EL-İTKÂN | KUR’ÂN'lN EZBERLENMESİ VE ÖĞRETİLMESİ


 

34 - KUR’ÂN'lN EZBERLENMESİ VE ÖĞRETİLMESİ

1285 Kur’ân'ı Kerim'in ezberlenmesi, Müslümanlara farzı kifayedir. Bunu Curcani «e ş - Ş i f â» adlı eserinde ifade ettiği gibi, Abbâdi ve diğerleri de işaret etmişlerdir. Cuveynî şöyle der: Bundan kastedilen, Kur’ân'ın intikalinde tevatürü sağlayacak sayının bozulmaması, tebdil ve tahrife yol açılmamasıdır. Müslümanlardan bir cemaat bu sayıyı korursa, diğerlerinden farziyet düşer. Aksi halde, hepsi günahkâr olur. Kur’ân'ı Kerim'in öğretilmesi de farzı kifayedir. Bu, ibadetlerin en efdalidir. Buhârî'deki bir hadisde: En hayırlınız. Kur’ân'ı öğrenen ve öğretenlerdir, buyurulmuştur.

Muhaddislere göre Kur’ân'ın öğretilmesi, hocanın ağzından duymak, ve ona dinletmek, başkasının kıraatini onun yanında dinlemek, münavelede bulunmak, îcâzet almak, karşılıklı yazmak, vasiyet etmek, i'lamda bulunmak ve yüzünden okumaktır. İlk ikisi dışında, burada fazla bilgi vermeden, geri kalanları ileride ele alacağız.

Kıraati şeyhe dinletmek adeti, selef ve halefin takip ettiği eski bir usûldür. Kıraati şeyhden dinlemek ise, üzerinde durulmağa değer bir husustur. Çünkü Sahâbe-i Kirâm Kur’ân'ı Resûlüllah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) bizzat almışlardır. Fakat kurra'dan hiçbiri, kıraati Resûlüllah'dan almamıştır. Almayışının sebebi de açıktır. Zira burada kastedilen husus, kıraatin eda keyfiyetidir. Hadis rivâyetinin aksine, şeyhi dinleyen herkes, şeyhden aldığı gibi kıraati eda etme gücüne sahip değildir. Hadis naklinde aranan husus, mâna veya lafızdır. Kur’ân kıraatinin edasında muteber olan ise, harflerin telaffuzudur. Bu konuda Sahâbe-i Kirâmın fesahati, Arap diline olan hakimiyetleri, Kur’ân'ın kendi lügatları ile nâzil olması, Resûlüllah'dan duydukları gibi kıraati eda etmede onları kudretli kılmıştır.

Şeyhe kıraatin arzedilmesi, Resûlüllah'ın her sene Ramazan ayında Kur’ân'ı Cebrâîl'e arzetmesine dayanır. Rivâyet edildiğine göre, kırâat imamı Şeyh Şemsuddin b. Cezeri Kahire'ye geldiğinde, kırâat öğrenmek isteyenler çevresini sarmış, hepsi ile ayrı ayrı uğraşacak vakit bulamadığından, onlara bir âyet okumuş, hep bir ağızdan okunan âyeti tekrar etmişlerdi. Fakat İbnu'l-Cezerî öğrettiği kıraati ile yetinmiyor, aynı zamanda dinliyordu.

Şâyet kırâat öğrenenlerin durumu şeyhce biliniyorsa, şeyhin birden fazla talebeyi dinlemesi caizdir. Şeyh Alemuddin es-Sehavi, Kur’ân'ın muhtelif yerlerinden olmak üzere, kırâat talimi yapan iki-üç talebeyi, aynı anda dinliyor, her birine yaptıkları hatayı söylüyordu. Şeyhin, istinsah veya kitap okuma gibi başka işlerle meşgul iken, kırâat dinlemesi caizdir. Kıraatin ezberden okunması şart değildir, yüzünden okunması yeterlidir.

