaşmak, şaşkınlık ve kelimeleri yerlerinden değiştirmektir.

1135 Fasılaların ve kıssaların uzunluğunda, mutarıza cümle ve buna benzerlerde, kıraatların cem'i durumunda, kıraatin tahkik ve tenzilinde, vakf ve ibtida bağışlanır. Bunların dışındaki hallerde, bağışlanmaz. Zikredilen bazı sebeplerden dolayı, vakf ve ibtidaya cevaz verilebilir, bunların dışındakilere ise cevaz verilmez. Bu, Secavendi'nin el-murahhasu darûraten adını verdiği ve ***** «..göğü de bina yaptı...» (Bakara, 22.) âyetini misal olarak getirdiği, vakıftır.,

İbnu'l-Cezerî şöyle der: Fasıla ve kıssalara en uygun misal; ***** «...doğu ve batı tarafına..» (Bakara, 177.) ***** «..namaz kıldı, zekat verdi..» ***** «Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarını yerine getirirler...» gibi aynı âyetteki vakf ve ibtida ile ***** «Felaha ulaştı o Mü’minler.» dan itibaren kıssanın sonuna kadar devam eden âyetlerdeki vakf ve ibtidadır.

Farabî, «e l - M u s t e v f â f i' n - N a h v» adlı eserinde şöyle den Vakfı tâm imkânı varken, âyetlerde vakfı nakıs yapılmasını, nahivciler kerih görmüşlerdir. Şayet kelâm uzun olur, vakfı tâm yapma imkânı bulunmazsa, vakfı nakıs yapılması uygun olur. Şayet, Cin sûresinin 19. âyetinin başı olan ***** maddesi meksûr okunursa, ***** Cin ile başlayıp ***** (Cin, 18) «...Allah ile beraber bir başkasına dua etmeyin.» ile son bulan âyetler, buna misal olur, Şayet ***** maddesi mensub olarak okunursa, ***** «...Muhammed'e(aleyhisselâm) karşı birbirleriyle kenetlendiler.» (Cin, 19.) ya kadar olan âyetler, buna misal olur.

Bazı durumlarda nakıs vakf," hasen olur. Beyan çeşitlerinden biri olması, bundandır. ***** «..ve ona hiçbir eğrilik koymadı.» (Kehf, 1.) âyeti, buna bir misaldir. Çünkü ***** kelimesindeki vakf, ***** kelimesininin kendisinden ayrı olduğunu, takdim niyetinde bir hal kabul edildiğini beyan eder. ***** «..kardeş kızları...» (Nisa, 23.) âyeti de buna misaldir. Çünkü neseb yönünden tahrim ile, sonradan arız olan tahrimi, birbirinden ayırmıştır. Kelamın vakfa mebni olması da bundandır. Buna misaİ: ***** «'Keşke bana kitabım verilmeseydi, şu hesabımı, hiç görmemiş olsaydım.'» (el-Hâkka, 25-26.) âyetleridir.

1139 İbnu'l-Cezerî şöyle der: Yukarıda zikredilen vakf, bağışlandığı gibi şayet cümleler arasında lafzî bağ mevcut değilse, kısa âyetlerde bu vakf, bağışlanmaz ve güzel olmaz. ***** «Andolsun, Musa'ya Kitabı verdik.» (Bakara, 87.) âyetinin ***** ile ***** kelimelerindeki vakfa yakınlığı dolayısıyla, buna misaldir. Keza, vakıfda uygunluk dikkate alınır. Bundan dolayı vakfedilen kelime, vakf-ı tam'ın bulunduğu ve kendisinden sonra gelen kelime ile ilgisinin kesildiği benzeri kelimeye bağlanır. Bu da, o kelimeye uygunluğundandır. ***** «...Onların kazandıkları kendilerinin...» âyetinin ***** «sizin kazandıklarınız da sizin...» âyetine (Bakara 134.), «..Kim hemen iki gün içinde dönerse ona günah yoktur, âyetinin ***** «Kim geri kalırsa korunduğu takdirde ona günah yoktur (Bakara, 203. âyetine, ***** «(Allah) geceyi gündüzün içine sokar,» âyetinin «...gündüzü de gecenin içine sokar...» (Fâtır, 13.) âyetine, «..Kim iyi iş yaparsa faydası kendisinedir..» âyetinin «... kim kötülük yaparsa zararı kendisinedir.» (Fussilet, 46.) âyetine uygunluğu, buna misaldir.

