EL-İTKÂN | KUR’ÂN'lN VE SÛRELERİN İSİMLERİ


 

17 - KUR’ÂN'lN VE SÛRELERİN İSİMLERİ

602 Câhiz şöyle der: Cenâb-ı Hak Kitab'ına Arapların kullandığı ifadelere, manzumelerine icmali ad vermelerinin hilafına ad vermiştir. Arablar «divan" âdını vermelerine karşılık Cenâb-ı Hak Mushafın bütününe Kur’ân, kasideye karşılık sûre, beyt adına karşılık âyet, kafiye adına karşılık da, fâsıla adını vermiştir.

Şeyzele adıyla tanınan Ebû'l-Maâli Uzeyzî b. Abdi'l-Melik, «K i t a b u' l-B u r h â n»ında şöyle der:

Allahü teâlâ Kur’ân'ına elli beş isim vermiştir. Bunlar:

1-2 : ***** (Duhân, 1-2.) âyetlerindeki gibi Kitab ve Mübin, «Hâmim. Apaçık Kitaba andolsun ki..»

3- 4: ***** (Vâkıa, 77.) âyetindeki gibi Kur’ân ve Kerim. «O, elbette şerefli bir Kur’ân'dır.»

5-***** (Tevbe, 6.) âyetindeki gibi Kelâm. «...Allah'ın sözünü işitsin....»

6-***** (Nisa, 174.) âyetindeki gibi Nûr. «...ve size apaçık bir nur indirdik.»

7- 8: ***** (Yûnus, 57.) âyetindeki gibi Hidayet ve Rahmet. «..ve Mü’minlere bir yol gösterici ve rahmet gelmiştir.»

9- ***** (Furkan, 1.) âyetindeki gibi Furkân. «...kulu (Muhammed)e Furkanı indiren....»

10- ***** (İsra, 82.) âyetindeki gibi Şifâ. «Biz Kur’ân'la, Mü’minlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz...»

11- ***** (Yûnus, 57.) âyetindeki gibi Mev'ize. «...size Rabbinizden bir öğüt....gelmiştir.»

12-13: ***** (Enbiya, 50.) âyetindeki gibi Zikir ve Mübarek «işte bu (Kur’ân) da bizim indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitabtır...»

14- ***** (Zuhruf, 4.) âyetindeki gibi Aliyy. «O, katımızda bulunan ana Kitab'dadır. Şanı yücedir...»

15- ***** (Kamer, 5.) âyetindeki gibi Hikmet«Bunlar üstün bir hikmettir...»

16- *****(Yûnus, 2.) âyetindeki gibi Hâkim«...İşte bunlar, hikmetli Kitab'ın âyetleridir.»

17- ***** (Mâide, 48.) âyetindeki gibi Muheymin, «...önceki kitapları doğrulayıcı ve onları kollayıp koruyucu olarak..»

18- ***** (Âli İmran, 103.) âyetindeki gibi Habl, «Topluca Allah'ın ipine yapışın...»

19- ***** (En'am, 153.) âyetindeki gibi Siratu müstakim, «İşte benim doğru yolum bu,...»

20- ***** (Kehf, 3.) âyetindeki gibi Kayyım, «Dosdoğru...uyarsın...»

21-22: ***** (Târik, 113.) âyetindeki gibi Kavl ve fasl, «O, elbette ayırdedici bir sözdür.»

23- ***** (Nebe, 1-2.) âyetindeki gibi en-Nebeu'l-Azim, «Birbirine hangi şeyden soruyorlar.»

24-26: ***** (Zümer, 23.) âyetindeki gibi Ahsenu'l-Hadis«Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer...indirdi...»

27- ***** (Şuara, 192.) âyetindeki gibi Tenzil, «Muhakkak ki o, âlemlerin Rabbinin indirmesidir.»

28- ***** (Şûra, 52.) âyetindeki gibi Ruh, «İşte sana da böyle emrimizden bir ruh vahyettik..»

29- ***** (Enbiya, 45.) âyetindeki gibi Vahy, «Ben ancak sizi vahy ile uyarıyorum...»

30- ***** (Yûsuf, 2.) âyetindeki gibi Arâbiyyun «Arapça bir Kur’ân...»

31- ***** (A'raf, 203.) âyetindeki gibi Besâir. «Bu (Kur’ân), Rabbinizden gelen basiretlerdir...»

32- ***** (Âli İmran, 138.) âyetindeki gibi Beyan, «Bu (Kur’ân) insanlara bir açıklama...»

33- *****. (Bakara, 145.) âyetindeki gibi İlim, «Sana gelen ilimden sonra...»

34- ***** (Âli İmran, 62.) âyetindeki gibi Hakk, «işte (isa hakkındaki) gerçek kıssa budur...»

35- ***** (İsra, 9.).âyetindeki gibi Hadi, «Gerçekten bu Kur’ân en doğru yola iletir...»

36- ***** (Cin, 1.) âyetindeki gibi Aceb, «...harikulade güzel bir Kur’ân»

37- ***** (Hâkka, 48.) âyetindeki gibi Tezkira, «O (Kur’ân) bir...öğüttür.»

38- ***** (Bakara, 256.) âyetindeki gibi el-Urvetu'l-Vuska, «...sağlam bir kulpa yapışmış olur...»

39- ***** (Zümer, 33.) âyetindeki gibi Sıdk, «Doğruyu getirene...»

40- ***** (En'am, 115.) âyetindeki gibi 'Adl, «Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem adaletçe tamamlanmıştır..»

41- ***** (Talak, 5.) âyetindeki gibi Emr, «Bu Allah'ın indirdiği buyruğudur...»

42- ***** (Ali İmran, 193.) âyetindeki gibi Münadi, «...'Rabbinize inanın diye imana çağıran bir davetçi işittik...»

43- ***** (Bakara97.) âyetindeki gibi Buşra, «...yol gösterici ve müjdeci olarak...»

44- ***** (Burûc, 21.) âyetindeki gibi Mecîd, «Hayır, o, şerefli bir Kur’ân'dır.»

45- ***** (Enbiya, 105.) âyetindeki gibi Zebûr, «...Zebur'da...yazmıştık...»

46-47: ***** (Fussilet, 3-4.) Beşir ve Nezir, «...Ayetleri açıklanmış, Arapça olarak okunan bir kitaptır...»

48-: ***** (Fussilet, 41.) âyetindeki gibi Aziz, «Halbuki o, öyle eşsiz bir Kitab'dır ki..»

49-: ***** (İbrahim, 52.) âyetindeki gibi Belâg, «Bu (Kur’ân) insanlara bir tebliğdir.»

50 : ***** (Yûsuf, 3.) âyetindeki gibi Kıssa'dır. «...kıssaların en güzelini...»

Bir âyette Kuran'ın dört ismini beraberce verir (Abese, 13-14.) âyetler. Bunlar: Suhuf, Mukerreme, Merfûa, Mutahheradir.

604 Allah'ın Kur’ân'a Kitab ismi vermesi; en beliğ bir şekilde çeşitli ilimleri, kıssaları ve ahbârı bir araya toplamasındandır. Kitap kelimesi lugatta, cem' demektir.