1- Kıraatin Keyfiyeti

1290 Kıraatin keyfiyeti üçtür.

a- Tahkik: Meddi gereği gibi çekmek, hemzeyi aynen telaffuz etmek, harekeyi eksiksiz yapmak, izhar ve şeddeleri belirtmek gibi hususlarda, her harfin hakkını vermektir. Ayrıca, harfleri kendi mahreçleri ile okumak sekte, tertil ve teenni ile harfleri birbirinden ayırmak, kasr ve ihtilas yapmamak, harekeli harfi sakin okumamak ve idgam etmeksizin vakf caiz olan yerleri göz önünde bulundurmaktır, Kıraatta tahkik, dili alıştırmak ve telaffuzu düzeltmek için yapılır. Harekeden harfler meydana getirmek, râ harfini tekrarlamak, sükunu harekelemek, gunnede mübalağa maksadiyle nunları uzatmak suretiyle ifrata gitmeden talebelere kırâat öğretilmesi, müstehapdır. Bu arada, gunnede mübalağa yaptığını duyan kimseye Hamza'nın; Beyazının üstünde beyaz, kıvırcığın üstünde kıvırcık olmadığı gibi, kıraatin üstünde kırâat olmadığını bilmez misin, şeklindeki sözünü bir ölçü almak gerekir.

Ayrıca, tertîl iddiasında bulunarak ***** kelimesindeki tâ harfinde vakf etmek gibi, kelimenin harflerini birbirinden ayırmaktan sakınmalıdır. Bu çeşit kırâat, Hamza ve Verş'in kıraatidir. Bu konuda ed-Dani «K i t a b u' t-T e c v i d» adlı eserinde Ubeyy b. Ka'b'dan rivâyet edilen bir hadiste: Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur’ân'ı tahkik usûlü ile okuduğunu belirtir. Bu rivâyet, isnadı sağlam garib bir rivâyettir.

b- Hadr: Hâ harfinin fethası, dal harfinin sükunu ile yapılır. Hadr; kıraatin, idrâç, sürat ve tahfifidir. Bunlar; kasr, teskin, ihtilas, bedel, büyük idğam, hemzenin tahfifi ve benzerleriyle yapılır. Ayrıca bunlarda med harflerini kısaltmaksızın, harekelerin çoğunu yok etmeksizin, gunne sesini kaybetmeksizin, kıraati sahih olmaktan çıkaracak derecede ifrata gitmeksizin, irabın yerine getirilmesi, kelime ve harflerin hakkıyla korunması hususuna riayet etmekle, rivâyetin sahih olması şartı aranır. Bu nevi kırâat, İbn-i Kesir ve Ebû Cafer ile meddi munfasılı kasr eden Ebû Amr ve Yakûb gibi kırâat imamlarının mezhebidir.

c- Tedvîr: Tahkik ve hadr kıraati arasında, orta bir kıraattir. Tedvir şeklindeki kırâat, meddi munfasılın uzatılmasını kabul eden imamların kıraatidir. Bunlar dışındaki kurra, bu kıraatta işba' yapmazlar. Kıraatta edaya uyanların çoğuna göre, muhtar olan da budur.

İlerde bahsi gelecek olan tertîl ile tahkik arasındaki farkı, bazı kırâat imamları şöyle ifade etmiştir: Tahkik; kırâat'a yeni başlayanı olgunlaştırma, öğretme ve alıştırma gayesini güder. Tertîl ise; kıraatta tedbirli olma, düşünme ve hüküm çıkarmadır. Her tahkik tertildir, fakat her tertîl tahkik değildir.

2- Tecvidu'l Kur’ân

1292 Kırâat ilminde önemli konulardan biri, Kur’ân'ın tecvididir. Bu konuda müstakil eser tasnif eden ed-Dani ve diğerleri gibi müellifler bulunmaktadır. ed-Dani'nin rivâyet ettiğine göre İbn-i Mesûd şöyle der: Kur’ân'ı tecvidle okuyunuz.