1140 Bazı kurra, bir harf üzerinde vakfı caiz görürken, diğerleri bir başka harf üzerinde caiz görürler. Böylece her iki vakf arasındaki tezatta, murakabe ortaya çıkar. Bunlardan biri üzerinde vakf yapılınca, diğerinden kaçınılır. Mesela; ***** (Bakara, 2.) âyetinde vakf eden, aynı âyette bulunan ***** üzerinde vakfı caiz görmez. ***** üzerinde vakf eden de ***** üzerinde vakfı caiz görmez. ***** «...Yazıcı yazmaktan kaçınmasın...» âyetindeki vakf ile ***** «..Allah'ın ona öğrettiği gibi...» (Bakara, 282.) âyetindeki vakf arasında,

***** «...Oysa onun tevilini Allah'tan başka kimse bilmez...» âyetindeki vakf ile ***** «..ilimde ileri gidenler...» (Âli imrân, 7.) âyetindeki vakf arasında murakabe vardır.

İbnu'l-Cezerî; Vakfı murakabeyi ilk koyan, Ebû'l-Fadl er-Razi'dir. Razi bunu, aruzda terim olarak kullanılan «murakabe» den almıştır, der.

1142 İbn-i Mucahid şöyle der Vakf-ı tâmmı ancak kırâat ve tefsir ilmini bilen, âyetler arasında fikir birliğini birbirinden ayıran, Kur’ân'ın nâzil olduğu lehçeleri bilen nahivciler yapabilir.

Bazıları buna fıkıh ilmini de ilâve ederler, işte bu yüzden tevbe etse bile, kazf edenin şahadetini kabul etmeyen fukaha ***** «..ve artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin...» (Nur, 4.) âyetinde vakf etmişlerdir. Nekzâvî, «K i t a b u' l - V a k f» adlı eserinde bunu şöyle açıklar: Her kurrâ'nın, fıkıh ilminde meşhur olan bazı mezhep imamlarının görüşlerini bilmesi zaruridir. Bu bilgi, vakf ve ihtidanın tesbitine yardımcı olur. Çünkü Kur’ân'da, bazı mezheplere göre vakfı gereken, diğerlerine göre menedilen âyetler mevcuttur.

Kurranın nahiv ilmi ve bununla ilgili bazı takdirlerde bulunma ihtiyacı, ***** «Babanız İbrahim'in dini.» (Hac, 78.) âyetinde geçen ***** kelimesini igra üzere masub olarak okuyanın mâ kablinde vakf etmesi, şayet mâ kabli ile amel ettirirse vakf etmesi gibi durumlar, bu ihtiyaçtan doğmuştur. Kırâat ilmine ihtiyacı da bir kıraata göre vakf, tâm olurken, diğer kıraata göre olmamasındandır.

Tefsir ilmine ihtiyacı da şundan gelmektedir. Şayet okuyucu ***** «...Orası anlara kırk yıl yasaklandı...» (Maide,26.) âyetindeki ***** kelimesinde vakf ederse, mâna, onlara haramın bu müddet içinde olduğu anlaşılır. Şayet ***** üzerinde vakf ederse, âyetin mânası, onlara ebediyen haram olduğu şekline yönelir. Oysa kaybolma olayı, kırk senedir. Bu bilgi, tefsir ilmine vakıf olmakla kazanılır. Daha önce geçtiği gibi vakf, bir tefsir ve bir iraba göre tâm olurken, diğer tefsir ve iraba göre tâm olmamaktadır.

Mânaya ihtiyacı ise, zaruridir. Çünkü kelâmın sonunu bilmek, ancak mânayı bilmekle mümkündür. ***** «O(inanmayan)ların sözü seni üzmesin, çünkü üstünlük tamamen Allah'ındır. (Yunus, 65.) âyetinde ***** kelimesi, onların sözü değil, yeni bir cümle olması, ***** «..âyetlerimiz sayesinde onlar size asla erişemiyecekler..» (Kasas, 35.) âyetindeki ***** kelimesinde vakf ***** kelimesinde ibtida yapılması, buna misaldir. Şeyh İzzuddîn bu konuda şu açıklamada bulunur: ***** kelimesinde vakf etmek dahi iyi olur. Çünkü galibiyetin âyetlere izafe edilmesi, onlara ulaşamama izafesinden evlâdır. Zira âyetlerden murad, Hazret-i Musa'nın asası ve onun sıfatlarıdır. Sihirbazlar, bu âsâ ile mağlup oldular. Firavun onları mağlubiyetten kurtaramadı.

