34-9
Fakirin Fakirlikteki Âdâbı
İstemeksizin Kendisine Verileni Kabul Etmekte Fakir'in Riayet Edeceği Âdâb
Bişr el-Hafî derdi ki: 'Fakirler üç kısımdır. Bir fakir vardır ki ne dilenir, ne de kendisine verildiği zaman alır. Bu fakir, ruhânilerle İlliyyin'dedir.
Bir fakir vardır ki dilenmez, kendisine verildiğinde alır. Bu fakir, Firdevs cennetlerinde mukarrebîn'le beraberdir. Bir fakir vardır ki ihtiyaç anında dilenir. Bu fakir de ashâb-ı yemîn' den olan sıddîklarla beraberdir. Öyleyse bütün âlimler dilenmenin kötü olduğunda, ihtiyaca rağmen mertebe ve dereceyi düşürdüğünde ittifak etmişlerdir.
Şakîk el-Belhî, İbrahim b. Edhem Horasan'dan yanına geldiğinde ona şöyle dedi:
- Horasan'daki arkadaşlarını ne şekilde bıraktın?
- Onları şöyle bir durumda bıraktım: Eğer kendilerine verilirse şükrederler, verilmezse sabrederler.
İbrahim onları, dilenmeyi terketmekle. vasıflandırdığı zaman kendilerini övdüğünü zannetti.
- Ben de aynen senin dediğin gibi, Belh'teki köpekleri o şekilde bırakıp geldim.
- Ey Ebû İshak! O halde, sence fakir nasıl olmalı?
- Fakirler verilmezse şükreder, verilirlerse infak ederler.
Bunun üzerine İbrahim, Şakîk'in başını öpüp 'Doğru söyledin hocam!' dedi.
Madem ki durum budur, öyle ise dilenmek, şükür, sabır ve rıza hakkında hâl sahiplerinin dereceleri pek çoktur. Bu bakımdan âhiret yolunun yolcusuna bu dereceleri, bu derecelerin kısımlarını ve değişik durumlarını bilmek gerekir; zira bunları bilmediği takdirde, derecelerin düşüklerinden yücelerine çıkamaz.
Esfel-i sâfilîn'den a'lâ-yı illiyyîn'e yükselemez. Oysa insan 'ahseni takvîm' üzere yaratılmıştır. Sonra esfel-i safilîn'e gönderilmiştir. Sonra a'lâ-yı illiyyîn'e çıkmakla emrolunmuştur. Kim alçaklık ile yükseklik arasını ayırdetmeye güç yetiremiyorsa, asla terakkiye gücü yetmez.
Şüphe esasında bunu bilen hakkındadır; zira o bile bazen terakki edemez. Hallerin sahiplerine ise, sülûk esnasında bazen bir hâl galebe çalar ki o hâl, dilenmenin onların derecelerinde yükseltici bir rol oynamasını gerektirir. Fakat bu da ancak onların hallerine nisbeten böyledir; zira bu gibi ameller niyetlere bağlıdır.
Biri dedi ki: Ebû İshak Ahmed b. Muhammed en-Nûri'yi65 gördüm. Elini uzatır, bazı yerlerde halktan dilenirdi. Ben onun bu hareketini büyük bir hata sayıp kınadım. Cüneyd'e gelip onun bu durumunu söyledim. Cüneyd 'Bu sana tuhaf görünmesin! Zira en-Nûrî, halktan alıp halka vermek için dilenmiştir. Halkı sevap sahibi kılmak için dilenmiştir. Onlar, ona zararı dokunmadan ecir sahibi olurlar' dedi.
Sanki Cüneyd-i Bağdadî, bu sözüyle Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerîfine işaret etmiştir:
Verenin eli, yüce elin ta kendisidir. 66
Seleften biri şöyle demiştir: 'Veren el, malı alan eldir. Çünkü sevabı veren odur. Takdir onun içindir, onun aldığı mal için değildir'.
Sonra Cüneyd şöyle buyurmuştur: 'Teraziyi getir' dedi ve yüz dirhemi tarttı. Sonra bir avuç alıp o yüz dirhemin üzerine atarak dedi ki: 'Bunları al, en-Nûrî'ye götür!' Ben içimden dedim ki: 'Birşey, miktarı bilinsin diye tartılır. Cüneyd, hakîm bir kişi olduğu halde nasıl miktarı belli olmayan bir malı tartılan malakattı?' Utandığım için Cüneyd'e bu durumu sormadım. Keseyi alıp en-Nûrî'ye götürdüm. 'Teraziyi getir!' dedi. Yüz dirhemi tartıp aldı. "Bu fazlalıkları Cüneyd'e götür ve ona 'Ben senden artık hiçbir şey kabul etmem!' de" dedi. Böylece Cüneyd yüz dirhemden fazlasını geri aldı. Hayretim gittikçe arttı. Bu durumu en-Nûrî'ye sordum. Dedi ki: 'Cüneyd hakîm bir kişidir. İstiyor ki ipin iki tarafını da elde etsin. Yüz dirhemi nefsi için tarttı. Sonra tartısız olarak sadece Allah için bir avucu tartılanın üzerine attı. Ben ise Allah için olanı aldım. Cüneyd'in kendi nefsi için verdiğini geri çevirdim!' O parayı Cüneyd'e verdiğim zaman ağlayarak şöyle dedi: 'ınalını aldı, malımızı geri çevirdi. Yardım eden Allah'tır!'
Onların kalplerinin ve hallerinin nasıl saflaştığına dikkat ediyor musun? Allah için olan amelleri nasıl riyadan kurtulmuştur? Hatta onların her biri, konuşmadan arkadaşının kalbini müşahede eder. Fakat onlar kalplerin görüşmesi, sırların münâcatı ile konuşurlar. Bu da helâl yemenin, kalbi dünya sevgisinden boşaltıp bütün gayretiyle Allah'a yönelmenin neticesidir. Kim bunu, yolunu denemeden önce inkâr ederse, o kimse cahildir. Tıpkı müshil'in ilaç olduğunu içmeden inkâr eden bir kimse gibi. . .
Kim çok çalıştıktan sonra da vasıl olmayıp bu durumu inkâr ederse başkası da varamaz derse bu kimse tıpkı müshile benzeyen ilacı içen ve müsbet tesirini görmeyen bir kimse gibidir. Bu kimse, müshilin ilaç oluşunu inkâr eder. Bu kimsenin, cahilliği birincisinden daha hafifse de cehaletten doldurulmuş bir yükten uzak değildir. Belki basîret sahibi, iki kişiden biridir: Ya âhiret yoluna devam etmiş, başkalarına belirdiği gibi ona da belirmiştir. Bu kimse zevk ve mârifet sahibidir ve Ayn'el-yakîn derecesine vâsıl olmuştur, veya âhiret yolunda yürüyememiş veya yürümüş de hedefe varamamıştır. Fakat ona îman etmiş onu doğrulamıştır.
Bu kimse de 'ilm'el-yakîn' sahibidir. Bu kimse her ne kadar 'ayn'el-yakîn' derecesine varmamışsa da 'ilm'el-yakîn'de bir rütbesi vardır. Bu rütbe 'ayn'el-yakîn' rütbesinden aşağı olsa bile yine de bir rütbedir. Kim 'ilm'el-yakîn' ve ayn'el-yakîn'den uzak ise, o kimse, Mü'minler zümresinin haricindedir. Kıyâmet gününde inkâr edici ve mütekebbir olanlarla beraber haşredilir. Onlar öyle inkâr ediciler ki zayıf kalpleri ölü ve şeytanın tâbileridir. Bu bakımdan Allahü teâlâ'dan dileğimiz, bizi ilimde rasih olup 'Ona îman ettik, hepsi rabbimizden gelmiştir. Ancak akıl sahipleri bunu anlarlar' diyenlerden eylemesidir.
65) Bağdad'da doğdu ve büyüdü. Aslen Begavîlidir. Cüneyd'in çağdaşlarındandı. H. 295'de vefat etmiştir .
66) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)
34-10
Zühd'ün Hakikati
Zühd'ün Hakîkati, Fazileti, Dereceleri, Kısımları; Yemek, Elbise, Mesken, Ev Eşyası Hususunda Zühd'ün Tafsilâta, Geçim Çeşitleri ve Zühd'ün Alâmeti
Zühd, dünyada, sâlihlerin şerefli makamlarından birisidir. Diğer makamlar gibi bu makam da ilim, hal ve amel'den oluşur; zira îmanın bütün kapıları selefin dediği gibi akd, söz ve amel'e açılır; yani bunlar etrafında dönüp dolaşır. Şöyle ki; burada adeta söz, hâl'in ortaya çıkması için, onun yerine geçmiştir; zira onunla bâtın (gizli) bir hal ortaya çıkar. Yoksa burada bizzat söz'ün kendisi kastedilmemiştir. Bir hal'den sâdır olmayan (çıkmayan) söz'e 'îman' değil 'islâm' adı verilir. İlim, hal hakkında 'sebeb'in ta kendisi olup meyve veren (ağaç) gibidir. Hal'in amel kısmı ise, meyve yerine geçer. Bu bakımdan biz hal'i, ilim ve amel 'den ibaret olan iki tarafıyla birlikte ele alalım.
Hâl'den gayemiz; zühd diye adlandırılan şeydir. Bu da bir şeyden yüz çevirip onu kendisinden daha hayırlı olan bir başka şeye döndürmekten ibarettir. Bu bakımdan bir bedel, alış veriş veya başka şeyler karşılığında herhangi bir şeyden dönüp daha başka bir şeye yönelen kimse, ancak birincisinden vazgeçtiğinden dolayı dönmüş olur. İkincisine ancak rağbeti olduğundan dolayı yönelmiştir. Bu bakımdan kendisinden vazgeçilen şey açısından bakılan hale zühd adı verilir. Kendisine yönelinen şey açısından da rağbet ve hubb adını alır. Zühd hali, bir şeyden yüz çevirerek ondan daha hayırlı bir şeye yönelmektir. Ancak kendisinden yüz çevirilerek vazgeçilen şey'in de rağbet edilen bir yanının bulunması şarttır. Yoksa zaten rağbet edilmeyen bir şeyden yüz çeviren kimseye zâhid denilmez; meselâ taş, toprak ve benzerlerini terkeden kimseye zâhid adı verilmez. Ancak dirhem ve dinarları (paraları) terkeden kimseye zâhid denir.
Çünkü toprak ve taş, rağbet edilen şeyler değildir. Kendisine yönelinen şey'in şartı ise, kişinin nezdinde, terkedilen şey'den daha hayırlı olmasıdır ki bu rağbet galebe çalsın! Bu bakımdan bir satıcı, satışa ancak alınan mal, satılan maldan daha hayırlı ise yönelir. Bu durumda satıcının hali, satılan mal açısından zühddür. O malın bedeli, yani alınan açısındansa rağbet etmek ve sevmektir.
Onu değersiz bir fiyat ile birkaç paraya sattılar. Onlar ona karşı isteksiz (zâhid) idiler. (Yûsuf/20)
Ayetin mânâsı, 'onu sattılar' demektir; zira 'şirâ' tabiri satış mânâsını ifade eder. Hazret-i Yûsuf'un kardeşlerinin, onun hakkında zâhidlikle vasıflandırılmaları şu sebepten ileri gelmektedir: Onlar babalarının sevgisinin sadece kendilerine kalmasını istiyorlardı. Bu durum, onların katında Yûsuf'tan daha sevimli idi! Bu bakımdan karşılığında alacakları şeye tamah ederek kendisini sattılar. Kim âhiret karşılığında dünyayı satarsa o, dünya hakkında zâhiddir. Kim de dünya karşılığında âhireti satarsa, o da âhiret hakkında zâhiddir. Fakat, 'zühd' isminin yalnızca dünya hakkında zâhidlik yapanlar için kullanılması âdet olmuştur. Tıpkı dilde mutlak meyletme mânâsına gelen 'ilhad' tabirinin, sadece bâtıla meyledenler hakkında kullanılması gibi.
Zühd, sevilen bir şeyden yüz çevirme olduğuna göre bu durum ancak ondan daha sevimli birşeye yönelme şeklinde düşünülebilir. Aksi takdirde, sevilen bir şeyi, daha sevimli olmayandan ötürü bırakmak imkansızdır. Allah'tan başka her şeyden, hatta cennetlerden bile yüz çevirerek, O'ndan başkasını sevmeyen kimse, mutlak mânâda zâhiddir. Dünya zevklerinden yüz çevirip de âhiretin bunlara benzer zevklerinden yüz çevirmeyen, bilakis hûrilere, köşklere, nehirlere ve meyvelere rağbet eden kimse de zâhiddir; fakat derece bakımından birincisinden eksiktir. Böyle bir kimse dünya nasiblerinden bir kısmını terkeden; meselâ mevkî hırsını bırakmayıp da malı bırakan veya çok yemeyi terkedip de süsü terketmeyen kimse gibidir. Bu gibi kimseler zahd-i mutlak ismine müstehak olamaz. Böyle bir kimsenin derecesi, günahlarının bir kısmına tevbe eden kimsenin tevbekârlar arasındaki derecesi gibidir. Bu zühd, sıhhatli (sahih) bir zühddür; tıpkı günahlardan bazılarına tevbe etmenin sahih oluşu gibi; zira tevbe mahzurluları, zühd ise, nefsin payı olan mübahları terketmekten ibarettir.
Mübahların bir kısmını terketmeye güç yetirip bir kısmına güç yetirememek, uzak bir ihtimal değildir. Bu durum mahzurlular hakkında da aynen geçerlidir. Her ne kadar mahzurlular hakkında zühd göstermiş ve onlardan yüz çevirmişse de yalnızca mahzurluları terkeden kimseye zâhid denilmez. Fakat bu ismin, mübahları terketme hususunda kullanılması âdet olmuştur. Bu duruma göre zâhidlik, âhirete yönelmek için dünyadan yüz çevirmekten veya Allah'a yönelmek için O'nun gayrisinden yüz çevirmekten ibarettir. Bu, en yüce derecedir. Yapılmak istenilen şeyin, yapmak isteyen nezdinde daha hayırlı olması şart olduğu gibi, kendisinden yüz çevrilen şeyin yapılabilir (güç yetirilebilir) olması da şarttır. Çünkü yapılamayan bir şeyi terketmek mümkün değildir. Rağbetin kesilmesi ise ancak terketme sayesinde ortaya çıkar.
İbn-i Mübârek, kendisine 'Ey zâhid!' diye seslenen birisine şunları söylemiştir: 'Zâhid, Ömer b. Abdülazîz'dir; zira dünya ister istemez kendisine geldiği halde o dünyayı terketti. Ben ise hangi şey hakkında zâhidlik yapabilirim? (Benim birşeyim yok ki onu terkedebileyim) '
Bu hali doğuran ilme gelince, bu, terkedilen şeyin alınan şey'e oranla daha değersiz olduğunu bilmektir. Tıpkı bir tüccarın, aldığı paranın, sattığı maldan daha hayırlı olduğunu bilmesi ve bu satışa rağbet etmesi gibi.
Bunu bilmedikçe tüccarın, elindeki maldan vazgeçerek onu satması düşünülemez. Allahü teâlâ nezdindeki nimetlerin ebedî, âhiret zevklerinin de daha değerli ve daimî olduğunu bilen kimsenin hali de böyledir. Bu durum, tıpkı mücevherlerin buzdan daha hayırlı ve bâki olduğunu bilen kimsenin durumuna benzer. Bu durumda, elindeki buzları, mücevher ve inciler karşılığında satması kişiye zor gelmez. İşte dünya ve âhiret de bunun gibidir. Dünya güneşe konulan bir buzdur. Durmadan erir ve nihayet yok olur. Âhiretse yok olmayan mücevher gibidir. Bu bakımdan kişi, dünyayı âhiretle değiştirme alışverişinde yakîni ve dünya ile âhiret arasındaki büyük farkı bilmesi nisbetinde, sahip olduğu herşeyden vazgeçebilir.