Kurra şöyle der: Tecvid, kıraatin süsüdür. Bu da, harflerin hakkını vermek, tertibe riayet etmek, harfi aslına ve mahrecine göre okumak, ifrat ve tefrite gitmeksizin, harfin telaffuzunu bütün yönleriyle eda etmektir. Bu mânaya işaret ederek Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir: Kur’ân'ı nâzil olduğu gibi okumak isteyen, İbn-i Ummi Abd'in yani İbn-i Mesûd'un kıraati gibi okusun. İbn-i Mesûd'a Kur’ân'ın tecvidinde, büyük bir kabiliyet verilmişti. Şüphesiz ki Sahâbe-i Kirâm, Kur’ân'ın mânasını anlayarak, hükümlerini yerine getirerek, ibadet ettikleri gibi Peygamber'in huzurunda, kırâat ilmini alan imamların kıraati üzere, Kur’ân'ın kelime ve harflerini telaffuzda, en sahih olanı yapmayı, ibadet telakki ederlerdi. Kırâat alimleri tecvidsiz kıraati, lâhin sayarlar. Lahni, gizli ve açık olmak üzere ikiye ayırırlar. Kıraatta lahn, kelimelere, sonradan ârız olan telaffuz bozukluğudur. Ancak açıkça yapılan lahn, kıraati zahiren ihlaldir. Açık lahni, kırâat imamları ve diğer ulema, müştereken bilirler. Bu lahn, irabda yapılan bir hatadır. Gizli lahn ise, yalnız kırâat imamları, kelimeleri de eda imamlarının ağzından öğrenen imamlar bilirler.

İbnu'l-Cezerî şöyle der: Dili olugunlaştırma, güzel okuyanın ağzından duyulan kelimelerin tekrarı bakımından tecvidde en üst dereceye ulaşıldığını, zannetmiyorum. Bunun kaidesi; vakf, imâle ve idğamın keyfiyetine, hemzeli okuma, terkîk ve tefhimin ahkâmı ile harflerin mahrecine bağlıdır. Bunlardan ilk dördü, önceden geçmişti.

Terkîk: Müstakil olan harfi ince okumaktır. Bunlann tefhimi caiz değildir. Ancak lâfzatullah'daki lamın tefhimi, fetha veya zammeden sonra icmâen, bir rivâyette de itbak harflerinden sonra ince okunur, ancak mazmum veya meftuh olan râ, mutlak olarak, veya bazı ahvalde sakin olan «ra», tefhim edilir (kalın okunur). Harekesi üstte olan harflerin hepsi, istisnasız olarak kalın okunur.

3- Mehâricu'l-Huruf

1295 Kurra ve Halil gibi ilk nahivcilere göre harflerin mahreçleri on yedidir. Her iki ayrı cemaatten çoğunun görüşüne göre bu aded, on altıdır. Bunlar; med ve lin harflerinin mahrecini bu adedden çıkarmış ve elifin mahrecini, boğazın en üst noktası, vav ile yê'nın mahrecini de müteharrik mahrecden saymışlardır. Bazıları da bu sayının nun, lâm ve râ'nın mahrecini bir mahrec sayarak, on dört mahrec olduğunu söylemişlerdir.

İbnu'l-Hâcib: Bütün bunlann takribi olduğunu, aksi takdirde her harfin müstakil bir mahreci bulunması gerektiğini belirtir.

Kurra; harfin mahrecini araştırarak tayin etmek, vasl hemzesini telaffuz etmek, kendisinden sonra sakin veya şeddeli harf getirmekle olur, demişlerdir. Harfin özelliğini dikkate alma bakımından bu tarif, daha açıktır.

Birinci mahrec; elif ve aynı cinsten olan harekeden sonra gelen, sakin vav ve yê'nin mahreci olan, boğazın alt boşluğudur.

ikincisi; hemze ve ***** nin mahreci olan, boğazın alt boşluğudur.

Üçüncüsü; ayn ve ***** nin mahreci olan, boğazın ortasıdır.

Dördüncüsü; ***** ve ***** nin mahreci olan, ağızın en yakın kısmıdır.

Beşincisi; ***** ın, damağın üst kısmı ile boğazı takip eden, dilin en son kısmıdır.

Altıncısı; *****, damağı takip eden ***** mahrecinin biraz altına dayanan mahrecidir.