***** «Andolsun kadın onu arzu etmişti...» (Yusuf, 24.) âyetindeki vakf, ***** «o da onu arzu ederdi.» âyetindeki ibtida eğer Rabbinin burhanını görmeseydi, Yusuf aleyhisselâm o kadına azmetmişti manasında olmak üzere, bu kabildendir. Burada, ***** nın cevabı takaddüm etmiş, böylece azmetme fiili ortadan kalkmış olur. işte bu konuda, mânayı bilmenin büyük rolü olduğu açıkça görülmektedir.

1144 İbn-i Burhan en-Nahvi, Ebû Hanife'nin talebesi Ebû Yusuftan rivâyet ettiğine göre Kur’ânda mevcut vakfın; tâm, nakıs, hasen ve kabih şeklinde adlandırılmasını, bid'ad kabul eder. Bu gibi vakf şekillerinde ısrar eden, bid'atcıdır. Çünkü Kur’ân, mûciz bir kelâmdır, tek lafız gibidir. Tamamı olsun, bir kısmı olsun, hepsi Kur’ândır. Hepsi; tâm - hasen olduğu gibi, bir kısmı da tâm-hasendir, der.

1145 Kırâat imamlarının vakf ve ibtida hakkında, farklı görüşleri vardır. Meselâ Nâfi, mâna yönünden uygunluğa rivâyet ederken, İbn-i Kesir ve Hamza, nefesin bitimine riayet eder. Ancak İbn-i Kesir; ***** «..Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez...» (Âli İmran, 7.), ***** «..hem bilir misiniz..» (En'âm, 109.), ***** «'Ona bir insan öğretiyor...» (Nahl, 103.) âyetlerini istisna kılar, bunlardaki vakfı bilerek icra eder. Âsım ve Kisâî, kelâmın tamam olmasına, Ebû Amr da âyetlerin başlarına riayet eder, bu bana daha uygundur, der. Bazıları da, âyetlerin sonunda yapılan vakfın, sünnet olduğunu söyler.

Beyhaki, «Ş u a b u' l - İ m a n» adlı eserinde: Efdal olan, sonraki âyetle ilgisi olsa bile, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) irşadı ve sünnetine uyularak âyetin bitiminde yapılan vakftır, der. Ebû Dâvud ve diğer Sünen sahipleri, Ümmü Seleme'den şöyle rivâyet ederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur’ânı Kerim'i okurken kıraatini âyet âyet yapar ***** «Rahmân ve Rahim olan Allah'ın adıyla» der, durur. ***** «Alemlerin Rabbine hamdolsun.» der, durur. ***** «Rahmân ve Rahim» der, dururdu.

1148 Mütekaddimûn kurrâsı vakfı, kat'ı ve sekteyi, müteradif kelimeler olarak kabul eder, bunlann genellikle, vakftan ibaret olduğunu söylerler. Müteahhirûn kurrâası ise, bu ibareleri birbirinden ayırarak, şu tarifi getirirler

Kat'ı: Kıraati birden kesmektir. Bu aynen, kıraatin nihayet bulması gibidir. Bu şekilde okuyan, kıraati bırakıp onun dışında başka bir şeye intikal eden kimse gibidir. Bu vakftan sonra kıraata, yeni bir kırâat gibi Eûzü Besmele ile başlanır. Bu ancak, âyetlerin bitiminde mümkün olur. Çünkü âyetlerin sonu, başlıbaşına bir duraktır. Said b. Mansûr «S ü n e n»inde şöyle rivâyet eder Bize, Ebû'l-Ahvas, ona Ebû Sinan, ona da İbn-i Ebî Huzeyl rivâyet ederek şöyle demiştir. Âyetin bir kısmını okuyup, diğer kısmını bırakmayı kerih görürlerdi. Bu rivâyetin isnadı sahihtir. Abdullah b. Ebî'l-Huzeyl tâbi'ûnun büyüklerindendir. Onun «görürlerdi» sözü, böyle bir kıraati kerih görenlerin, Sahâbei Kirâm olduğuna delâlet eder.