Allah, kendi yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen Mü'minlerden canlarını ve mallarını, cennet onların olmak üzere satın almıştır. (Tevbe/111)
Sonra Allahü teâlâ, onların bu alışverişlerinin çok kârlı olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur:
O halde, yaptığınız bu hayırlı alışverişten dolayı sevinin. Gerçekten bu çok büyük bir başarıdır. (Tevbe/111)
Zühd konusunda ahire tin daha hayırlı ve devamlı olduğunun bilinmesi kâfidir. Bu durumu, dünyayı terketmeye güç yetiremeyen kimse de bilir! Böyle kimselerin dünyayı terketmeyişi ya ilminin ve yakîninin zayıflığından veya şehvetin kendisini istilâ edip şeytana mağlup olmasından veya onun nasıl olsa önünde daha çok zaman var şeklindeki yalancı va'dlerine aldanmaktan ileri gelir. Böylece ölüm gelip çatar; fırsatı kaçırdıktan sonra, elinde, pişmanlıktan başka birşey kalmaz! Dünyanın değersizliğine şu ayetle işaret edilmektedir:
De ki: "Dünya geçimi azdır'. (Nisâ/77) Âhiretin daha hayırlı olduğuna ise şu ayetle işaret edilmiştir:
Kendilerine ilim verilenler, ' (Ey Karûn gibi dünyayı isteyenler!) Yazıklar olsun size! Îman edip sâlih amel işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır' dediler. (Kasas/80)
Bu şekilde Allahü teâlâ, mücevherin daha hayırlı oluşunu bilmenin, karşılığında verilen şeyden yüz çevirmenin biricik sebebi olduğuna dikkat çekmektedir. Zühd ancak sevileni, ondan daha sevimli birşey karşılığında bırakmak olarak düşünüldüğü içindir ki bir zât duasında şunları söylemiştir: 'Yarab! Dünyayı bana, sen nasıl görüyorsan öyle göster!' Bunu duyan Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ona şöyle buyurmuştur:
Böyle deme! Bunun yerine 'Yarab! Dünyayı bana, sâlih kullarına gösterdiğin gibi göster!' de!67
Bunun hikmeti şudur:
Allahü teâlâ dünyayı olduğu gibi hakir görür. Aynı zamanda Allah'ın celâline nisbetle her mahluk da hakirdir. Kul ise dünyayı, ancak kendi nefsi açısından daha hayırlı olan şeylere nisbetle hakir görür. Atını satan bir kimsenin, atından ne kadar bıkmış olursa olsun onu meselâ haşereler derecesinde görmesi düşünülemez. Çünkü kişi böceklere hiçbir zaman muhtaç olmaz. At'a ise zaman zaman muhtaçtır. Allahü teâlâ, zâtıyla, kendi dışındaki şeylerin (mâsivâ) hiç birine muhtaç değildir; onlardan müstağnidir. Bu bakımdan onların hepsini, celâline nisbetle bir derecede görür. Değişik görmesi, ancak başkasına nisbetledir. Zâhid ise değişikliği başkasına nisbetle değil, nefsine nisbetle görür. Zühd halinden doğan amel'e gelince bu, almak ile vermektir. Çünkü zühd, bir alışveriş ve muamele olup kıymet bakımından aşağı olanı verip daha hayırlısını almaktır. Nasıl ki alış veriş akdinden doğan amel, satılan malı terketmek, elden çıkarmak ve karşılığını almaksa, zühd de aynı şekilde hakkında zühd yapılan şeyin tamamen terkedilmesini gerektirir. Bu da sebepleri, mukaddimeleri ve bağlantılarıyla birlikte dünyanın tamamıdır.
Bu bakımdan zâhid, kalbinden dünya sevgisini çıkarır, oraya ibâdet sevgisini sokar. Kalbinden çıkardığını göz, el ve sair azalarından da çıkarır. Bu âzalar üzerine ibâdet vazifelerini yükler. Aksi takdirde malını, selef yoluyla verip bahasını almayan kimse gibi olur. Böyle bir kişi, yapmış olduğu alışverişe, ancak her iki tarafın şartı yerine gelirse sevinebilir; zira karşı taraf (satıcı) , ancak bu şartla sözünü yerine getirmiş demektir. Bu bakımdan elindeki malı, ortada olmayan bir mal için selef38 akdiyle veren ve elde bulunanı satıcıya teslim edip elde bulunmayanın arkasına düşen kimse, bu alacağını ancak satıcı, doğruluğuna, kudretine ve sözüne güvenilir bir kimse ise alabilir. Dünyayı elinde tuttuğu sürece kişinin zâhidliği asla doğru olamaz.
Bunun içindir ki Allahü teâlâ, her ne kadar 'muhakkak Yûsuf ve bir kardeşi Bünyamin, babamızın yanında bizden daha sevimlidir' demişler ve Yûsuf'u uzaklaştırdıkları gibi Bünyamin'i de uzaklaştırmaya azmetmişler ise de, Yûsuf'un kardeşlerini, Bünyamin hakkında zâhidlikle vasıflandırmamıştır. Öyle ki içlerinden biri, ricacı olduğu için Bünyamin uzaklaştırılmamıştı. Yine Allahü teâlâ onları, Hazret-i Yûsuf'u kuyudan çıkarmaya azmettikleri zaman da zühd ile vasıflandırmamıştır. Bilakis onu teslim ettikleri ve sattıkları anda kendilerini Yûsuf hakkında zâhidlikle nitelendirmiştir.
Bu bakımdan rağbetin alâmeti elde tutmak, zühdün alâmeti ise elden çıkarmaktır. Dünyanın bir kısmını elden çıkaran kimse, sadece onun hakkında zâhid olur; mutlak zâhid olmaz. Eğer malın yok ve dünya da sana yardım etmiyorsa, sende zühd diye birşey tasavvur olunamaz; zira insanın sahip olmadığı bir şeyi terketmesi düşünülemez. Çoğu zaman şeytan seni aldatır ve sana 'Her ne kadar eline geçmemiş ise de sen dünya hakkında zâhidsin!' vehmini verir. O halde Allah'tan kuvvetli bir söz ve yardım elde etmedikçe, şeytanın aldatma ipiyle sarkmaman gerekir. Terketmeye gücün yettiği sıradaki halini denemedikçe malı terketme kudretine güvenme; zira nice kimse vardır ki günah işleyemediği zaman nefsinin günahtan nefret ettiğini zanneder. Ancak halktan korkusu olmaksızın ve bir mâni bulunmaksızın günah yolları kolaylaşıp günaha dalar.
Nefsin, mahzurlular hakkındaki aldatması bu olduğuna göre mübahlar hakkındaki sözüne güvenmekten de sakın! Nefsinin doğru olup olmadığına, kudretli olduğu sırada kendisini defalarca denedikten sonra karar ver. Bu durumda daima sözünü yerine getiriyorsa günahtan çevirecek gizli açık mâniler ve özürler de yoksa, ona (nefse) azıcık güvenmekte bir beis yoktur. Bununla birlikte yine de onun aldatmasından sakınmalısın! Çünkü o sözünden çabucak cayan ve tabiatının isteklerine hemen dönen bir mahlûktur. Kısacası insan, nefisten ancak gücü yettiği sırada terkettiğine nisbetle ve yalnızca terk anında emin olabilir.
İbn Ebî Leylâ, İbn Şübrüme'ye69 İbn Hâik'e (Ebû Hanîfe'ye) ne dersin? Biz hangi meselede fetva versek mutlaka bizim fetvamızı yüzümüze çarpıyor' dedi. Bunun üzerine İbn Şübrüme 'O İbn Hâik midir değil midir, bilmiyorum; fakat bildiğim birşey vardır: Dünya onun üzerine akın ettiği halde o dünyadan kaçtı. Oysa biz, bizden kaçtığı halde dünyanın peşine düştük' karşılığını verdi.
Hazret-i Peygamber'in devr-i saadetinde bütün müslümanlar 'Biz rabbimizi seviyoruz. Şayet O'nun sevgisini ne ile elde edeceğimizi bilmiş olsaydık, onu yapardık' dediler. Bunun üzerine şu âyet-i celîle nâzil oldu:
Eğer onların üzerine 'Nefislerinizi (cihad için) öldürün!' yahut 'Yurtlarınızdan çıkın!' diye yazmış olsaydık (böyle bir farziyet yükleseydik) , içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı. (Nisâ/66)
İbn Mes'ûd şöyle diyor: "Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir keresinde bana ' Sen o azlardansın!' buyurdu. Şu âyet nâzil oluncaya kadar, içimizde dünyayı seven birinin bulunduğunu bilmezdim:
Kiminiz dünyayı, kiminiz de âhireti istiyordu. (Âl-i İmrân/152)
Maldan vazgeçmek, cömert bir şekilde dağıtmak, onu kalpleri kazanmak için veya başka bir şeye tamahla vermek zâhidlikten değildir. Çünkü bütün bunlar iyi âdetlerden olmakla birlikte hiç birinin ibadetlerde bir dahli yoktur. Zühd ancak âhiretin güzelliğine nisbetle hakîrliğini bildiği dünyayı terketmektir. Terkin her çeşidi, âhirete îman etmeyen kimselerde de görülebilir. Malı terketmek bazan mürüvvet, erkeklik, cömertlik ve güzel ahlâk olur.