Hak'kı bâtıldan ayırdığı için de Mübin denilmiştir.

Kur’ân kelimesi hakkında çeşitli görüşler vardır. Bir kısım ulema Allah'ın Kelamına hâs, müştak olmayan özel bir isimdir, hemzesizdir, demişlerdir. Bunu İbn-i Kesir hemzesiz okumuştur, rivâyet de Şâfiî'den yapılmıştır.

Beyhâkî, Hatîb ve başkaları Şafiî'nin ***** yu hemzeli, ***** nı hemzesiz okuduğunu ***** kelimesinin isim olup ***** den alınmadığı ve hemzesiz olduğunu, Tevrat ve incil gibi Allanın kitabına ait bir isimdir, dediğini rivâyet ederler.

Aralarında Eşari de olmak üzere bir grup ulema şöyle demiştir: Kur’ân kelimesi, ***** kökünden müştaktır. Bir şey diğerine katıldığında, ***** denir. Sûreler, âyetler ve harfler bir araya toplandığı için Kur’ân adı verilmiştir.

Ferrâ şöyle der: Kur’ân kelimesi ***** den müştaktır. Çünkü Kur’ân âyetleri birbirini tasdik eder, birbirine benzer. İşte bu ***** yakınlıktır. Bu iki kavle göre Kur’ân kelimesi, hemzesizdir, nun harfi kelimenin aslındandır.

609 Zeccâc, bu sözün yanlış olduğunu söyler. Doğru olan; Kur’ân kelimesindeki hemzenin kelimedeki ağırlığı hafifletmek ve harekesini kendinden önceki harfe nakletmek için hazfedilmesidir, der.

Kur’ân kelimesinin hemzeli olduğunu söyleyenler arasında görüş farkı vardır. Aralarında Lihyani'nin de bulunduğu bir grup ***** ve ***** gibi ***** kelimesinden müştak bir masdardır. Yapılan bir işe masdar ile isim verildiği gibi, okunan kitab olması bakımından Kur’ân'a bu ad verilmiştir.

Aralarında Zeccâc'ın da bulunduğu ulema, Kur’ân kelimesinin, cem' nasına gelen ***** kelimesinden müştak, ***** vezninde bir sıfat olduğunu söylemişlerdir. ***** suyu havuzda topladım, cümlesindeki ***** kelimesi ***** manasınadır, bir araya toplamak demektir.

612 Ebû Ubeyde Kur’ân'a, sûreleri bir arada topladığı için, bu ad verilmiştir, der.

Râgıb; ne bir arada toplanan her şeye, ne de bir arada cem' edilen her söze Kur’ân denir; Kur’ân'a bu adın verilmesi, daha önce indirilen semavî kitabların semeresini bir arada toplamasındandır, der. Bütün ilim nevilerini bir arada topladığı için Kur’ân adını aldığı da söylenir.

Kutrub şöyle bir söz nakleder: Kur’ân'a bu adın verilmesi, okuyanın onu ağızıyla telaffuz ve beyan etmesidir. Bu, Arapların şu sözünden alınmıştır: ***** (Deve hiç hamile kalmadı) yani; yavrusunu hiç dışarı atmadı şeklindedir. Bu cümledeki ***** kelimesinin ifade ettiği mânaya dayanmak Kuran da okuyanın ağızla telaffuz ederek dışarı attığı (ifade ettiği) söz olması bakımından bu adı almıştır.

615 Bana göre bu meselede en doğru olan Şafiî'nin sözüdür.

Kur’ân'a Kelam denilmesi, onu tesir mânasında olan bu kelimeden müştak olmasındandır. Çünkü Kur’ân'ı Kerim dinleyenin zihnine tesir ederek kendisine yeni bir fayda sağlar. . .

Kur’ân'a nûr denilmesi, kendisiyle helal ve haramın kapalı taraflarının anlaşılmasıdır.

Kur’ân'a Hidayet denilmesi, kendisinde hakikati. göstermesi özelliğinin bulunmasıdır. Bu mübalağa olarak masdarın ismi fâil yerine kullanılmasındandır.

Furkan adı ise, hak ile bâtılı ayırmasından dolayıdır. İbn-i Ebî Hâtim'in rivâyetine göre Mucahid bunu tercih etmiştir.

Kur’ân'a Şifa adı verilmesi, insanı; küfür, cehalet, kin gibi kalbi ve bedeni marazlardan şifaya kavuşturmasındandır.

Zikr adı verilmesi, kendisinde geçmiş milletlerin başından geçen olaylar ve öğütler bulunmasından dolayıdır. ***** «Doğrusu bu Kur’ân sana ve ümmetine bir öğüttür..» (Zuhruf, 44.) âyetinde olduğu gibi şeref mânasına gelmektedir, çünkü Kur’ân kendi dilleriyle inmiştir.

Kur’ân'a Hikmet denilmesi; her şeyin yerli yerine konması bakımından, muteber bir kanun üzere inmiş olması veya pek çok hikmetleri ihtiva etmesindendir.

Hâkim denilmesi; âyetlerin nazmındaki düzgünlük ve mânalarındaki üstünlüğün sağlamlığı ile; tebdil, tahrif, ihtilaf ve zıdlığa meydan vermemesindendir.

Muheymin denilmesi; Kur’ân'ın bütün geçmiş milletlere ve kitaplara şâhid olmasıdır.

Kur’ân'a Habl denilmesi; ona sarılanın cennete ya da hidayete ulaşmasıdır. Habl aynı zamanda sebeb demektir.

Sırat-ı Müstakim denilmesi; onun eğriliği olmayan, cennete götüren dosdoğru bir yol olmasından dolayıdır.

Mesânî denilmesi; kendisinde geçmiş milletlere ait kıssaların açıklanması yönüyledir. Bu aynı zamanda, kendinden önceki kitabları övmesi manasınadır. Kendisinde kıssalar ve öğütlerin tekrar edilmesi mânasının bulunduğu da, söylenir. Ayrıca, önce mâna sonra da hem mâna lafızla inmesinden dolayı, Mesânî denilmiştir. Kirmânî «e l - A c â i b v e ' l - G a r â i b» adlı eserinde naklettiği gibi ***** «Bu (hüküm), elbette ilk sahifelerde de vardır.» (A'lâ, 18.) âyetine dayanmaktadır.

Müteşâbih denilmesi ise; güzellik ve doğrulukta birbirine benzemesindendir.

Kur’ân'a Rûh denilmesi; kendisiyle kalp ve nefislerin canlanmasıdır.

630 Şerefinden dolayı da Mecîd adı verilmiştir.

Muarazada bulunmak isteyenlere karşı galib gelmesinden dolayı da Azîz adı verilmiştir.

Kendisiyle insanlara emrolundukları ve yasaklandıkları şeyleri tebliğ veya kendisinde belâgatın bulunması, başkasına ihityaç duyulmaması bakımından Kur’ân'a Belâğ adı verilmiştir.

es-Silefî bazı eserlerinde şöyle demiştir: Ebû'l-Kerem en-Nahvi Ebû'l-Kasım et-Tennûhi, o da Ebû'l-Hasen er-Rûmî'nin şöyle dediğini işitmiştir; Rummâni'ye: Her kitabın bir tercemesi vardır. Allah'ın Kitabının tercemesi nedir? diye sorulduğunda: ***** «Bu (Kur’ân), insanlara bir tebliğdir. İnsanlar bununla uyarılsınlar...» (İbrahim, 52.) âyetiyle cevap vermiştir.