Vakf: Uzaklaşma maksadı gütmeden, kıraati devam ettirme niyeti ile, kelimede normal olarak nefes alıncaya kadar sesi kesmektir. Bu, âyet sonlarında ve ortalarında olur. Fakat, kelime ortasında ve yazılışı bakımından, bitişik kelimede olmaz.

Sekte: Nefes almaksızın, vakfta durulan zamandan az bir zaman, sesi kısmaktır. Sektenin edasında, kırâat imamlarının farklı görüşlere sahip olması, sektenin uzunluğu veya kısalığındadır. Hamza'ya göre, hemzeden önceki sakin harf üzerindeki sekte, az sektedir. Eşnânî, buna kısa sekte adını verir. Kisâî buna, işba etmeksizin hafifce yapılan sekte, İbn-i Galbûn, az vakfe, Mekkî ise hafif vakfe, İbn-i Şurayh ise vakfecik, Kuteybe ise nefes kesilmeden sekte, ed-Danî de, kesintisi olmaksızın lâtif bir sektedir, demişlerdir. Caberî de sekteyi, nefes verme zamanından daha kısa bir zaman için sesin kesilmesidir, çünkü uzatılırsa vakf olur, der.

İbnu'l-Cezerî ise şunu ilâve eder: Doğru olan, sekte miktarının duyma ve nakle dayanmasıdır. Sekte ancak, bizatihi maksut olan mana için yapılan rivâyetin, sıhhati ile caiz olur. Zayıf bir rivâyete göre sekte, beyan kastı ile vasi halinde mutlak olarak âyetlerin sonlarında caizdir. Bazı kurra sekteyi, bu konuda varid olan hadise hamletmişlerdir.

4- Bazı Edatlarda Yapılan Vakf

1150 Kur’ân'da geçen bütün ***** ve ***** kelimelerinde sıfat olarak kendisinden önceki kelimeye vaslı, haber olmak üzere de kat'ı, caizdir. Ancak yedi yerde bunlann mübteda olmaları kesindir:

***** Bakara, 121 «Kendilerine verdiğimiz kitabı, gereğince okuyanlar varya...»

***** Bakara, 146 «Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar..»

***** Bakara, 275 «Faiz yiyenler....»

***** Tevbe, 20 "İnanan, hicret edenler..."

***** Furkan, 34 "...toplanacak olanlar..."

***** Gâfir, 7 «Arşı taşıyanlar...»

1151 Zemahşerî, «K e ş ş a f»ında ifade ettiği üzere ***** «vesvese veren.» (Nâs, 5.) âyetinde, şayet sıfat olarak değil, katı' kabul edilirse, okuyucunun mevsuf üzerinde vakfetmesi ile ibtida etmesi caizdir, demişitir.

Rummani; şayet sıfat tahsis ifade ediyorsa, mevsuf üzerinde vakf yapılmaz. Şayet medih ifade ediyorsa vakf caizdir. Çünkü medihte sıfatın âmili, mevsufun âmilinden farklıdır, der.

Şayet munkatı' ise, müstesnasız, müstesna minh üzerine vakfda, değişik görüşler vardır. Buna mutlak olarak cevaz verilir. Çünkü bu, kendisine delalet ettiği için haberi mahzuf mübteda manasınadır.

Makabline lafzen muhtaç olmasından dolayı, mutlak olarak men edilir. Çünkü, «illâ» ve benzerlerinin istimali ancak, lâfzan ve manen makabline bağlı olarak yapılır. Zira makabli, mâna bakımından sözü tamamlayıcı durumdadır. Meselâ; ***** Evde kimse yok sözü, ***** sözünü mâna bakımından tamamlayıcıdır. Şayet ***** eşekten başka sözü tek başına söylenecek olursa hata olur.

Şayet haber açıkça zikredilirse, cümle müstakil olacağı, makablinden müstağni bulunacağından, tafsil caizdir. Aksi halde, mâna bakımından makabline muhtaç olacağından, caiz değildir. Bunu, İbn-i Hacib «E m â l î» adlı eserinde zikreder.