Yedincisi; ***** ve ***** harflerinin, damağın ortası ile dilin ortasına gelen mahrecdir.

Sekizincisi; ***** harfinin, dilin ilk yanından başlayarak sol azı dişlerine doğru gelen mahrecidir. Sağ azı dişleri olduğu da söylenir.

Dokuzuncusu; ***** harfinin, dil ucundan geriye çıkan, dille damağın üst kısmına gelen mahrecidir.

Onuncusu; ***** harfinin, ***** harfine göre biraz daha aşağıdan, dilin ucundan itibaren çıkarılan mahrecidir.

On birincisi; ***** un mahrecinden çıkan, fakat dilin sırtına daha çok binen ***** nin mahrecidir;

On ikincisi; ***** ve ***** nin, dilin ucundan damağa doğru yükselen mahrecidir.

On üçüncüsü; ıslık şeklinde çıkan ***** ve ***** harferinin, dil ucu ön diş diblerinin biraz üstünde olan, mahrecidir.

On dördüncüsü; ***** ve ***** haflerinin, dil ucu ile ön diş diplerinin üst tarafında olan, mahrecidir.

On beşincisi: ***** harfinin alt dudak boşluğu ile ön'dişlerin ucu tarafında olan mahrecidir.

On altıncısı; uzatılmayan vav ile *****ve ***** harflerinin iki dudak arasında bulunan mahrecidir.

On yedincisi; idgamda gunne, ***** veya sakin harflerinin, genizden çıkan mahrecidir.

İbnu'l-Cezerî, «e n - N e ş r» adlı eserinde şöyle der: Hemze ve ***** leri; mahrec, fetha ve kesre bakımından müşterektirler. Hemze, cehr ve şiddette, diğerlerinden ayrılır. Keza; ***** ve ***** harfleri, aynı hususta müşterektirler. Yalnız ***** harfi, gizli ses ve tam rehavette, diğerinden ayrılır. ***** ve ***** harfleri; mahrec, rehavet, isti'lâ ve fetha bakımından müşterektirler. ***** harfi cehr'de, diğerinden ayrılır. ***** mahrec, fetha ve kesre bakımından müşterektirler. ***** harfi şiddette, diğerlerinden ayrılıp rehavette ***** ile müşterek olur. ***** ve ***** cehr, rehavet, istila ve itbak sıfatında müşterektirler, mahrecde ayrılırlar. ***** harfi, uzatma yönüyle infirad eder. ***** ve ***** harfleri mahrec ve şiddet yönünden müşterektirler, ***** harfi; ıtbak, isti'lâ yönüyle diğerlerinden ayrılır, cehrd'e ***** harfi ile birleşir. ***** harfi, gizli seste diğerlerinden ayrılır, fetha ve kesrede ***** harfi ile birleşir. ***** harfleri, mahrec ve rehavette birleşirler. ***** harfi, istilâ ve ıtbakda diğerlerinden ayrılır, fetha ve kesrede ***** ile birleşir, ***** ve ***** mahrec, rehavet ve ıslık şeklinde çıkan sesde müşterektirler. ***** cehr yönüyle diğerlerinden ayrılır, fetha ve kesrede ***** harfiyle birleşir.

Okuyucu (kâri'), her harfi başlıbaşına telaffuz etmeyi ve hakkını vermeyi başardığında, terkib halinde de aynı şekilde başarmağa çalışmalıdır. Harf, münferid olmadıkça; mütecanis, mütekarib, kaviyy, zayıf, mufahham ve murakkak olarak birbirine mücavirliği yönüyle, terkib haline gelmiştir. Kuvvetli olan zayıfı cezbeder, mufahham olan murakkak olana galip gelmesiyle telaffuzu gerçekten zorlaşır. Bu zorluk ancak, sıkı bir tatbikatla giderilir. Kelimeleri terkib halinde iken en güzel bir şekilde telaffuz etmekle, gerçek bir tecvid ortaya çıkar.

Şeyh Alemuddin'in tecvid hakkındaki kasidesini aynen aşağıda veriyoruz:

………………

……………..