Ebû Şâme ve diğerleri ***** «...Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir.» (Tâhâ, 131.) âyetinde ***** kelimesinden Kur’ân kasdedildiğini söylemiştir.

1. Kur’ân'a Mushaf Adının Verilişi:

635 Muzafferi, «T a r i h»inde şunu nakleder: Bir kısmı ona, İncil adını vermişlerse de, bu isim onlara hoş gelmemiştir. Bir kısmı da Sifr adını verelim demişler, fakat Yahudilikle ilgili bir terim olduğundan bunu da beğenmemişlerdir. Bunun üzerine İbn-i Mesûd; Habeşistanda bir kitap gördüm ona Mushaf adını vermişlerdi, deyince Kur’ân için ad olarak bunu seçmişlerdir

Derim ki: İbn-i Eşte «K i t â b u' l - M e s â h i f» adlı eserinde, Mûsab b. Ukbe tarikiyle İbn-i Şihâb'ın şöyle dediğini rivâyet eder: Kur’ân-ı Kerim-i cemettiklerinde kâğıda yazmışlardı. Hazret-i Ebû Bekr Kur’ân'a bir isim arayın, deyince Bazıları; es-Sifr, Bazıları da el-Mushaf adını teklif ettiler. Çünkü Habeşliler Kur’ân'a Mushaf adını vermişlerdi. Kur’ân'ı ilk cemeden ve ona Mushaf adını veren Hazret-i Ebû Bekr'dir. İbn-i Eşte İbn-i Bureyde'den, başka bir tarikle bundan sonraki bölümde gelecek, aynı mealde bir rivâyette bulunmuştur.

İbn-i Durays ve başkaları Ka'b'ın şöyle dediğini rivâyet ederler Tevratta; «Ya Muhammed, Ben sana kör gözleri, sağır kulakları, kapalı kalpleri açacak yeni bir tevrat indireceğim» ibaresi mevcuttur.

İbn-i Ebî Hâtim Katâde'nin şöyle dediğini rivâyet eden Hazret-i Musa Tevrat levhalarını eline alınca: Ya Rabbi, bu levhalarda indileri kalplerinde olan bir ümmetin var olduğunu gördüm, bana ümmet kıl, diye niyazda bulundu. Rabbi ona Bu Ahmed'in ümmetidir, cevabını verdi.

Bu iki rivâyette görüldüğü gibi Kur’ân'ı Kerim'e Tevrat ve incil adları verilmiştir. Bununla beraber, bugün Kur’ân'a bu adın verilmesi caiz değildir. Bu tıpkı ***** «...Musa'ya Kitap ve Furkan'ı vermiştik...» (Bakara, 53.) âyetinde olduğu gibi Tevrat'a Furkan, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) «Davud (a.s) bana Kur’ân'ı hafifletti» sözünde olduğu gibi Zebûr'a Kur’ân denmesine benzer.

2. Sûrelerin isimleri:

640 Utebî şöyle der: Sûre kelimesi, hemzeli veya hemzesizdir. Kelimeyi hemzeli okuyan ***** (içtiğim suyun birazını bıraktım) mânasına gelen ***** fiilinden türediğini kabul eder. ***** kelimesi, içilen sudan kapta kalan artık manasınadır. Aynı şekilde sûre de, Kur’ân'dan bir parça gibidir. Sûre kelimesini hemzesiz okuyanlar, bunu aynı mânada kullanmış, ancak kolaylık olsun diye kaldırmışlardır. Bazıları sûreyi binanın katlarına benzetmişler, yani binanın bir parçası veya üstüste gelen bir katı kabul etmişlerdir.

Kelimenin, şehrin sûru mânasına geldiği söylenir. Bu tıpkı evlerin sûrla bir arada toplandığı gibi, Kur’ân sûresi de, âyetlerini bir arada toplayıp kuşatması demektir. Bunun aynı zamanda bileği kuşattığı için bilezik mânasına gelen ***** kelimesinden alındığı söylenmiştir.

Allah Kelamı olduğu için yücelik, yükseklik mânasına kullanılmıştır, çünkü sûrenin bir mânası da yüksek mevkidir. Şâir Nâbiğa'nın şu beyti, kelimenin bu mânaya geldiğini göstermektedir:

Görmedin mi, Allah sana bir saltanat vermiş ki bütün krallar ona boyun eğerler.

Sûre, üstüste koymak suretiyle yükselmek mânasına gelen ***** kelimesinden geldiği söylenir. Çünkü âyetler birbirine eklenerek bir araya getirilmiştir. ***** «...Hani odasının duvarına tırmanmışlardı.» (Sâd, 21.) âyeti bu mânaya bir delildir.

Ca'berî şöyle der: Sûre; başlangıcı ve sonu olan, en az üç âyetten meydana gelen Kur’ân bölümlerinden biridir.

Bazıları da sûreyi tevkifi olarak terceme edilmiş bir parça olduğunu söylerler. Bu da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından tevkifi olarak özel bir isimle adlandırılması demektir.

Sûrelerin isimleri, Hadis ve haberlerden anlaşıldığı üzere, tevkifi olarak tesbit edilmiştir. Sözü uzatma korkum olmasaydı, bunu genişçe açıklardım.

Sûre isimlerinin tevkifi olduğunu göseteren İbn-i Ebî Hâtim'in İkrime'den yaptığı şu rivâyettir; İkrime: Müşrikler Bakara sûresi, Ankebût sûresi diyerek alay ederlerdi. Bunu üzerine ***** «O alay edenlere karşı biz sana yeteriz.» (Hicr, 95.) âyeti nâzil oldu, der.

Şu sûre, bu sûre denilmesini, Bazı ulema hoş karşılamamıştır. Bunu Taberânî ve Beyhaki'nin Enes'den merfu olarak rivâyet ettikleri şu ifade desteklemektedir. Bakara sûresi, Ali İmran sûresi, Nisa sûresi şeklinde Kur’ân'ın bütün sûrelerini adlarıyla söylemeyin. Fakat, içinde Bakara'nın Ali İmran'ın zikredildiği sûre deyin, bütün sûreleri bu şekilde adlandırın. Bu rivâyetin isnadı zayıftır; Hatta İbnu'l-Cevzî bunun mevzu olduğunu iddia etmiştir.

Beyhaki: Bu rivâyetin İbn-i Ömer'den Mevkuf olarak nakledildiği bilinmektedir derse de, ayni metni sahih senedle İbn-i Ömer'den rivâyet etmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Bakara sûresi de dahil, diğer sûreleri adlarıyla söylediği sahih olarak bilinmektedir.

Buhârî, İbn-i Mesûd'un şöyle dediğini rivâyet eder: Bakara sûresinin indirildiği makam budur. Bu yüzden cumhur-u ulema yukarıki görüşe karşı çıkmıştır.