Fakat zâhidlik olmaz; zira güzel bir nam bırakmak ve kalpleri kazanmak geçici zevklerdendir. Bu, maldan daha zevkli ve daha tatlıdır. Malı, karşılığına tamah ederek, selem yoluyla terketmek zâhidlik olmadığı gibi, anılmaya, övülmeye, cömerdlikle tanınmaya tamah ederek veya korunmasında meşakkat ve sultanlara zillet göstermek olduğundan yani malı bir ağırlık olarak gördüğünden dolayı terketmek de asla zâhidlik değildir. Zâhid, dünya, ister istemez kendisine geldiği, mertebesi eksilmeksizin, adı kötüye çıkmaksızın ve nefsin hiçbir nasibi elden kaçmaksızın dünyadan faydalanmaya kâdir olduğu halde, dünyayı sadece ona alışma, Allah'tan başkasıyla yakınlık kurma korkusu ile dünyayı terkeden kimsedir.
Allah'tan başkasına sevgi duymamak, Allah'ın sevgisine hiç kimseyi ortak etmemek için veya âhirette Allah'ın vereceği sevap karşılığında terkeden kimsedir. Bu bakımdan bu kimse, cennet içkilerine karşılık dünya içkilerinden faydalanmayı, elâ gözlü cennet kadınlarına karşılık cariye ve kadınlarla zevk ü safa sürmeyi, cennetin bostan ve ağaçları karşılığında dünyanın bahçe ve mesire yerlerinde gezmeyi, cennetin süsleri karşılığında dünya süsleriyle süslenmeyi, cennetin meyvelerine karşılık dünyanın lezzetli yiyeceklerini terketmiştir.
Dünya hayatınızda bütün güzel şeylerinizi zâyi ettiniz ve bunlarla safa sürüp bunları tükettiniz. (Ahkaf/20)
Zâhid, dünyayı, âhirette kendisine böyle denilmesinden korktuğu için terketmiştir. Bu bakımdan zâhid bütün bunlarda, cennette kendisine va'dedilen nimetleri dünyada peşin olarak verilene tercih etmiştir. Çünkü o âhiret nimetlerinin daha hayırlı ve geçerli olduğunu; bunun dışındakilerin dünyevî işler olup âhirette asla fayda vermeyeceklerini bilir.
67) Deylemî
68) Selem veya selef alış verişi, parayı peşin verip piyasaya üç ay sonra çıkacak bir malı, tarafların anlaştıkları bir fiyatla almak demektir.
Selem'in hangi durumlarda caiz olmadığı hususunda bkz. el-Fıkhu ale'l-Mezâhib'il-Erbaa, Alış-verişler bölümü.
69) Birincisinin adı Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Leylâ'dır. Kûfe kadısıydı. H. 48'de vefat etmiştir, İbn Şübrüme'nin tam adı ise Abdullah b. Şübrüme b. et-Tufeylî b. Hassan ed-Dübbî'dir. O da Kûfe kadısıydı ve güvenilir bir fakih idi. H. 44'te vefat etmiştir.
34-11
Zühd'ün Fazîleti
Âyet-i Kerîmeler
(Kârun) zînet ve ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler 'Keşke Kârun'a verilenin bir benzeri de bize verilseydi. Gerçekten onun büyük şansı var' dediler. Kendilerine ilim verilenler ' (Ey Kârun gibi dünyayı isteyenler!) Yazıklar olsun size! Îman edip sâlih amel işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır' dediler. (Kasas/79-80)
Burada görüldüğü gibi, Allahü teâlâ zühdü âlimlere nisbet etmiş ve zâhid kimseleri ilimle vasıflandırmıştır. Bu, medhin en yüksek derecesidir.
İşte onlara sabırlarından dolayı mükâfatları iki kat verilecektir. (Kasas/54)
Bu âyet 'Dünyada, zâhidlik üzerinde sabrettiler' diye tefsir edilmiştir.
Biz yeryüzündeki şeyleri kendisine bir süs yaptık ki insanların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim. (Kehf/7)
Bu ayetin mânâsı hakkında şöyle denilmiştir: 'İnsanların hangisinin dünyada daha zâhid olduğunu imtihan edelim' demektir. Bu bakımdan Allahü teâlâ, bu tefsire göre zâhidliği 'en güzel amellerden' olmakla tavsif etmiştir.
Kim âhiret sevabını isterse onun sevabını artırırız, kim de dünya menfaatini isterse, ona da ondan veririz. Fakat âhirette ona hiçbir nasip yoktur. (Şûra/20)
Onlardan bir kısmına, kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha devamlıdır. (Tâhâ/131)
Onlar dünya hayatını âhirete tercih ederler. Allah yolundan alıkoyarlar ve onun eğrilmesini isterler. İşte onlar uzak bir sapıklık içine düşmüşlerdir. (İbrahim/3)
İşte Allahü teâlâ kâfirleri bunlarla vasıflandırmıştır. Bu ayetlerin mefhumu; bunların zıddıyla sıfatlanıp âhireti dünya hayatına tercih edenlerin Mü'min olduklarıdır.
Hadîsler
Dünyanın kötülüğü hakkında vârid olan haberler çoktur. Biz bir kısmını Mühlikât bölümünün 'Dünyanın Zemmi' kısmında zikretmiştik; zira dünya sevgisi mühlikâttandır. Biz şimdilik sadece dünyadan nefret etmenin faziletini belirteceğiz. Çünkü dünyadan nefret etmek 'münciyât'dandır. Zâhidlikten de zaten bu kastedilir.
Kim gayesi dünya olduğu halde sabahlarsa, Allah onun işini dağıtır. Onun derli toplu olan işini paramparça eder ve fakirliğini iki gözünün arasına koyar! Ona dünyadan ancak, Allah tarafından kendisi için yazılan gelir. Kim gayesi; âhiret olduğu halde sabahlarsa, Allahü teâlâ onun himmetini bir araya toplar. Onun derli toplu işini parçalanmaktan korur. Zenginliğini kalbinde kılar. Dünya mecbur olduğu halde, kendisine gelir (ya da gelsin!) 70
Kula dünyada, zühd ve susmak verilmişse ona yaklaşın. Çünkü o, hikmeti telkin eder.
Allah dilediğine hikmeti ihsân eder. Kime hikmet verilmişse, ona çok hayır verilmiştir. (Bakara/269) 71
Bu sırra binaen denildi ki: 'Kim kırk gün dünyada zâhidlik yaparsa, Allahü teâlâ, hikmet pınarlarını onun kalbine akıtır ve dilini onlarla konuşturur'.
Ashâb-ı kirâmın birinden şöyle rivâyet edilmiştir: Biz Allah'ın Rasûlü'ne şöyle sorduk:
- Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanların hangisi daha hayırlıdır?
- Kalbi mahmum ve dili doğru olan Mü'mindir.
- Ya Rasûlüllah! 'Kalbi mahmum'un mânâsı nedir?
- O muttakî ve tertemiz olan insandır. O'nun kalbinde ne hile, ne dalavere, ne zulüm ve ne de hased bulunur.
- Ey Allah'ın Rasûlü! Böyle bir kimsenin kim izinde gider?
- Dünyaya buğzedip, âhireti seven kimse!72
Hadîsin mefhumu 'İnsanların en şeriri o kimsedir ki dünyayı sever' demektir.
Allah'ın Rasûlü yine şöyle buyurmuştur:
Eğer Allah'ın seni sevmesini istersen dünya hakkında zâhid ol!73
Görüldüğü gibi; dünya zühdünü, Allah'ın sevgisine sebep kılmıştır. Bu bakımdan Allah kimi severse o, derecelerin en yücesindedir. O halde dünyadaki zühdün, makamların en üstününden olması gerekir. Bu hadîsin mefhumu da 'Dünyayı seven bir kimse Allah'ın buğzuna mâruzdur' demektir.
Ehl-i Beyt yoluyla gelen bir haber şöyledir:
Zahidlik ile takva her gece İnsan oğlunun kalbini gezip kontrol eder. Eğer içinde îman ve haya bulunan bir kalbe tesadüf ederse, orada ikamet ederler. Aksi takdirde giderler!74
Hârise b. Mâlik el-Ensârî 'Ben hakîkaten Mü'minim!' dediğinde Hazret-i Peygamber ona 'Peki îmanın hakîkati nedir?' diye sordu. Hârise 'Ben nefsimi dünyadan kopardım. Öyle ki benim nezdimde dünyanın taşları ile altınları eşittir! Sanki ben cennet ve cehennemi, rabbimin arşını bariz bir şekilde görüyorum' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
Sen tanımışsın öyle ise yapış! (O) öyle bir kuldur ki Allah onun kalbini îman ile nûrlandırmıştır. 75
Îman hakîkatini belirtmeye, nefsin dünyadan ayrılmasıyla başladığına, onu yakînle eşit tuttuğuna ve 'O bir kuldur ki Allah onun kalbini imanla nûrlandırmıştır' demek sûretiyle onu nasıl tezkiye ettiğine dikkat et!