4- Kıraatta Teganni

1301 Sehavi, «C e m a l u' l - K u r r â» adlı eserinde şöyle der: Bazı kimseler Kur’ân'ı okumada tegannide bulunarak, bid'ata sapmışlardır. Kur’ân'da ilk teganni yapılan âyet; ***** « O (yaraladığım) gemi, denizde çalışan yoksullarındı...» (Kehf, 79.) âyeti olmuştur. Bu teganniyi şairin:

***** Bağırtlak kuşuna gelince, onu bildiğim bazı özellikleriyle öyle öveceğim ki... beytine dayanarak almışlardır.

Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu kimseler hakkında şöyle demiştir: 'Onlar, gönüllerini kaptırmış, kendilerini beğenmiş kimselerdir'. Böyle kimselerin bidatta bulundukları şeyin adına, ter'id derler.

Ter'îd; soğuktan veya elemden titrer gibi, sesin titretilmesidir. Bid'atta bulundukları diğer şeye de terkîs adını verdiler.

Terkîs; sakin üzerindeki sükunu acele ile yapıp hemen harekeye geçmektir. Bu kırâat şekli, çok süratli veya hızlı koşma şekli gibidir. Diğer bir bid'at şekline de tatrib adı verilir.

Tatrîb; Kur’ân okunurken, terennüm ve tegannide bulunarak med gerekmiyen yerde med yapmak, med yapılacak yerde fazlaca uzatmaktır. Diğer bir bid'at şekli de tahzindir.

Tahzîn; huzu ve huşu içinde, ağlarcasına, hüzünlü bir şekilde yapılan kıraattir. Kıraattaki bid'atlardan bir diğer nevi de, biraraya toplanıp Kur’ân'ı bir ağızdan, tek sesle okuyanların kıraatidir. Bunlar; mesela, ***** âyetindeki elifi hazfederek ***** şeklinde, ***** âyetinde ***** şeklinde vav'ı hazfederek okurlar. Bağlı oldukları kırâat şeklinin doğruluğunu göstermek için, med yapılmayacak yerde med yaparlar. Böyle bir kırâat şekline de tahrif adını vermek gerekir.

5- Kıraatin Ferden ve Toplu Halde Alınması

1302 Selef kurrâsının uyguladığı usul, her hatmin bir rivâyetle okunmasıdır. Kurra, bir rivâyeti diğerine karıştırmazlar. Bu durum, hicrî beşinci asra kadar devam etmiştir. Bundan sonra, bir hatimde kıraatların cemi usulü ortaya çıkmış ve bu şekilde devam etmiştir. Bu usulü ancak, kıraati münferiden okuyan, kırâat şekillerini çok iyi bilen, her kırâat imamının kıraatini müstakil bir hatimde tamamlayan kimselere müsaade ederlerdi. Hatta bir imamın iki ravisi bulunuyorsa, her râvi için bir Hâtim yaparlar, sonra da kıraati cemederlerdi.

Bu usulü bazı kurra kolaylaştırmış, Nâfi' ve Hamza hariç, bir hatimde kırat-ı seb'adan her imam için bir kıraati müsaade etmişlerdir. Çünkü Nâfi' ve Hamza, bir hatimde Kâlûn'un kıraatına, sonra Verş'in, sonra Halefin, sonra da Hallâd'ın kıraatına uymuşlardır. Bunlar yapılmadıkça, bir hatimde kıraatların cem'i, kimseye müsaade edilmemiştir. Evet, muteber bir şeyhin kıraatini cem ve ifrad üzere okuyan, kendisine îcâzet verilen, kıraatta ehil görülen bir kimse, bir hatimde kıraattan cemetmek istese, kendisine bir hatmi tek kıraatla tamamlama mecburiyetini yüklemezlerdi. Çünkü bu kimsenin kıraattaki vukufunu ve ciddiyetini biliyorlardı.

Kurra, kıraatları cemetmede iki yol takip etmişlerdir.