3- Birden Fazla Adı Olan Sûreler:

650 Kur’ân sûrelerinin çoğunlukla tek, Bazılarının da iki veya ikiden çok adı vardır. Birden fazla adı olan sûrelerden biri, Fatiha sûresidir.

Bu sûrenin yirmiden fazla adı olduğuna rasladım. Bu, sûrenin şerefini belirtir:

Birincisi: Fatihatu'l-Kitab'dır. İbn-i Cerîr, İbn-i Ebî Zi'b ve Makburi Ebû Hureyre tarikiyle Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini rivâyet ederler Bu sûrenin adı Ummu'l-Kur’ân, Fatihatu'l-Kitab, es-Sebu'l-Mesânî'dir. Mushaf yazılırken ve namazda kıraata onunla başlandığı için bu ad verilmiştir. Çünkü Fatiha, ilk inen sûredir. Fatihanın Levh-i Mahfûz'da yazılan ilk sûre olduğu da söylenir. Mursî, bu söz naklî delile muhtaçtır, der. Hamd, her kelamın ve her kitabın başlangıcı olduğu için bu adı aldığı söylenir. Bunu Mursî nakleder ve her kitabasûrenin tamamı ile değil; sadece hamd ile başlandığı, zahirde muradın herhangi bir kitab olmayıp bundan Kur’ân kasdedildiğini ifade ederek şöyle der: Bu sûreye verilen adlardan biri de, Fatihatu'l-Kur’ân'dır. Bu yüzden Kitab'la aynı şey olduğu anlaşılır.

İkincisi: Mursi'nin rivâyet ettiği gibi sûrenin adı, Fatihatu'l-Kur’ân'dır.

Üçüncüsü ve dördüncüsü: Ümmü 'l-Kitab ve Ummu'l-Kur’ân'dır. İbn-i Sîrîn, Ummu'l-Kitab, el-Hasen de Ummu'l-Kur’ân adını hoş karşılamazlar. Bakıyyu'bnu Mahled her iki görüşe katılır. Çünkü Ummu'l-Kitab, Levh-i Mahfuz'dur. Bunu şu âyetler doğrulamaktadır: ***** «...(Bütün) kitap(ların) anası, (Ra'd, 39.) âyet, ***** «O, katımızda bulunan ana kitaptadır.» (Zuhruf, 4.) âyet, ***** (Âli İmran, 7.) âyet.

Mursî bu konuda sahih olmayan şu hadisin rivâyet edildiğini söyler: Hiç biriniz, Ummu'l-Kitab demesin, Fatihatu'l-Kitab desin.

Derim ki: Bu rivâyet hadis kitablarında yoktur. Mursî bunu karıştırmasın. İbn-i'd-Durays bunu aynı lafızla İbn-i Sirîn'den rivâyet etmiştir. Mursî bunu karıştırmıştır. Halbuki diğer sahih hadislerde bu şekilde adlandırmadığı sabittir Dârekutni sahih senedle Ebû Hureyre'den şu merfu hadisi nakleder: Fatiha sûresini okuduğunuzda besmele okuyun. Çünkü o, Ummu'l-Kur’ân, Ummu'l-Kitab ve es-Seb'u'l-Mesânî'dir.

Sûreye niçin bu ad verildiği konusunda ihtilaf edilmiştir. Mushaflara Fatiha ile başlandığı ve namazda zamm-ı sûreden önce kırâat edildiği için bu ad verildiği söylenir. Bunu Ebû Ubeyde «M e c â z u' l - K u r a n»ında, Buhârî de «S a h i h»inde nakleder. Ummu'l-Kitab denilmeyip Fatihatu'l-Kitab denilmesinin uygun olup olmayacağı konusunda, bir müşkil ortaya çıkmaktadır. Buna, çocuğun hayatına annelerin başlangıç olmaları açısından, cevap verilir.

Mâverdî şöyle der: Fatiha'nın diğer sûreler'den önce gelmesi, ötekilerin kendisine tâbi olmasından dolayı bu ad verilmiştir. Çünkü Fatiha, diğer sûrelerin önüne geçmiştir, hatta savaşta sancaktara öne geçtiği, ordu da kendisine uyduğu için umm (öncü) adı verilmiştir. İnsanın geçmiş ömrüne aynı ad verilir. Her şeyin aslına umm denildiğinden, Mekke'ye de diğer şehirlere nazaran Ummu'l-Kurâ denilmişti.

Yetmiş üçüncü bölümde görüleceği gibi Fatiha sûresi Kur’ân'ın bütün gayelerini ve sahip olduğu ilim ve hikmetleri ihtiva ettiği için, Kur’ân'ın aslıdır.

Bir kabile reisine ummu'l-kavm denildiği gibi, sûrelerin en faziletlisi olması bakımından da Fatiha'ya bu ad verilmiştir.

Fatihaya hürmet bütün Kur’ân'a hürmet gibidir. Askerin gölgesinde toplandığı sancağa umm dendiği gibi, îman ehlinin sığındığı Fatiha sûresine de umm denilir. Fatiha, muhkem bir sûredir. Bütün muhkemat ummu'l-Kitab'dır.

Beşincisiel-Kur’ânu'l-Azîm'dir. Ahmed b. Hanbel, Ebû Hureyre'den Resûlüllah'ın Ummu'l-Kur’ân hakkında şöyle dediğini rivâyet eder: Fatiha sûresi; Ummu'l-Kur’ân'dır, es-Seb'u'l-Mesânî'dir, el-Kur’ânu'l-Azîm'dir. Bu adla adlandırılması, Kur’ân'da mevcut olan mânalan içine almasındandır.

Altıncısıes-Seb'u'l-Mesânî'dir. Bu da yukarıdaki hadiste ve diğer hadislerde geçmektedir. Yedi denilmesi, yedi âyet olmasındandır. Bunu Darakutnî Hazret-i Ali'den rivâyet etmiştir. Kendisinde yedi edeb, her âyette bir edeb olduğu söylenirse de bu, gerçek olmaktan uzaktır. ***** gibi yedi harfin kaldırılmasından bu adı aldığı söylenir. Mursî, bu sözün bir önceki sözden daha zayıf olduğunu ifade ederek şöyle demiştir: Bir şey, kendisinde olmayan şey ile değil, kendisinde bulunanla isimlendirilir.

el-Mesânî adını alması, içinde Allah'a sena bulunduğundan .O kelimesinden müştak olması ihtimalindendir. Allahü teâlâ onu bu ümmete mahsus kıldığından ***** kelimesinden müştak olması muhtemeldir. ***** kelimesinden müştak olması da muhtemeldir. Her rekatta kendisiyle senada bulunulduğu için bu adı aldığı söylenir. İbn-i Cerîr'in senedi hasen ile Hazret-i Ömer'den yaptığı şu rivâyet bu sözü destekler. Hazret-i Ömer şöyle demiştir: es-Seb'u'l-Mesâni, Fatihatu'l-Kitab'dır, her rekatta onunla sena edilir. Başka bir sûre ile sena kılındığı için bu adı almıştır, denilir. İki seferde indiği, sena ve dua olmak üzere iki kısma ayrıldığı için bu ad verilidiği söylenmiştir. Kul, ondan bir âyet okuduğunda Allahü teâlâ yaptığı işten haber vererek kendisini övdüğünden sûreye, hadisde geçtiği üzere bu ada verilmiştir. Nazmındaki fesahat, mânasındaki belâgat bir araya toplanmasından, es-Seb'u'l-Mesani adı verilmiştir. Bunlardan başka ihtimaller de vardır, denilir.