Gene İbn-i Hacib'in muhakkikinden naklettiğine göre nida cümlesinde vakf, caizdir. Çünkü bu cümle müstakildir. Sonra gelen cümle, her ne kadar birinci cümleye bağlı olsa bile, o da müstakildir.

Cuveynî Tefsirinde belirttiği gibi, Kur’ân'da mevcut her kavil, sonra gelen kavli Nkaye ettiğinden, üzerinde vakf caiz değildir, der.

1156 Kur’ân'da otuz üç yerde kellâ lâfzı mevcuttur. Bunlardan yedisi ittifakla men etmek içindir. Üzerinde vakf yapılır. Bunlar, şu âyetlerdin

***** «...bir ahit mi (aldı). Hayır.....» Meryem sûresi, 78-79. âyetler.

***** «...destek (olsun). Hayır,..» Meryem sûresi, 81-82. âyetler.

***** «...öldürmelerinden korkuyorum... Hayır, dedi.» Şuarâ sûresi, 14-15. âyetler.

***** «İşte yakalandık (dediler). Hayır, dedi..» Şuarâ sûresi, 61-62. âyetler.

***** «...Ortaklarınızı (gösterin). Hayır..» Sebe sûresi, 27. âyet.

***** «...artırmamı (ister). Hayır..» Müddessir sûresi, 15-16. âyetler.

***** «...kaçış nereye! Hayır..» Kıyâme sûresi, 10-11. âyetler.

Bunlar dışında kalanlardan bir kısmı, kesinlikle «hakkan» manasınadır. Bunlar üzerinde vakf yapılmaz. Bir kısmı da hem men etmek, hem de hakkan mânasında olması muhtemeldir. Bu kısımda iki vecih vardır.

Mekkî, bunları dörde ayırır.

Birincisi: Men mânasında vakfı uygun olandır. Muhtar sayılan da budur. Hakka mânasında olanla, ibtida caizdir. Bu da Kur’ân'da on bir yerde mevcuttur, ikisi Meryem sûresinde, ikisi Mü’minun ve Sebe, ikisi Meâric sûresinde, ikisi Müddessir sûresinde: ***** «..artırmamı (ister). Hayır..»(15-16.) âyetler, ***** «..sahifeler açılmasını (ister). Hayır..» (52-53.) âyetler, ***** «..Eskilerin masalları (der). Hayır..» (Mutaffifîn, 13-14.) âyetler, «..Rabbim beni küçük düşürdü (der). Hayır..» (Fecr, 16-17.) âyetler, ite «..malını ebedi (sanır). Hayır..» (Hümeze, 3-4.) âyetlerindendir.

İkincisi: Üzerinde vakf uygun olup kendisiyle ibtida caiz olmayandır. Bunun misali; Şuarâ sûresinin ***** «...Öldürmelerinden korkuyorum..Hayır..» (14-15.) âyetleri ile, ***** «..İşte yakalandık (dediler). Hayır,..» (61-62.) âyetleridir.

Üçüncüsü: Üzerinde ne vakf, ne de ibtida uygun olmayandır. Bilakis, öncesi ve sonrası ile birleştirilmesi gerekir. Bu ***** «Hayır, yakında bilecekler.» (Nebe', 4.) âyeti ile ***** «Hayır, yakında bileceksiniz.» (Tekâsür, 3.) âyetlerindeki örneklerdir.

Dördüncüsü: Üzerisinde vakf uygun olmayan, fakat kendisi ile ibtida yapılabilendir. Bu da geri kalan, on sekiz yerdedir.

1157 Bel kelimesi, Kur’ân'da yirmi iki yerde geçer, üç kısma ayrılır:

 Birincisi: Mâba'di, (kendinden sonraki) makabline (kendinden öncekine) bağlı olduğundan icmaen üzerinde vakf caiz değildir. Bunlar, Kur’ân'ın yedi yerinde mevcuttur.