Birincisi: Harfle cem'dir. Bu da şöyle olur: Kari, kıraata başlar, ihtilaflı bir kelime ile karşılaştığında, her kıraata göre bu kelimeyi tekrarlar, sonra üzerinde vakf uygun düşüyorsa vakfeder, aksi halde vakf yerine kadar diğer bir vecihle devam eder. Şayet ihtilaf, medd-i munfasıl gibi iki ayrı kelime ile ilgili ise, ikinci kelimede vakfeder, değişik kıraatları tamamladıktan sonra, mabadine geçer. Bu şekildeki cem, Mısır kurrâsının uyguladığı kıraattir. Bu, kıraatları bir araya getirmede en sağlam, kıraati okuyana en hafif gelen yoldur. Fakat bu usûl; kıraatin inceliğini, tilâvetin güzelliğini kaybettirir.

İkincisi: Vakf'la cem'dir. Bu da şöyle olur: Öncelik tanıdığı kıraatla başlar, vakf yerine kadar devam eder. Sonra döner, aynı vakf yerine kadar diğer imamın kıraatini okur. Sonra tekrar dönerek, sırasiyle aynı şekilde kıraatları tamamlar. Bu usûl, Şam kurrâsının usûlüdür. Akılda tutmak ve ezberlemek yönünden en şiddetli, zaman bakımından en uzun, derece bakımından en mükemmel bir usûldür. Kurrâdan Bazıları, bir âyette değişik kıratları böyle cem ederlerdi. Ebû'l-Hasen Kaycâtî, «K a s i d e»sinin şerhinde; kıraatları cem edenin şartı, yedidir.

Bunlar beş maddede toplanır, der.

a- Husnü'l-Vakf,

b- Husnü'l-ibtida,

c- Husnü'l-Eda,

d- Ademu't-Terkib: Bir kâri, kıraata başladığında bir kıraati tamamlamadıkça diğer bir kıraata geçmez. Böyle yaparsa şeyhi buna eliyle işaret ederek müsaade etmez, işareti anlamayacak olursa şeyh, neden geçiş yaptın diye sorar. Şayet bunu da anlamazsa, hatırlayıncaya kadar bekler; hatırlayamadığı takdirde, okuyana hatırlatır.

e-Rivâyeti't-Tertîb: Kırâat kitaplarında, başlanılan sıraya uymaktır. Meselâ; İbn-i Kesir'den önce Nâfi kıraati, Verş'den önce Kâlûn kıraati ile başlanır.

1304 İbnu'l-Cezerî şöyle der: Doğru olan şudur; bu tertibe uymak şart değil, müstehapdır. Bilakis kendilerinden ders aldığımız üstadlar, bir kurrânın takdimine aynen uyanı, mahir sayarlardı. Bazıları ise kıraatin cem'inde tenasübe riayet ederlerdi. Kasrla başlanır, sırasiyle üst derecelere çıkılırdı. lşba'la başlanır, sırasiyle kasra kadar aşağı inilirdi. Bu ancak, hafızası kuvvetli, kıraatta mahir bir şeyhle yürütülür. Bu vasıfta olmayan bir şeyhle, ancak tek tertibe riayet edilir.

İbnu'l-Cezerî şunu da ilâve eder: Kıraatları cem eden kimsenin usûl ve furû yönünden harflerdeki ihtilafa dikkat etmesi gerekir, ihtilafı birleştirme imkanını elde ederse, bir vecihle yetinir. Şayet ihtilafın birleştirilmesi mümkün değilse bunda, göz önünde tutulacak hususlar vardır. Şayet ihtilafı bir veya iki, veya daha fazla kelime ile karıştırmaksızın ve terkib yapmaksızın, makabline atfı mümkünse, atıfta bulunur. Atfı uygun değilse, ihmal, terkib ve dahil olan kıraati iade etmeksizin, bütün vecihleri tamamlayıncaya kadar, başladığı yere döner. Bunlardan birincisi memnu, ikincisi mekruh, üçüncüsü de kusurludur.

Kıraatin birleştirilmesi, bir kıraatin diğerine karıştırılması konusu, geniş bir şekilde, bundan sonraki bahiste ele alınacaktır.