YedincisiVâfiye'dir. Bu adı ona, Sufyanu'bnu Uyeyne vermiştir. Kur’ândaki mânalan karşıladığından, Zamahşeri «K e ş ş â f»ında ona bu adı vermiştir. Sa'lebî; ikiye bölünmeyi kabul etmediği için bu adın verildiğini söyler. Kur’ân'dan her sûrenin ikiye bölünerek, yarısı bir rekatta diğer yarısı diğer rekatta okunması caizdir. Oysa Fatiha sûresi, ikiye bölünemez. Mursî; Allah'a ait olanla kula ait olanı bir araya toplamış olduğundan, bu ad verilmiştir, der.

SekizincisiKenzdir. Ummu'l-Kur’ân adında açıklandığı üzere Zemahşerî tarafından «K e ş ş â f»da bu ad verilmiştir. On dördüncü bölümde geçen Enes hadisinde ifade edildiği gibi, sûreye bu ad verilmiştir.

DokuzuncusuKâfiye'dir. Bu sûre namazda tek başına kâfidir. Diğer sûreler bunun yerini tutmaz.

Onuncusu: el-Esâs'dır. Çünkü Fatiha, Kur’ân'ın aslı ve ilk sûresidir.

On birincisi: Nûr'dur.

On iki ve on üçüncüsü: Hamd ve Şükür sûresidir.

On dördüncüsü ve on beşincisi: Sûretu'l-Hamdi'l-Ûlâ ve Sûretu'l-Hamdi'l-Kısari'dir.

On altı, on yedi ve on sekizincisier-Rukye, eş-Şifâ, eş-Şâfiye'dir. Bunlar, Havâssu'l-Kur’ân bölümündeki hadislerde görülecektir.

On dokuzuncusu: «Namazın sıhhati kendisine dayandığından Sûretu's-Salât adı; verilmiştir.

Yirmincisi: «Namazı Kendimle kulum arasında ikiye böldüm» hadisinde geçtiği gibi Salât, bu sûrenin isimlerinden biridir. Mursî; Fatiha sûresi, namazda tamamlayıcı olmasından, bir şeye kendisi için lüzumlu olan ile ad verilmesi bakımından, Salât adını almıştır, der.

Yirmi birincisi: İçinde ***** sözünde dua bulunduğundan Sûretu'd-Duadır

Yirmi ikincisi: Fahruddin Râzi'nin zikrettiği gibi Sûretu's-Suâl'dır.

Yirmi üçüncüsüSûretu Ta'lîmi'l-Mesel'dir. Mursî; içinde isteme âdabı vardır, çünkü istekte bulunmadan önce, sena ile başlanmıştır, der

Yirmi dördüncüsüSûretu'l-Munacaattır. Çünkü kul, bu sûrede geçen ***** "(Ya Rabbi), ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım isteriz...» âyetiyle Rabbine münacaatta bulunur.

Yirmi beşincisi: Sûretu't-Tefvîz'dir. Çünkü ***** âyetinde sığınma ifadesi mevcuttur.

Fatiha sûresinden toplayabildiklerim bunlardır. Bundan önce hiçbir kitabda bunlar toplanmamıştır.

Birden fazla ismi olan sûreler de şunlardır:

673 Bakara sûresi: Hâlid b. Ma'dan bu sûreye Fustâtu'l-Kur’ân adını vermiş Firdevs'in «M u s n e d»inde merfu bir hadisde bu isim zikredilmiştir. Bu adı alması sûrenin azameti ve diğer sûrelerde bulunmayan hükümleri bir arada toplamasındandır. Hâkim «M u s t e d r e k»inde geçen bir hadisde bu sûre sinâmu'l-Kur’ân adiyle zikredilmiştir. Her şeyin sinam'ı, o şeyin âlâsı mânasındadır.

Âli İmran: Said b. Mansûr «S ü n e n»inde Ebû Attaf'ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Tevrat'ta Âli İmran'ın ismi Tayyibe'dir. Sahih-i Müslim'de Bakara sûresiyle birlikte adı, Zahrâveyn'dir.

Mâide: Bu sûreye aynı zamanda, Ukud ve Munkıze adı verilir. İbnu'l-Feres; bu sûreye, okuyanı azab meleklerinden koruduğu için, Munkıze adı verilmiştir, der.

Enfâl: Ebû’ş-Şeyh, Said b. Cubeyr'in şöyle dediğini rivâyet eder. İbn-i Abbâs'a Enfâl sûresinden söz edince bana bu sûrenin Bedir sûresi olduğunu söyledi.

Berâe: İçinde ***** «Andolsun Allah, peygaberi..affetti...» âyeti bulunduğu için Tevbe sûresi de denir. Diğer bir adı da Fâdıha'dir. Buhârî, Said b. Cubeyr'in şöyle dediğini rivâyet eder: İbn-i Abbâs'a Tevbe sûresinden söz edince: Evet, Tevbe sûresidir, dedi. Fâdıha adını da ilâve etti. Sûrede arka arkaya devam eden ***** sözleri hepimizi içine alacağından korktuk. Ebû’ş-Şeyh, İkrime'nin şöyle dediğini rivâyet eder: Hazret-i Ömer; Berâe sûresinin nüzûlü henüz tamamlanmamıştı ki, hepimiz hakkında, mutlaka bir şey inceğini sanmıştık.

Fâdıha sûresi denildiği gibi Azab sûresi de denilmişti. Hâkim «M u s t e d r e k»inde Huzeyfe'nin: Tevbe sûresi dediğiniz sûre, Azab sûresidir, dediğini rivâyet eder. Ebû',ş-Şeyh, Said b. Cubeyr'in şöyle dediğini rivâyet eder: Ömer b. Hattab'ın yanında Berâe sûresi zikredildiğinde Bazıları Tevbe sûresi olduğunu söylemişlerdi. Bunun üzerine sûreye Azab sûresi demek daha yakındır, sûre neredeyse suçsuz kimse bırakmıyor, herkesin suçunu ortaya koyuyordu.

Sûreye el-Mukaşkişe adı da verilmiştir. Ebû’ş-Şeyh, Zeyd b. Eslem'in şöyle dediğini rivâyet eder: Bir kimse İbn-i Ömer'e Tevbe sûresinden söz edince bunların hangisi Tevbe sûresidir? diye sormuştu. Berâe sûresi cevabını alınca İbn-i Ömer: insanların fiillerini ortaya koyan bu sûreye el-Mukaşkışa adını vermemiş miydik, şeklinde mukabelede bulundu. Mukaşkışanifaktan kurtulmak demektir.

Sûreye, Münekkire adı da verilmiştir. Ebû’ş-Şeyh, Ubeyd b. Umeyr'in şöyle dediğini rivâyet eder: Berâe sûresine el-münekkir sûresi de denirdi, çünkü bu süre müşriklerin kalplerinde olanları dışa vurmuştu.