***** «..Evet, Rabbimiz (hakkı için) gerçektir...» En'am sûresi, 30. âyet. ***** «...Hayır, onun gerçek olarak üzerine aldığı bir vaittir...» Nahl sûresi, 38. âyet. ***** «...Hayır, gaybı bilen Rabbin hakkı için o, mutlaka size gelecektir..» Sebe sûresi, 3. âyet. ***** «Evet ya, sana âyetlerim geldi..» Zümer sûresi, 59. âyet. ***** «Evet, Rabbimiz hakkı için derler.» Ahkâf sûresi, 34. âyet. ***** «-De ki: Hayır, Rabbim hakkı için...» Teğâbûn sûresi, 7. âyet. ***** «Evet, gücümüz yeter..» Kıyame sûresi, 4. âyet.

İkincisi: İçinde ihtilaf bulunanlardır. Muhtar olan, vakfın yapılmamasıdır. Bu çeşitten olan ***** kelimesi Kur’ân'da beş yerde vardır: ***** «Hayır, fakat kalbim kuvvet bulsun diye..» Bakara, 260. âyette, «evet, ama azap sözü hak oldu.» Zümer sûresi, 71. âyette, ***** «Hayır, elçilerimiz de.» Zuhruf sûresi, 80. âyette, ***** «..derler ki evet ama..» Hadid sûresi, 14. âyette, ***** Mülk sûresi, 9. âyetinde.

Üçüncüsü: Muhtar olan ***** kelimesinde vakfın yapılmasıdır. Bu da geri kalan on âyettedir.

1158 ***** kelimesi, Kur’ân'da dört yerde mevcuttur: ***** «...Evet, dediler, bir ünleyici ünledi...» Araf sûresi 44. âyette. Muhtar olan ***** kelimesinde vakf yapılmasıdır. Çünkü, cehennem ehlinin sözü olmadığından mâba'di, (kendinden sonraki) makabline (kendinden öncekine) bağlı değildir. ***** «Evet dedi, hem o takdirde siz (bana) yakınlardan olacaksınız.» Şuarâ, 42. âyet. ***** «De ki: Evet, hem de hor ve hakir olarak.» Sâffât, 18. âyetinde.

Burada kavle bağlı olması, mâbadinin mâkabliyle ilgisi bulunmasından dolayı, üzerinde vakf yapılmaması muhtardır.

İbn-i Cezeri, «e n -N e ş r» adlı eserinde: Üzerinde vakf caiz olan her âyette, kendisinden sonra gelen kelime ile ibtidaya da cevaz verildiğini ifade eder.

5- Kelime Sonlarındaki Vakfın Keyfiyeti

1160 Arap kelâmında vakfın çeşitli yönleri vardır: Kırâat imamlarınca bunlardan kullanılanlar, dokuz tanedir. Bu vecihler:

Sükûn, revm, İşmam, İbdal, Nakl, İdgam, Hazf, isbat ve İlhaktır.

Sükûn: Vasi hâlinde harekeli kelimeler üzerinde yapılan vakftır. Çünkü vakfın mânası, ibtidanın zıddı olan terk ve katı'dır. Sakinle ibtida mümkün olmadığı gibi, hareke üzerinde vakf da mümkün değildir. Pek çok kurrânın kabul ettiği de budur.

Revm: Kurrâya göre, harekenin bir kısmını telaffuz etmektir. Bazı kurra da, büyük kısmı gidecek şekilde harekede sesin azaltılmasıdır, derler. İbnu'l-Cezerî; Her iki söz de aynıdır. Bu, meftuh hariç merfû, meczûm, mazmûm ve maksûra mahsustur. Çünkü fetha hafiftir. Bir kısmı telaffuz edilince, diğer kısmı kendiliğinden telaffuz edilir, telaffuzda bölünme olmaz der.

İşmam: Ses çıkarmadan, harekenin özelliğine işaret etmektir. Harekenin şekline göre, dudağın şekil almasıdır da denilir. Her ikisi de aynıdır. İşmam ancak, ister i'rab harekesi olsun, ister lâzım mebni harekesi olsun, zammeye mahsustur. Fakat, mebnîlik arızî olursa, zamme okuyanlara göre, cemi' mimi ve müenneslik he'sinde ne revm, ne de işmam yapılır.