Kırâat; rivâyet, turuk ve vecihlerden herhangi birini, bir kırâat sahibi ne terkedebilir, ne de ihlalde bulunabililr. Terki halinde, vecihler hariç, rivâyetin ikmaline halel gelir. Çünkü vecihlerde, seçme hakkı vardır. Bu rivâyette vecih- sh. 103 lerden hangisi seçilirse, yeterlidir.

Kıraatin alınışındaki miktar da, İslâm'ın ilk asrında kim olursa olsun, on âyeti aşmazdı. Bunlardan sonra gelenler, kıraati alış kuvvetine göre rivâyette bulundular.

İbnu'l-Cezerî şöyle der. Kıraatin müfred olarak alınışında kabul edilen usûl, yüz yirmi kısımdan birinin, ceminde de iki yüz kırk kısımdan birinin alınmasıdır. Diğerleri buna, bir sınır koymamışlardır. Şehâvi'nin kabul ettiği usûl budur.

Bu bahsi mümkün mertebe hülasa ederek, kırâat imamlarının farklı sözlerini bir araya getirerek tertib ettim. Bu bahis, muhaddisin hadis ilminde benzerine nasıl muhtaç ise, karie de o derece lüzumlu bir bahistir.

6- Kıraatin Rivâyet Şekli

1311 İbn-i Hayr; Hiç bir kimsenin, îcâzetli olsa bile, bir rivâyet silsilesine sahip olmadıkça, Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) dan hadis nakledemiyeceği hususunda, icma olduğunu iddia eder. Kur’ân'ın kırâat hükmü de, böyle olmaz mı? Bir kimsenin, bir âyeti nakletmesi veya bir şeyhten almadığı bir kıraati rivâyet etmesi, acaba mümkün müdür? Bu konuda herhangi bir nakle raslamadım. Kur’ân lâfzının edasındaki ihtiyatın, hadis lâfzındaki ihtiyattan daha mühim olduğu bir gerçektir.

Buna rağmen, Kur’ân lâfzının edasında böyle bir şart koşulmayıp da hadis rivâyetinde koşulmasında, bir hikmet vardır. Bu hikmet, hadis metnine, kendinden olmayan kelimelerin ilâve korkusu, veya söylemediği halde sözün, Resûlüllah'a isnad edilmesindedir. Halbuki Kur’ân-ı Kerim mahfuzdur. Cebrâîl'den telakki edilmiştir. Mütevatir ve müyesser bir kelamdır. Bu izah, akla en yakın olandır.

7- Kıraati Öğretme ve Okutma

Kıraati öğretme ve okutmada, bir şeyhten îcâzet almak şart değildir. Kendinde bu ehliyeti gören herkesin îcâzet almasa bile, kırâat öğretmesi caizdir. Selef-i salihin ve daha sonraki ulemanın usûlü bu idi. Nitekim, her ilimde uygulanan da bu olmuştur.

Îcâzetin şart olduğuna inanan vehim sahiplerinin hilafına, kıraatin öğretilmesi ve fetva verilmesinde ulema, îcâzeti sadece İstılah olarak benimsemişlerdir. Çünkü, çoğu zaman bir şahsın ehliyeti, yeterli bilgisi olmayan, bir ilmi yeni öğrenmeye başlayanlar tarafından ölçülemez. Bundan dolayı, kıraata başlamadan önce îcâzet yerine ehliyet aramak, şart koşulmuştur. Verilen îcâzet aynen, ehliyeti kabul edilen kimseye, şeyhin şahadeti gibidir.

Kıraatta Îcâzet ve Ücret Alma

1313 Çoğu meşayih-i kurra, mukabilinde mal olmadıkça îcâzet vermemeyi adet haline getirmişlerdir. Bu, icmâen caiz değildir. Aksine, ehliyetli gördüğü kimseye îcâzet vermesi gerekir. Ehliyeti olmayana îcâzet vermesi haramdır. Mal karşılığında îcâzet verilemez. Şeyhin îcâzete karşılık mal veya ücret alması da caiz değildir. «F e t â v â' s - S a d r» adlı eserde zikredildiğine göre, şâfii ulemasından Mevhûbu'l-Cezerî'ye: Îcâzetine karşılık, bir talebeden ücret isteyen bir şeyhi, talebesinin mahkemeye verip îcâzet vermesini icbar etmesi caiz midir? diye sorulur. Bu soruya şu fetva ile cevap verir: Şeyh îcâzet verme mecburiyetinde olmadığı gibi, mukabilinde ücret de alamaz.