Sûreye, el-Bahûs adı da verilmiştir. Hâkim, Mikdad'dan kendisine şöyle denildiğini rivâyet eder: Bu sene savaşa katılmasan ne. olurdu?. O da: Bize Bahûs sûresi yani Berâe nâzil oldu cevabını verdi.

Hâfire sûresi de denilmiştir: Münafıkların kalplerindekini açığa çıkardığı için İbnu'l-Feres sûreye bu adın verildiğini zikreder.

Musire sûresi de deniliyordu. Çünkü bu sûre, münafıkların ayıplarını ortaya koymuş, gizli işlerinden de haber vermiştir.

İbnu'l-Feres sûreye Muba'sira adının da verildiğini söyler. Zannederim bu isim, Münekkira kelimesinin bozulmuş şeklidir. Bu isim de doğru ise sûreye verilen ad sayısı ona ulaşmaktadır. Sehâvî'nin «C e m â l u' l - K u r r â» adlı eserinde münafıkların sırlarını açığa vurduğu için Muba'sira adını yazdığını gördüm. Aynı eserde ayrıca, Muhziye, Munekkile, Muşerride ve Mudemdime adlarını da zikretmiştir.

Nahl: Katâde, bu sûreye Niam sûresi de denildiğini söyler. Bunu, İbn-i Ebî Hâtim rivâyet etmiştir. İbnu'l-Feres ise, sûreye bu adın verilmesi, bunda Allah'ın kullarına olan nimetlerini birbiri ardına sıralamasındandır, der.

İsra: Bu sûreye Subhâne ve Beni İsrâil de denilmiştir.

Kehf: Ashâb-ı Kehf sûresi de denilmiştir. İbn-i Merdeveyh'in rivâyet ettiği hadisde böyle geçmektedir. Beyhaki, İbn-i Abbâs'dan merfu olarak rivâyet ettiğine göre bu sûre Tevratta el-Hâile adiyle geçmektedir. Çünkü sûre, okuyucusu ile cehennem arasında bir perde teşkil eder. Beyhaki, hadisin münker olduğunu söyler.

TâhâSehâvî «C e m â l u ' l K u r r â» adlı eserinde bu sûreye aynı zamanda Kelim sûresi de denildiğini zikreder.

Şuarâ: İmâm-ı Mâlik Tefsir'inde bu sûreye Câmia sûresi denildiğini zikreder.

NemlBu sûreye, Süleyman sûresi de denilir.

Secde: Bu sûreye, Medâci' sûresi de denilir.

Fatır: Bu sûreye, Melâike sûresi de denilir.

Yâsin: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sûreye Kalbu'l-Kur’ân adını vermiştir. Bunu, Tirmizî Enes'den rivâyet etmiştir. Beyhaki Hazret-i Ebû Bekr'den merfu olarak şu sözü nakleder: Yâsin sûresi Tevratta Muimme adiyle geçer, çünkü okuyan hem dünya hem de âhiret saadetine erer. Okuyandan her türlü kötülüğü uzaklaştırdığı ve her ihtiyacını karşıladığı için sûreye, Dâfia Kâdıye adı verilmiştir. Beyhakî bu hadisi de münker kabul eder.

Zümer: Sûreye. Guraf sûresi de denilir.

Gâfir: Sûreye Tavl sûresi, ***** «Firavun ailesinden imanını gizleyen bir adam şöyle dedi...» (Mü'min, 28.) âyetinden dolayı da Mü'min sûresi denilmiştir.

Fussilet: Secde ve Mesâbih sûresi de denilmiştir.

Câsiye: Kirmânî «A c â i b» adlı eserinde sûreye Şeria ve Dehr adının verildiğini ifade eder.

Muhammed: Sûreye, Kitab sûresi de denilir.

Kâf: Sûreye, Bâsikât sûresi de denilir.

İkterabet: Sûreye, Kamer sûresi denilir. Beyhaki, İbn-i Abbâs'dan Tevratta bu sûreye Mukayyıda sûresi denildiğini rivâyet eder. Çünkü, yüzlerin karardığı günde, bu sûreyi okuyanın yüzü ağarır. Beyhakî bu hadisi de münker hadistir, demiştir.

RahmânBeyhaki'nin Hazret-i Ali'den merfûan rivâyet ettiği hadisde, bu sûreye, Arûsu'l-Kur’ân adı verilmiştir.

Mücâdele: Ubeyy b. Ka'b'ın «M u s h a f»ında bu sûreye, Zihar sûresi denilmiştir.

HaşrBuhârî, Said b. Cubeyr'in şöyle dediğini rivâyet eder: İbn-i Abbasın yanında Haşr sûresinden söz etmiştim. Bu sûreye Beni Nadir de, diye söyledi. İbn-i Hacer; Kıyamet günü akla gelmemesi için İbn-i Abbâs bu sûrenin Haşr sûresi denilmesini hoş karşılamamıştır. Buradaki Haşr'dan murad, Benu Nadirin yurdlarından çıkarılmasıdır

Mümtehineİbn-i Hacer, «hâ»nın fethası ile Mumtehene şeklinde ad verilmesinin meşhur olduğunu, «hâ»nın kesresi ile Mümtehine şeklinde de okunduğunu söyler. Birinci şekle göre sûre, hakkında indiği kadının sıfatıdır, ikinci şekle göre ise, Berâe sûresine Fatiha denildiği gibi, sûrenin sıfatıdır. Sehâvî «C e m â l u' l - K u r r â»sında sûreye, imtihan ve el-Mer'a sûresi adı verildiğini söylemektedir.

Saff: Sûreye aynı zamanda Havâriyyûn sûresi de denilir.

Talâk: Sûreye İbn-i Mesûd, en-Nisâu'l-Kusrâ adını vermiştir. Bu rivâyeti Buhârî ve diğerleri nakletmişlerdir. Dâvûdî bunu hoş karşılamamış, el-Kusrâ kelimesinin duyulmadığını, Kur’ân'da hiçbir sûreye ne Kusrâ ne de Sugra denildiğini görmediğini söyler. İbn-i Hacer ise; Dâvûdî'nin bu sözü , senedsiz olarak sabit hadisleri reddetmektedir. Kısar ve Tıval kelimeleri nisbî kelimelerdir. Buhârî; Zeyd b. Sâbit'ten bir rivâyetinde «iki uzun sûreden biri» demiş, bundan A'raf sûresini kastetmiştir.

Tahrim: Bu sûreye, Muteharrim, Lime Tuharrim sûresi denilmiştir.

Tebâreke: Sûreye, Mülk sûresi adı verilir. Hâkim ve diğerleri İbn-i Mesûd'un şöyle dediğini rivâyet ederler: Bu sûre Tevratta Mülk sûresi olarak geç­mektedir. Kabir azabını engellediğinden sûreye, Mânia sûresi denilmiştir. Tirmizî İbn-i Abbâs'dan sûrenin adı, Mânia'dır, kabir azabından kurtardığı için, Munciye de denilmiştir, şeklinde rivâyet eder..