Allah kime hidayet etmeyi dilerse, onun göğsünü İslâm'a açar. (En'âm/125)
'Âyet-i kerîmedeki şerh kelimesinin mânâsı nedir?' diye sorulunca,
cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Nûr bir kalbe girdiği zaman, göğüs onun için açılıp genişler!' Dediler ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bunun bir alâmeti var mıdır?'
Evet! Aldatma evinden uzaklaşmak, ebediyyet evine dönüş yapmak, gelmeden önce ölüme hazır olmaktır. 76
Hazret-i Peygamber'in 'aldatma evinden uzaklaşmaktan' ibaret olan zâhidliği 'İslâm'ın hakîkatinin şartı' olarak göstermesine dikkat et!
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Gereği gibi Allah'tan haya ediniz! Haya etmek öyle değildir. Siz, içinde (daima) oturmayacağınız evleri yapıyor, yemeyeceğiniz yemekleri topluyorsunuz. 77
Hazret-i Peygamber, böyle yapmanın Allah'tan haya etmeye zıd olduğunu beyan etti. Hazret-i Peygamber'in huzuruna bazı elçiler geldiler. 'Siz necisiniz?' diye sorduğunda dediler ki: 'Biz Mü'minleriz!' Hazret-i Peygamber 'İmanınızın alâmeti nedir?' diye sordu. Onlar 'Belâ anında sabretmek, genişlikte şükretmek, kaza oklarına rıza göstermek, düşmanlara musibet geldiğinde sevinmeyi terketmek' dediler.
Hazret-i Peygamber şöyle dedi:
Eğer öyleyseniz yemeyeceğiniz şeyleri toplamayın. İçinde durmayacağınız binayı inşa etmeyin. Kendisinden göç edip bırakacağınız şey hakkında dalaşmayın. 78
Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber zühdü, îmanın tamamlayıcısı kılmıştır.
Câbir (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'in hutbesinde şöyle dediğini naklediyor: 'Kim içine hiçbir şey katmaksızın 'Lâ ilâhe illâllah' ile Allah'ın huzuruna gelirse, ona cennet vâcib olur'. Bunun üzerine Hazret-i Ali ayağa kalkıp dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Annem ve babam sana fedâ olsun! Katmaksızın 'Lâ ilâhe illâllah' demenin mânâsı nedir? Bunun bize vasıflandırıp tefsir et!' Allah'ın Rasûlü şöyle buyurdu:
O, dünyayı talep etmek ve peşine düşmek cihetinden dünya sevgisidir. Bir kavim vardır ki peygamberlerin dediğini söyler, fakat zâlimlerin amelini işler. Bu bakımdan kim içinde hiç birşey olmadığı halde, 'Lâ ilâhe illâllah' ile (Allah'ın huzuruna) gelirse, ona cennet vâcib olur. 79
Cömertlik yakîndendir. Yakîni olan bir kimse ateşe girmez. Cimrilik şektendir. Şekke düşen bir kimse cennete girmez. 80
Cömert, Allah'a, insana ve cennete yakındır. Cimri Allah'tan, insandan uzak ve ateşe yakındır. 81
Cimrilik, dünyaya rağbet etmenin, cömertlik de zâhidliğin meyvesidir. Meyveyi övmek, meyve veren ağacı övmek demektir.
İbn Müsayyib, Ebû Zer-i Gıfârî'den, Hazret-i Peygamber'in şu hadîsini rivâyet etmektedir:
Kim dünya hakkında zâhidlik gösterirse, Allah onun kalbine hikmeti sokar. Onun dilini o hikmetle konuşturur. Ona dünyanın hastalığını ve ilacını tanıtır. Onu saf ve selîm olarak dünyadan çıkarır. Selîm olarak cennete gönderir. 82
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , ashâbının arasında bulunduğu halde, yüklü develerin yanından geçti. Bu develer, Arapların nezdinde en sevimli ve en nefis mallardı. Çünkü bu develere hem binilir, hem etleri yenir, hem sütleri içilir, hem de tüylerinden istifade edilirdi. Bu develer, onların kalbinde, çok büyük mal olduğundan dolayı Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
On aylık gebe develer terkedildiği zaman. . . (Tevkî/4)
Hazret-i Peygamber, yüzünü develerden çevirip gözlerini kapattı. Kendisine 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu, bizim mallarımızın en nefisleridir. Neden bunlara bakmadın!' diye sorulunca
cevap olarak şöyle dedi: Allahü teâlâ beni onlara bakmaktan nehyetmiştir!' Sonra şu âyeti okudu:
Onlardan bir kısmına kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! (Tâhâ/131)
Mesrûk, Hazret-i Âişe'den şöyle rivâyet ediyor: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Neden Allah'tan yemek istemiyorsun ki sana yedirsin?' dedim ve Hazret-i Peygamber'de gördüğüm açlıktan dolayı ağladım. Bana dedi ki:
Ey Âişe! Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun! Eğer rabbimden dünyanın dağlarını beraberimde altın olarak akıtmasını istesem, muhakkak onları altın yapıp istediğim yere akıtır. Fakat ben, dünyanın açlığını doymaya, fakirliğini zenginliğine, üzüntüsünü sevgisine tercih ettim.
Ey Âişe! Muhakkak ki dünya ne Muhammed için, ne de Muhammed'in (aleyhisselâm) ailesi için uygun değildir. Muhakkak ki Allahü teâlâ, peygamberlerin ulu'l-azm olanları için, dünyanın sıkıntısına sabır göstermeye, dünyanın sevilen şeylerinin elden çıkmasına karşı sabır göstermelerine razı olmuştur. Allahü teâlâ benim için de onlara yüklediğini yüklemek isteyerek şöyle buyurmuştur:
O halde azim sahibi elçilerin sabrettikleri gibi sabret ve onlar hakkında (azap için) acele etme! (Ahkaf/35)
Allah'a yemin olsun! Allah'a itaat etmekten başka çıkar yol yoktur. Muhakkak ki ben, yemin ediyorum, ulu'l-azm peygamberlerin sabrettikleri gibi var kuvvetimle sabredeceğim. Kuvvet ancak Allah'tandır. 83
Hazret-i Ömer'den şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Ömer zamanında düşman memleketleri feth olunduğunda, kızı Hafsa kendisine 'Memleketlerin elçileri huzuruna geldiklerinde elbiselerin en yumuşağını giy! Hem kendin, hem de gelenlerin yemesi için nefis yemekler yapılmasını emret' dedi. Bunun üzerine, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle dedi: "Ey Hafsa! Kişinin halini herkesten daha iyi ailesinin bildiğini bilmez misin?' Hafsa 'Evet böyle olduğunu bilirim' dedi. Hazret-i Ömer 'O halde sen Hazret-i Peygamber'in şu kadar sene peygamber olarak durduğu halde gerek kendisinin, gerek aile efradının sabah yediklerinde akşam, akşam yediklerinde sabah aç kaldıklarını bilmez misin? Yine sen bilmez misin Hazret-i Peygamber, şu kadar sene peygamber olarak durduğu halde ne kendisi, ne de ehli, hurmadan bile doyasıya yemediler. Ta ki Hayber fetholuncaya kadar! Bilmez misin, Hazret-i Peygamber'e bir gün biraz yüksek bir tahta üzerinde yemek takdim ettiniz. Bu bile Hazret-i Peygamber'e ağır geldi. Hazret-i Peygamber'in beti benzi uçtu. Sonra emredip tahtayı kaldırttı. Yemeği daha alçak bir şeyin veya toprağın üzerine koyup yedi. Hazret-i Peygamber'in katlanmış bir aba üzerinde yattığını bilmez misin? Bir gece sen abayı dörde katladın o da üzerinde uyudu. Sabahladığı zaman 'Bu abadan ötürü beni gece ibâdetinden menettiniz. Onu daha önce ikiye katladığınız gibi ikiye katlayın' dediğini bilmez misin? Hazret-i Peygamber'in yıkansın diye elbisesini çıkardığını, Bilâl gelip namaz vaktini haber verdiği zaman, elbisesi kuruyuncaya kadar beklediğini, sonra giyip öylece namaza çıktığını bilmez misin? Bilmez misin, Hazret-i Peygamber için, Benî Züfer'den olan bir kadın, biri önlük, diğeri abâ olarak iki elbise yaptı. İkincisi daha bitmeden önce, birini Hazret-i Peygamber'e gönderdi. Hazret-i Peygamber, gelen elbiseye sarılarak namaza çıktı. Hazret-i Peygamber'in ondan başka elbisesi yoktu. İki tarafını boynuna bağlamış ve böylece namaz kılmıştı". Hazret-i Ömer, böylece kızı Hafsa'yı ve kendisini de sesli hıçkırıklarla ağlatıncaya kadar Hazret-i Peygamber'in menkıbelerini nakletti. Canının çıkacağını zannettiren bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağladı.