Bir başka soruda ise: Şeyh, bir kimseye kırâat okutmak üzere îcâzet verse, sonra o kimsenin kendisinde borcu olmadığı ortaya çıksa, Şeyh kusur yapmış olmasından korksa, îcâzeti geri alabilir mi? diye sorulur. Bu soruya şu fetva ile cevap verir: Borçlu olmamasından dolayı îcâzet iptal edilemez.

Öğretme kaşılığında ücret almak caizdir. Buhârî'de mevcut bir hadisde: Karşılığında ücret almağa en çok hak ettiğiniz şey, Allah'ın kitabıdır, denilir. Öğretme karşılığında bir ücret tayin etmenin câiz olmadığı da söylenir. Halîmî, bu görüştedir. Ebû Hanife, Ebû Dâvud'un Ubâdetu'bnu Sâmit'ten rivâyet ettiği hadise dayanarak Kur’ân ta'limine karşılık, kesinlikle ücret alınamayacağı görüşündedir. Bu hadisde ifade edildiği üzere, Ubâdetu'bnu Sâmit, ehl-i suffadan birine Kur’ân-ı öğretir. O kimse Ubade'ye bir ok hediye eder. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ubade'ye: Şayet aldığın okun kızgın bir halka olarak boynuna takılması seni memnun edecekse, onu kabul et, buyurur.

Kur’ân talimine karşılık ücrete cevaz verenler, bu hadisin isnadında bazı şüpheler bulunduğunu ileri sürerler. Çünkü Ubade, Kur’ân'ı öğretmekle teberruda bulunmuş, herhangi bir şey istememişti. Sonra, talimine karşılık kendisine hediye verilmişti. Bu bakımdan, hediye alması caiz olmadı. Talimden önce, îcâzet almak üzere akitte bulunmak bunun hilafınadır.

1316 Ebû'l-Leys es-Semerkandî, «B u s t â n u' l - Â r i f î n» adlı eserinde talimi üçe ayırır.

a- Ücret almadan Allah rızası için öğretmek,

b- Ücret karşılığında öğretmek,

c- Herhangi bir karşılık şartı koşmadan öğretmek. Şayet bir hediye verilirse hediyeyi kabul etmek.

Birincisi: Sevapla mükâfatlandırılır. Peygamberlerin yaptığını yapmış olur.

İkincisi; ihtilaflıdır, fakat tercihe şayan olan, cevaz verilmesidir.

Üçüncüsü ise, icmâen caizdir. Çünkü Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Müslümanların muallimi idi, verilen hediyeyi kabul ederdi.

9- Kırâat Öğrenmede Bazı Esaslar

1317 İbn-i Bathan, kendisinden kırâat okuyan talebenin, düzelttiği hatasını bir kenara yazar. Talebesi, hatmi tamamlayıp îcâzet talebinde bulunduğunda önceki hatalarını sorar, şayet bilecek olursa îcâzetini verir, aksi halde yeniden Hâtim yaptırırdı.

Kırâat ilmini iyice öğrenmek, tecvid kaidelerini bellemek isteyen bir kimse, kıraatla ilgili bir kitabı bütünüyle ezberlemeli, kırâat ihtilaflarını kavramalı ve caiz ihtilafla vacib ihtilafı birbirinden ayırabilmelidir.

İbnu's-Salah, «F e t a v â» adlı kitabında şöyle der: Kur’ân kıraati, Allah’ın insana ikram ettiği bir nimettir. Rivâyet edildiğine göre, meleklere bu nimet verilmemiştir. Bu bakımdan onlar Kur’ân'ı insanlardan dinlemeğe oldukça haristirler.