Ubeyd'in «M u s n e d»inde geçen bir hadisde sûreye Munciye, adı verildiği gibi, kıyamet gününde sûreyi okuyanı, Rabbi katında sûrenin bu kimseyi savunacağından Mücâdele adı da verilmiştir. İbn-i Asâkir «T a r i h»inde Enesden rivâyet ettiği bir hadisde Resûlüllah'ın bu sûreye Munciye adı verdiğini söyler. Taberânî İbn-i Mesûd'un şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah zamanında bu sûreye Mania sûresi derdik. Sehâvî «C e m â l u' l - K u r r â»da sûreye Vâkıa ve Mania adı verildiğini kaydeder.

Seele: Sûreye, Meâric ve el-Vâki' sûresi de denilir.

Amme: Sûreye, Nebe'Tesâul ve Mu'sırat sûresi de denilir.

Lem Yekun: Sûreye, Ubeyy b. Ka'b'ın Mushafında Sûretu Ehli'l-Kitab adı verilmiştir. Sehâvî «Cemâlu'l-Kurr â»da; Beyine, Kıyâme, Beriyye ve İnfikak sûresi de denildiğini nakleder.

Eraeyte: Sûreye Dîn ve Mâûn sûresi de denilir

Kâfirûn: İbn-i Ebî Hâtim Zurâretu'bnu Evfâ'dan yaptığı bir rivâyete göre sûreye, Mukaşkaş adı verilmiştir. Sahâvî «Cemâlu'l-Kurr â»da sûreye aynı zamanda, İbâde sûresi de denildiğini söyler.

Nasr: Sûreye Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in vefatına îma ettiği için Tevdi' sûresi de denilmiştir.

Tebbet: Sûreye, sûretu'l-Mesed adı da verilmiştir.

İhlâs: Dinin esasını meydana getiren Allah'ın vahdaniyetini içine aldığından sûreye el-Esas sûresi denilmiştir.

Felak ve Nâs: Vav'ın kesriyle bu iki sûreye Muavvizeteyn adı verilir. Muşakkiteyn de denilir.

4- Sûre İsimlerinin Tevkifiliği:

732 Zerkeşî «B u r h â n» adlı eserinde şöyle der: «Sûrelere verilen değişik "isimler tevkifi mi, yoksa münasebetlerden dolayı mı ortaya çıktığı konusunu araştırmak gerekir. Şayet ikincisi doğru ise, saha ile ilgili bilgiye sahip olan kimseler, sûreye uygun düşecek bütün mânalardan değişik isimler bulup çıkaracaktır ki, bu da gerçek olmaktan uzaktır.»

Her sûreye ait olan adların iyice incelenmesi gerekir. Şübhesiz ki Arablar, verdikleri bir çok isimlerde ya nadir olanı veya o ismi tahsis eden sıfat ve huy gibi yönlerden garib olanı veya bu adı vermekle daha muhkem, daha çok zikredilen veya idrake yakın olanı almaya, dikkat etmişlerdir. Bu yüzden yazdıklarını ve uzun kasidelerini, bunlarda geçen en meşhur kelime ile adlandırırlar. Kur’ân sûrelerine verilen isimler de bu şekilde cereyan etmiştir. Mesela; Bakara sûresine bu adın verilmesi, sûrede zikredilen bakara kıssasının zikredilmesi, ve bu kıssada önceki bir hikmetin bulunmasıdır. Nisa sûresine bu adın verilmesi, bu sûrede kadınlarla ilgili bir çok hükümlerin geçmesidir. En'am sûresine bu adın verilmesi, sûrede en'am hakkında geniş bilgi bulunmasıdır. Enam kelimesi her ne kadar diğer sûrelerde geçmiş ise de, bu sûredeki ***** «Hayvanlardan da (çeşit çeşit yarattı) kimi yük taşır, kimi de kesilir...» (142-144.) âyetlerde daha geniş tafsilatlı bir şekilde dile getirilmiştir. Nitekim Nisa kelimesi, çeşitli sûrelerde geçmiş olmasına rağmen, kadınlar hakkındaki hükümlerin genişliği; kadın kelimesinin tekrarı bakımından bu sûredeki kadar fazla değildir. Mâide kelimesinin zikri ancak bu sûrede geçtiğinden sûre kendine ait olan bu adla adlandırılmıştır.

734 Şayet; Hûd sûresinde Nûh, Sâlih, İbrahim, Lût, Şuayb ve Musa'nın adları geçtiği halde, sûrede Nuh'un (a.s) kıssası daha geniş ve daha uzun zikredildiği halde, neden Hûd adı verilmiştir denilirse, şu cevap verilir: Bu peygambere ait kıssalar; A'raf, Hûd ve Şuarâ sûrelerinde diğer sûrelerinkinden daha geniş bir şekilde tekrarlanmış, fakat bu üç sûrede Hûd ismi en çok bu sûrede geçmiştir. Hûd sûresinde Hûd kelimesi dört yerde tekrarlanmış ve bu tekrar, sûreye bu adın verilmesini kuvvetlendirmiştir.»

Şayet aynı sûrede Nuh'un adı altı yerde geçmektedir, denilirse, buna cevap olarak; Nûh (a.s) ve kavmi ile olan kıssasına, başlı başına bir sûre tahsis edilmiş, bu sûrede bir başka kıssa yer almamıştır. Sadece kendi kıssası geçtiği sûreye kendi adını vermek, kendisiyle birlikte diğer peygamberlerin kıssası geçen sûreye bu adı vermekten daha evlâdır, denilir.»

736 Ben de derim ki, bu konuda şöyle bir soru sorabilirsin: Bir çok sûreler; Nûh, Hûd, İbrahim, Yûnus, Âli İmran, Neml, Yûsuf, Muhammed, Meryem, Lokman sûreleri gibi, içinde isimleri geçen peygamberlerin kıssaları ile adlandırılmıştır. Bazı kavimlerin kıssaları da böyledir. Bunlar; Benî İsrail, Ashâb-ı Kehf, Hicr, Melâike, Cin, Münafikûn, Mutaffifîn sûreleridir. Bütün bunlara rağmen, Kur’ân'da pek çok zikredildiği halde Musa adı, hiç bir sûreye verilmemiştir. Hatta Bazıları; neredeyse Kur’ân'ın bütünü Musa'dan söz etmektedir, demiştir. Tâhâ, Kasas ve A'raf sûrelerinde Musa'nın kıssası, diğer sûrelere nazaran daha geniş zikredildiği için, kendi adını alması daha evlâ idi. Âdem'in (as) kıssası da bu kabildendir, ismi değişik sûrelerde geçmiş olmasına rağmen, hiç bir sûreye adı verilmemiştir, el-İnsan sûresiyle iktifa edilmiştir. Keza Zebih kıssası (İbrahim'in (as) oğlunu kurban edişi), kıssaların en ibretlisi olduğu halde Sâffât sûresine bu ad verilmemiştir. Davud'un (aleyhisselâm) kıssası Sâd sûresinde geçtiği halde, sûreye bu ad verilmemiştir. Sehâvî «C e m â l u ' l - K u r r â»sında Tâhâ sûresine Sûretu'l-Kelîm, Huzelî de «K â m i l»inde buna Musa sûresi adını verdiklerini, Sâd sûresine de Dâvûd sûresi dediğini görmeme rağmen, sûrelere verilen isimlerin hikmeti üzerinde düşünmek gerekir. Çünkü bunlar, hadislere dayanan kuvvetli delillere muhtaçtır.