Bazı rivâyetlerde, Hazret-i Ömer'in sözünde bir fazlalık vardır. O da şudur: İki arkadaşım da aynı yolda gittiler. Eğer ben onların yolundan başka bir yola gidersem, onlardan ayrılmış olurum. Allah'a yemin ederim, onların şiddetli maişeti üzerinde sabredeceğim. Bu takdirde onlarla beraber onların lezzetli maişetine nail olmayı ümit edebilirim!
Ebû Saîd el-Hudrî Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder:
Benden önce geçmiş peygamberlerden biri fakirliğe mübtelâ olduğunda bir abadan başkasını giymezdi. Normal birini öldürecek derecede bîtâb (ve hasta) düşerdi. Bu durumla mübtelâ olmak ve kadere razı olmak onun için, size verilenin hoşunuza gitmesinden daha sevimli idi. 84
İbn-i Abbâs Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder:
Musa (aleyhisselâm) Medyen suyuna vardığı zaman zayıflığından dolayı (nerdeyse) yediği sebzelerin yeşilliği karnında görünürdü.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
- Dünya helâk olsun! Altın ve gümüşler helâk olsun!
- Ey Allah'ın Rasûlü! Allahü teâlâ bizi altın ve gümüşü istif etmekten menetti. O halde biz neyi azık edinelim!
Sizden biriniz zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve âhiret işinde yardımcı olan salih bir eş edinsin. 85
Huzeyfe Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder:
Kim dünyayı âhirete tercih ederse, Allah onu üç şey ile belalandırır: Ebediyyen kalbinden sıyrılmayan bir üzüntü! Hiçbir zaman kendisinden kurtulamayacağı bir fakirlik! Ve hiçbir zaman doymayan bir hırs!86
Kulun nezdinde bilmemek, bilmekten daha sevimli olmadıkça, îmanın kemâline eremez. Bir şeyin azlığı çokluğundan kendisine daha sevimli gelmedikçe de eremez. 87
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Dünya bir köprüdür. Üzerinden geçin, tamiriyle uğraşmayın!'
Hazret-i Îsa'ya denildi ki:
- Ey Allah'ın elçisi! Eğer bize, içinde Allah'a ibadet etmek için, bir mâbed yapmamızı emretsen ne güzel olur!
- Gidiniz! Su üzerine bir evin temelini atınız!
- Su üzerinde temel durur mu?
- O halde dünya sevgisiyle beraber ibâdet nasıl mümkün olur?
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Rabbim Mekke'nin Batha vadisini benim için altın yapmayı teklif etti. Ben 'Hayır! Ey rabbim! Ben bir gün aç, birgün tok yaşamak istiyorum. Aç olduğum günde sana yalvarır, iltica ederim, tok olduğum günde ise, seni överim' dedim. 88
İbn-i Abbâs'tan şöyle rivâyet edilmiştir: Hazret-i Peygamber birgün, beraberinde Cebrâîl olduğu halde, yürüyerek Safâ tepesine çıktı. Cebrâîl'e 'Ey Cebrâîl! Seni hak elçi olarak bana gönderen Allah'a yemîn olsun. Muhammed'in (aleyhisselâm) âli bir avuç kavut ve bir parça unları olmadığı halde akşamlıyorlar' dedi. Hazret-i Peygamber'in sözü daha bitmeden gökten korkunç bir gürültü işitti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber 'Allah kıyâmetin kopmasını mı emretti?' diye Cebrâîl'e sordu. Cebrâîl 'Hayır! Bu, İsrafil'dir. Konuşmanı duyduğu zaman (göklerden yanına indi!' dedi. Böylece İsrafil, Hazret-i Peygamber'in yanına indi ve şöyle dedi: 'Senin söylediğini Allah işitti. Bana yeryüzünün anahtarlarını vererek gönderdi. O anahtarları sana vermemi emretti. Eğer Tihame dağlarını zümrüt, yakut, altın ve gümüş yapmamı istiyorsan bunu yaparım. Dilersen padişah bir peygamber veya kul bir peygamber olarak yaşayabilirsin' dedi. Cebrâîl bu esnada Hazret-i Peygamber'e 'Rabbine tevazu et!' işaretinde bulundu. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber üç defa 'Kul bir peygamber olarak yaşamak istiyorum!' dedi.) 89
Allahü teâlâ, bir kula hayır irâde ettiğinde, onu dünya hakkında zâhid, âhiret hakkında istekçi kılar ve kendisine nefsinin ayıplarını gösterir. 90
Dünya hakkında zühde yapış! Bu takdirde Allah seni sever. Halkın elindeki servet hakkında zahid olursan halk seni sever. 91
Kim öğrenmeksizin ilim ve hidayet verilmesini Allah'tan dilerse o, dünya hakkında zâhid olsun!92
Cennete müstehak olan bir kimse hayırlara koşar. Ateşten korkan bir kimse şehvetlerden uzaklaşır. Ölümü bekleyen bir kimse lezzetleri terkeder. Kim dünya hakkında zâhid olursa musibetler kendisine kolay gelir!93
Hazret-i Peygamber'den ve Hazret-i Îsa'dan (Allah'ın selâmı ikisinin de üzerine olsun) şöyle rivâyet ediliyor:
Dört haslet vardır. İnsan ancak yorgunlukla onlara yetişebilir:
1. Sükut. Bu, ibâdetin başlangıcıdır.
2. Tevazû.
3. Fazla zikir.
4. Az mal!94
Dünyadan nefret etmenin güzelliği ve dünyayı sevmenin kötülüğü hakkında vârid olan bütün haberleri burada zikretmek mümkün değildir; zira peygamberler ancak insanları dünyadan çevirip âhirete yöneltmek için gelmişlerdir. Halka söyledikleri sözlerin çoğu bu husustadır. Bizim buraya kadar zikrettiklerimiz yeterlidir. Yardım eden Allahü teâlâ'dır!
70) İbn Mâce
71) İbn Mâce
72) İbn Mâce
73) İbn Mâce
74) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir, Fakat Zebidî hadîs'te haya ile îman' diye vârid olduğunu ve bu şekliyle Kut'ul-Kulûb'da bulunduğunu kaydetmektedir. (İthâfu's-Saâde, IX/336)
75) Bezzâr ve Taberânî
76) İbn-i Mübârek, Zühd
77) Bezzâr, Taberânî
78) Hâkim
79) Taberânî
80) Deylemî, (Ebu'd Derda'dan)
81) Tirmizî
82) İbn Eb'id-Dünya
83) Deylemî, Müsned'ul-Firdevs
84) İbn Mâce
85) Tirmizî
86) Taberânî, (İbn Mes'ûd'dan)
87) Ali b. Ma'bed'den
88) İmâm-ı Ahmed, Tirmizî, İbn Sa'd, Taberânî ve Beyhakî
89) Daha önce geçmişti.
90) Deylemî
91) Daha önce geçmişti.
92) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir
93) İbn Hıbbân
34-12
Zühdün Mertebe ve Dereceleri
Zühd kuvvetine göre üç mertebeye ayrılır:
Birinci Mertebe
En aşağı olan birinci derece, dünyayı istediği, kalbi ona meyyal olduğu ve nefsi dünyaya iltifat ettiği halde mücâhede ile dünyadan kaçınması ve zâhidlik yapmasıdır. Her ne kadar nefsi dünyaya meyyal ise de onunla cihad eder, onu alıkoyar, işte zâhidlik buna denir. Çalışma ve gayreti sayesinde zühd derecesine varan bir kimseye göre bu atılan ilk adımdır. Zühde meyyal bir kimse önce nefsini eritir, sonra kesesini. . .
Zâhid bir kimse ise, önce kesesini, sonra ibâdetle nefsini eritir. Evet zâhid, ayrıldığına karşı sabretmekle değil ibadetle nefsini eritir. Zâhidliğe kendisini zorlayan bir kimse ise tehlike ile karşı karşıyadır. Çünkü nefsi bazen galebe çalar, şehvet kendisini çeker, dünyaya ve istirahat etmeye ister az, ister çok olsun meyleder.