İbnu'l-Cezerî: Yazıda tê ile olanın hilâfına, müenneslik hê'si üzerinde yapılan vakfın, hê ile vakf yapıldığı kaydını koyar. Revm ve işmâmla yapılan vakf, Ebû Amr ve Kûfe kurrâsı nezdinde nassan variddir. Diğer kurrâdan bu konuda bir bilgi mevcut değildir. Kıraati eda üzerine yapanlar da kıraatlarında bunu benimsemişlerdir. Bunun faydası; üzerinde vakf edilen bu harekenin nasıl okunduğunu dinleyen ve görene göstermek için, vakf edilen harfin vaslında sabit olan harekeyi belirtmektir.

İbdal: Tenvinli mensub isimlerde olur. Bu isimlerde tenvin yerine elif üzerinde vakfedilir, ***** kelimesindeki vakf, böyledir. «Te» harfiyle müfret müennes olan isimlerdeki vakf «te» harfi yerine, «he» harfi üzerindeki vakftır. Hareke veya eliften sonra, sonu hemzeli olan kelimelerde Hamza'ya göre vakf, makablinin cinsinden harfi medde ibdal etmek suretiyle yapılır. Şayet kelimenin sonu elif ise, hazfi caiz olur. ***** buna misaldir.

Nakl: Sakinden sonra, kelimenin sonunda mevcut hemzelerde yapılır. Hamza'ya göre, hemzenin harekesini sakine nakletmekle, vakfedilir. Önce, nakledilen hareke ile harekelenir, sonra hazfedilir, isterse sakin ve sahih. Bunun misali;

***** ifadelerinde görülür. Bu örneklerin sekizincisi yoktur.

İsterse sakin kelimenin aslından olan vav veya ya ile olsun, isterse bu iki harf-i med olsunlar. ***** misallerinde görüldüğü gibi. Veya harfi lin olsunlar: ***** misallerinde görüldüğü gibi.

İdgam: Ziyade ye veya vavdan sonra hemze ile biten kelimelerde yapılır. Hamza'ya göre, hemzeyi makablindeki harfin cinsi ile ibdal ettikten sonra, idgamla vakf yapılır. Bunun misali; (*****) ***** (*****) ***** (*****) ***** kelimelerinde görülür.

Hazif: Vasl halinde sabit, vakf halinde hazfedenlere göre ziyade ye harflerinde yapılır. Ziyade olan ye'ler (ki bunlar yazılmayan ye'lerdir), 121 tanedir. Bunlardan otuz beşi âyetler arasında, geri kalanlar ise âyetlerin son kelimelerindedir. Nâfi, Ebû Amr, Hamza, Kisâî ve Ebû Cafer vakf hariç, vasl halinde bunları sabit kılarlar. İbn-i Kesir ve Yakûb, her iki halde sabit kabul ederler. İbn-i Âmir, Âsım ve Halef de, her iki durumda bunları hazfederler. Bazı imamların, bu harflerin bazısında tesbit edilen esaslardan ayrıldıkları olur.

İsbat: Vakf halinde sabit kılanlara göre, vasl halinde mahzuf ye'lerdir. ***** buna misaldir.

İlhak: ***** gibi kelimelerde ilhak edenlere göre, kelimenin sonlarına ilâve edilen sekte he'leri, ***** gibi cemi müennes olan nûn-i müşeddede, ***** gibi meftuh nunlar, ***** gibi mebni müşeddedelerdir.

Kırâat imamları; vakf, ibdal, isbat, hazif, vasl, ve katı'larda Osmani Mushafın yazılışına uymanın lüzumunda ittifak etmişlerdir. Ancak; tê ile yazılıp hê ile yapılan vakf, yukarıda geçtiği üzere hê'nin ilhakı, yazıda yer almayan kelimelerde yê'nin isbatı, ***** âyetlerinde vâvın isbatı, ***** âyetlerinde elifin isbatı belirli kelimelerde, aralarında ihtilaf vaki olmuştur.

***** kelimesinde, fiilen yapıldığı üzere nun hazfedilir. Çünkü Ebû Amr bu kelimede ye üzerinde vakf eder. İsrâ sûresinde ***** da vasl, Nisâ, Kehf, Furkan ve Meâric sûrelerinde imâle,***** ve ***** kelimelerinde katı' ile okumuştur. Bazı kurra da bunların hepsinde, Mushafın hattına bağlı kalmışlardır.