Bir sûreye birden fazla ad verildiği gibi, bir çok sûreye de bir ad verilmiştir. Nitekim el-Hurûfu'l-Mukattaa'nın sûreye ad olduğunu kabul eden kavle göre, Elif Lâm Mim ve Elif Lâm Râ gibi kelimelerle sûrelere ad verilmiştir.

5- Sûre İsimlerinin İ'rabı

738 Ebû Hayyân «Ş e r h u' t - T e s h i l» adlı eserinde şöyle der: ***** «De ki: 'Bana vahyolunuyor...»ve ***** «Allah'ın emri geldi...» gibi hikaye cümleleriyle veya kendisinde zamir bulunmayan fiil ile başlayan sûrelerin İ'rabı evvelinde vasıl hemzesi bulunanlar müstesna, gayrı munsarıfların İ'rabı gibi yapılır. Vasıl hemzesinin elifi, vakıf halinde hemze-i katı' olur. Tâ'sı da hâ'ya kalbedilir, hâ'sı vakıf şeklinde olduğu gibi hâ olarak yazılır. Bu durumda şöyle dersin: ***** vakıf halinde ise, ***** Mureb olması ise, bir isme dönüşmesindendir. İsimler de, mebni olduğunu gerektiren bir durum bulunmadıkça mu'rebdir. Vasıl hemzesinin katı' hemzesine dönüşmesi, vasıl hemzesinin sadece belirli isimlerde bulunması kıyas kabul etmemesidir. Kelimenin sonundaki tâ'nın hâ'ya kalbedilmesi, isimlerdeki müennes tâ'sı hükmünde olmasındandır. Hâ şeklinde yazılması ise, yazının umumiyetle vakıf haline bağlı olmasındandır.

Bir isim ile adlandırılan sûrelerin İ'rabı alfabe harflerinden yanlız biriyle olur; sûre kelimesi kendisine izafe edilirse, İbn-i Asfûr'a göre bunun İ'rabı yoktur. Şevlebin'e göre, vakıf ve mu'reb olmak üzere iki vecih caizdir. Birinci veche göre bu isim hikaye ile edilir, çünkü el-Hurûfu'l-Mukattaa, oldukları gibi mahkidir. İkinci veche göre ise alfabe harflerine verilen bir isimdir. Harflerin, müzekker kabul edilmelerine göre munsarıf, müennes kabul edilmelerine göre de gayrı munsarıf olmaları caizdir. Şâyet sûre kelimesi bu harfe lafzen ve takdiren izafe edilmezse, vakıf yapılabildiği gibi munsarıf olsun, gayri munsarıf olsun, irab-ı yapılabilir. Hece harfleri bir harften fazla olur, Tâsin ve Hâmim gibi yabancı isimlere eşit olursa, sûre kelimesi kendisine izafe edilsin veya edilmesin, mahki olarak kullanıldığı gibi, Kâbil ve Hâbil'e eşitliğinden dolayı gayr-ı munsarif olarak i'rab edilebilir. Şayet eşitlik bulunmazsa, Tâsin mim gibi terkibi mümkünse, sûre kelimesi de kendisine izafe edilirse mahki olur, nun'un fethi ile Hadramevt gibi mürekkeb olarak İ'rabı yapılır veya mûzekkerlik ve müennesliğini dikkate almak suretiyle, munsarıf ve gayrı munsarıf olarak, kendisinden Allah sivri sineği ve onun üstününü misal vermekten çekinmez..» (Bakara, 26.) âyetiyle karşılaştırıldığında bir müşkül ortaya çıkar. Halbuki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) adı geçen ayetteki sivrisinek ve onun üstündeki haşaratla darbı mesele muhalefet ederek daha aşağısı ile misal getirmiş ve şöyle demiştir. «Şayet dünya, Allah katında bir sivrisinek kanadı kadar değer taşımış olsaydı; Kâfire bundan bir yudum su dahi vermezdi»

Bazıları âyette geçen ***** kelimesinin «aşağılık» mânasında kullanıldığını söylerler. Bazıları «aşağılık» vasfını ***** ile ifade ederler. Böylece, müşkil gibi görünen mesele çözülmüş olur.

Hece harfleri dışında bir isimle isimlendirilen sûreler, el- Enfal, el-En'am, el-A'raf gibi elif-lamlı olarak gelirlerse mecrûr olurlar. Şayet elif-lâm, gelmez sûre kelimesi kendisine izafe edilmezse, ***** ve ***** misallerinde olduğu gibi gayrı munsarıfdırlar. Şayet sûre kelimesi izafe edilirse, eski hali üzere kalırlar. Ayrıca kendisinde gayrı munsarıflığı gerektiren bir durum varsa, ***** misalinde olduğu gibi yine gayrı munsarıf olur, aksi halde ***** ve ***** misalinde olduğu gibi munsarıf olur.

6- Kur’ân'ın Diğer İsimleri:

741 Kur’ân dört kısma ayrılmış, her kısma ayrı bir ad verilmiştir.

Ahmed b. Hanbel ve diğerleri Vâsile b. Esk'dan rivâyet ettiklerine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: «Bana, Tevrat yerine es-Seb'u'l-Tıval, Zebur yerine el-Mi-ûnincil yerine el-Mesânî verildi, el-Mufassal ile üstün kılındım.»

Buna dair geniş bilgi, bir sonraki bölümde verilcektir.

Sehavî «C e m â l u' l - K u r r â»da bazı selefin, şöyle dediğini nakleder: Kur’ân-ı Kerim'de; Medâyîn, Besâtîn, Makâsir, Arâis, Deyâbic ve Riyâd vardır. Meyâdini. Elif Lâm Mim ile, Besâtin'i Elif Lâm Râ ile, Mekâsir'i Hâmidât ile, Arâis'i sebbaha ile, Deyyabic'i Ali İmran ile, Riyad'ı mufassal ile başlayan sûrelerdir. Diğerleri de Kur’ân-ı; Tavâsim, Tavâsin, Âli Hâ Mîm ve Havâmîm dörde bölünmüşlerdir.

Buna şunları da ilâve ederim: Hâkim, İbn-i Mesûd'un şöyle dediğini rivâyet eder: Havamîm, Kur’ân'ın dîbâcıdır. Sehavî ise; Kavâiru'l-Kur’ân, eûzü besmele ile okunup kendisiyle sığınılan âyetlerdir. Âyetlere bu adın verilmesi, Âyete'l-Kürsî ve Muavvizeteyn gibi şeytanı ürkütüp uzaklaştıran âyetler olmasıdır. Ahmed b.Hanbel «M u s n e d»inde Muaz b. Enes'den merfu olarak yaptığı bir rivâyette İzz âyetinin ***** «Çocuk edinmeyen,... Allah'a hamdolsun...» (İsra, 11.1.) âyeti olduğunu söylemektedir.