İkinci Mertebe
Dünyayı, istediği hedefe nisbetle hakir saydığından ötürü terkeden bir kimse, bir dirhemi iki dirhem için terkeden bir kimse gibidir. Böyle yapana, beklemek zorunda olsa bile bir dirhemi iki dirhem için bırakmak zor gelmez. Bu zâhid zühdünü görür, ona iltifat eder. Tıpkı mal satan bir tüccarın malı görüp bakması gibi. . . Öyle ki nefsini beğenip zühdüne hayran kalabilir. Zanneder ki kıymetli bir şeyi kıymetli birşey için terketmiştir! Bu durum da eksikliktir.
Üçüncü Mertebe
Bu, derecelerin en yücesidir. İsteyerek hem dünya, hem de zâhidliği hakkındaki şeylerden kaçınmasıdır. Böylece zâhidliğini görmez, bir şeyi terkettiğini de sanmaz. Çünkü dünyanın bir hiç olduğunu bilmiştir. Bu bakımdan çamurdan yapılmış çakılı terkedip cevheri alan kimse gibi olur. O cevheri hiçbir zaman çamurun karşılığı olarak görmez ve nefsinin birşeyi terkettiğini dedüşünmez. Allah'a ve âhiret nimetlerine nisbetle dünya, çamur parçasının mücevhere nisbetinden daha aşağıdır. İşte bu durum, zühdde kemâlin ta kendisidir. Bunun sebebi de mârifetin kemâlidir. Bu zâhid gibisi, dünyaya iltifat etmek tehlikesinden emindir. Tıpkı çamur parçasını mücevher karşılığı terkeden bir kimsenin bu alışverişten vazgeçmeyeceği gibi. . .
Ebû Yezid, Ebû Musa Abdurrahim'e96 'Hangi şey hakkında konuşursun?' diye sorunca cevap olarak 'Zühd hakkında!' dedi. 'Hangi şey hakkında zühd?' deyince de cevap olarak 'Dünya hakkında' dedi. Bunun üzerine Ebû Yezid elini sallayarak şöyle dedi: 'Zannettim ki o, birşey'in hakkında konuşuyor. Dünya ise birşey değildir. Onun nesi hakkında zühd yapılacaktır?'97
Dünyayı âhiret için terkedenin misâli mârifet ehli, kalbi mükâşefe ve müşahedelerle mamur olan kimselere göre padişahın kapısında bulunan ve kendisini kapıdan meneden bir köpekle karşı karşıya kalanın misâli gibidir. O kimse köpeğe bir lokma ekmek atar. Köpek o ekmekle meşgul olur. O da içeri girip padişaha yaklaşma şerefine nail olur. Öyle ki işini padişahın bütün memleketinde geçerli kılar. Acaba böyle bir kimsenin padişahın köpeğine atmış olduğu bir lokma ekmek karşılığında, padişah katında bu dereceye erdiği düşünebilir mi?
Bu bakımdan şeytanda Allah'ın kapısında bir köpektir. Halkı içeri girmekten meneder. Oysa kapı açık, perde aralıdır. Dünya da bir ekmek lokması gibidir. Eğer yersen, onun lezzeti sadece çiğnerkendir. Yutmakla sona erer. Tortusu midede kalır. Sonra tortu pisliğe dönüşür. Sonra da o tortuyu çıkarmaya mecbur olur. O halde padişahlık izzetine nail olmak için onu terkeden bir kimse, ona nasıl bir daha iltifat eder? Bütün dünya, yüz sene bile yaşasa bir şahsın dünyadan elde ettiği şey âhiret nimetine göre bir Lokmânın dünya padişahlığına nisbetinden daha azdır. Zira sonlu olan bir şeyi sonsuz olana nisbet etmek olmaz. Dünya yakında sona erer, hatta kaygusuz bir insan için bir milyon sene devam etse bile. . . Yine ebedî nimete nisbet edilemez. Yaşamanın müddeti kısa, dünya lezzetleri karmakarışık olduğu halde, nasıl ebedî nimete nisbet edilebilir? Öyleyse, zâhid zühdüne iltifat etmez. Eğer hakkında zâhidlik yaptığı şeye iltifat ederse onu kıymetli birşey olarak gördüğü için iltifat eder. Onu kıymetli birşey olarak görmesi de mârifetinin kusurluluğundan ileri gelir. Bu bakımdan zühdün eksikliğinin sebebi mârifet eksikliğidir. Buraya kadar söylediklerimiz, zühd derecelerinin değişik olmasıdır.
Bunların her birinde de çeşitli dereceler vardır; zira zühde kendisini zorlayan bir kimsenin sabrın zorluğuna dayanması ve sabırdaki meşakkati nisbetinde çeşitlidir. Zühdüne hayranlıkla bakanın derecesi de zühde iltifat etmesi nisbetindedir.
Rağbet edilen şeye nisbetle zühdün bölünmesine gelince, bu da üç derecedir.
Birinci Derece
Bu en alt derecedir. İstenilen şey; ateş, kabir azabı, hesap münakaşası, sırat tehlikesi ve kulun önünde bulunan diğer korkular gibi elemlerden kurtulmaktır. Nitekim bu hususlar hakkında haberler varid olmuştur; kişi, hesap için durdurulduğunda susamış yüz deveye yetecek kadar ter akar. İşte zühdün bu derecesi, bu gibi dehşetlerden korkanların zühdüdür. Sanki bunlar acıdan kurtulmak için, yokluğa razı olmuşlardır, zira elemden kurtulmak mAhz â yoklukla mümkün olur.
İkinci Derece
İkinci derece Allah'ın sevabına, nimetine, cennette va'dedilen hûriler, köşkler ve benzeri lezzetlere rağbet ederek zâhidlik yapmaktır. Bu tür zâhidlik, ümit edenlerin zühdüdür. Zira bunlar yokluğa kanaat ederek, elemden kurtulmak için dünyayı terketmemişlerdir. Aksine daimî bir varlığa, sonsuz bir nimete tamah ederek terketmişlerdir.
Üçüncü Derece
Derecelerin en yücesi olan bu derece, kişinin Allah'a mülâki olmaktan başka bir hedefinin olmamasıdır. Bu bakımdan kalbi elemlere bakmaz ki onlardan kurtulmayı istesin, lezzetlere iltifat etmez ki onları elde etmeyi kasdetsin. Aksine emeli Allah ile olmaktır. O, öyle bir kimsedir ki hedefi bir noktaya yöneldiği halde sabahlamıştır. O, Allah'tan başkasını istemeyen gerçek bir muvahiddir. Çünkü Allah'tan başkasını isteyen bir kimse, başkasına ibâdet etmiştir! Her istenilen mâbuddur. Her isteyen de, isteğine nisbetle âbiddir. Allah'tan başkasını talep etmek gizli şirktir. Bu zühd, muhiblerin zühdüdür. Onlar âriflerin ta kendisidir. Çünkü ârif kişi, Allah'tan başkasını sevmez.
Ancak tanıdığını sever. Dinar ile dirhemi tanıyıp ikisini bir araya getirmeye gücü olmadığını bilen bir kişi nasıl ki bu takdirde dinardan başkasını almazsa, Allah'ı bilenin durumu da böyledir. Allah'ın cemâline bakmak lezzetini bilen, o lezzet ile hûrilerin, köşklerin ve ağaçların lezzetini bir araya getirmenin mümkün olmadığını da bilir. Bu kimse Allah'ın cemâlinden gayrisini sevmez ve başkasını O'na tercih etmez.
Zannetme ki cennet ehli, Allah'ın cemâline baktıklarında hûrilerin ve sarayların lezzetleri kalplerinde kalır! Aksine o lezzetler, Allah'ın cemâline bakmaya nisbeten dünya mülküne sahip olup yeryüzünün her tarafını istilâ etmenin ve halkı köle edinmenin lezzetine, bir kuşu yakalayıp onunla oynamanın lezzetine nisbeti gibidir. Cennet nimetlerini talep edenler, kalp sahiplerinin yanında, kuşla oynamak isteyip padişahlık lezzetini bırakan çocuk gibidir. Bu terkediş, padişahlığın lezzetini idrâk etmekten aciz olduğundan ileri gelir. Yoksa kuş ile oynamak, bütün halka padişah olmaktan daha yüce ve lezzetli değildir. Kendisinden yüz çevirilen şeye izafeten zühdün bölünmesine gelince, bu hususta birçok fikirler ileri sürülmüştür. Bu fikirlerin yüzden fazla olduğu tahmin edilir.
Fakat biz, çeşitli sözleri nakletmekle meşgul olmayacağız. Ancak bütün tafsilâtı kapsayıcı bir konuşmaya işaret edeceğiz ki bu hasusta ileri sürülen fikirlerin çoğunun bütün konuyu kapsamaktan aciz olduğu meydana çıksın. Bu bakımdan deriz ki: Zâhidlik sûretiyle kendisinden yüz çevrilen şeyin icmâl ve tafsilâtı vardır. Tafsilâtının da mertebeleri vardır. O mertebelerin bazısı, kısımları daha fazla izah eder, bazısı da cümleleri izah etmek için daha elverişlidir.
Birinci derecedeki icmale gelince, kendisinden yüz çevrilen, Allah'tan başka her şeydir. Bu bakımdan (şahsın) , Allah'tan başka herşey hakkında, hatta kendi nefsi hakkında bile zâhidlik yapması gerekir. İkinci derece hakkındaki icmâl, nefsin, içinde lezzet bulunan her sıfata zâhidlik yapmasıdır. Bu tür zühd, insanın şehvet, öfke, kibir, baş olma, mal, mertebe ve benzerlerinden ibaret olan bütün isteklerini kapsar. Üçüncü derecedeki icmal, mal, mertebe ve sebeplerinde zühd göstermesidir; çünkü nefsin bütün lezzetleri bunlara dönüşür.
Dördüncü derecedeki icmal; ilim, kudret, dinar, dirhem ve mertebe hakkında zühd etmesidir; zira malların çeşitleri ne kadar çoğalırsa çoğalsın dinar, dirhem ve mertebe onları kapsar. Sebepleri ne kadar çoğalsa da ilim ve kudrete dönüşür! İlimden gaye; hedefi kalpleri elde etmek olan ilim ve kudrettir. Yukarıda geçtiği gibi mertebenin mânâsı; kalpleri elde etmek ve onlara hâkim olmak demektir. Nasıl malın mânâsı; maddeleri mülk edinmek ve onlara güç yetirmekse. . . Eğer bu tafsilâtı daha genişletmek isterseniz, hakkında zühd yapılan şeylerin sayılamayacak kadar çok olduğu görülür. Oysa Allahü teâlâ, bir ayette onlardan yedi tanesini zikrederek şöyle buyurmuştur:
İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, salınmış atlar, davarlar ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük süslü gösterildi. Bunlar, sâdece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah'ın yanındadır. (Âl-i İmrân/14)
Sonra Allahü teâlâ, bunları başka bir ayette beşe düşürerek şöyle buyurmuştur:
Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlât çoğaltma yarışıdır. (Hadîd/20)
Sonra başka bir yerde Allahü teâlâ, bu durumu ikiye düşürerek şöyle buyurmuştur:
Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden ibarettir. (Muhammed/36)
Sonra hepsini, başka bir ayette, bire düşürerek şöyle buyurmuştur:
Ama kim rabbinin divanından durup hesap vermekten korkmuş ve nefsi'ni kötü heveslerden menetmişse, onun barınağı da cennettir. (Nâziât/40-41)
Ayette bahsi geçen 'heva' terimi, nefsin dünyada ne kadar lezzetleri varsa hepsini kapsar. O halde, bütün bunlarda zühd yapmak uygundur. İcmal ve tafsîlin yolunu anladığında bilirsin ki bunun bir kısmı diğerine muhalefet etmez. Ancak bazen tafsilât, bazen de icmal bakımından ayrılırlar.
Kısacası zühd, nefsin bütün istek ve lezzetlerinden yüz çevirmektir. Kişi nefsin isteklerinden yüz çevirirse, dünyada kalmaktan da yüz çevirir. Dolayısıyla, dünyadaki emeli kısalır. Çünkü dünyada lezzetlenmek için kalmak ister. Kalmak isteğiyle de daimî bir lezzetlenmeyi irade eder. Çünkü bir şeyi isteyen onun devamını da ister. Hayatın sevgisi, mümkün ve mevcud olan bir şeyin devam etmesinin sevgisi demektir. Ne zaman, halktan yüz çevirirse, artık onu istemiyor demektir. Bunun için Allahü teâlâ onlara savaşı farz kıldığında 'Ey rabbimiz! Üzerimize şu savaşı niye farz kıldın? Ne olurdu bizi, yakın bir zamana kadar erteleseydin?' dediler.
Onlara şöyle de: Dünyanın geçimi azdır. (Nisâ/77)
Yani siz dünya zevki için dünyada kalmayı istiyorsunuz. Madem ki durum budur, zâhidler ve münafıkların hali belli oldu. Allahü teâlâ'yı seven zâhidlere gelince, onlar birbirine geçirilmiş kubbe taşları gibi Allah yolunda savaştılar. İki güzelden (şehidlik ve gazilikten) birini beklediler. Onlar harbe davet edildiklerinde, cennet kokusunu koklar, susamış bir kimsenin soğuk suya hücum etmesi gibi ona hücum ederlerdi. Bunu da Allah'ın dinine yardım etmek veya şehidlik rütbesine nail olmak için yaparlardı. Onlardan yatağında ölenler, şehidlik elden gittiği için üzüntü çekerlerdi. Hatta Hâlid b. Velîd (radıyallahü anh) yatağında ölüm sekeratına girdiği zaman şöyle demiştir:
Şehitlik "mertebesine nail olayını diye kaç defa canımı tehlikeye atıp düşman saflarına hücum ettim. Buna rağmen kocakarıların öldüğü gibi ölüyorum.
Hâlid b. Velîd vefat ettiği zaman, bedeninde sekiz yüz yara izi saydılar. İmanda sadık olanların halleri böyleydi. Allah onlardan razı olsun! Münâfıklar ise, ölümden korkarak savaştan kaçtılar. Onlara denildi ki:
De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra hem gizliyi, hem âşikarı bilen Allah'a döndürüleceksiniz de O size neler yaptığınızı haber verecektir. (Cum'a/8)
Bu bakımdan dünyada kalmayı şehidliğe tercih etmeleri, en hayırlıyı verip, en alçağı almak ve değiştirmek demektir. İşte hidayeti verip dalâleti satın alanlar onlardır. Onların ticaretleri kâr etmedi. Onlar hidayet yolunu da kaybettiler. Muhlislere gelince, Allah onlardan nefislerini ve mallarını, cennet karşılığı satın almıştır. Onlar yirmi veya otuz senelik lezzeti, ebedî bir lezzetle değiştirdiklerini gördüklerinde, yapmış oldukları alışverişten dolayı sevindiler. İşte bu da hakkında zühd edilen şeyin beyanıdır. Bunu bildiğinde, kelâmcıların 'Zühdün tarifi' hakkında söyledikleriyle ancak zühdün bazı kısımlarına işaret ettikleri anlaşılır. Bu bakımdan her biri, kendine veya muhatabına galebe çalan kısma değinmiştir.
Bişr el-Hafî 'Dünya hakkındaki zühd, insanlar hakkındaki zühddür!' demiştir.
Onun bu sözü, özellikle dünya mertebesi hakkındaki zühde işarettir.
Kasım el-Cûî 98 dedi ki: 'Dünya hakkındaki zühd, işkembe hakkındaki zühddür, mideden ne kadarını elde edersen, zühdden de o kadarını elde etmiş olursun'.
Onun bu sözü, sadece bir husus hakkındaki zühde işarettir. Yemin ederim o tek şehvet, çoğu zaman şehvetlerin en galibidir ve şehvetleri en çok kabartan da odur.
Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: 'Dünya hakkındaki zühd, kanaat demektir'.
Onun bu sözü sadece mala işarettir. Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Zühd, emelin kısaltılmasıdır'. Bu tarif, şehvetlerin hepsini toplamaktadır; zira şehvetlere meyleden bir kimse, nefsine daimî kalacağını fısıldıyor demektir. Dolayısıyle emeli uzar. Emeli kısalan bir kimse ise bütün şehvetlerden rağbetini kesmiştir.
Üveys b. Âmir el-Karanî şöyle demiştir: 'Zâhid çıkıp da birşey ararsa, zâhidlik vasfı kendisinden gider!'
O bu sözüyle, zühdün tarifini kasdetmemiştir. Fakat Allah'a tevekkül etmeyi, zühd hakkında şart koşmuştur.
Yine Üveys şöyle demiştir: 'Zühd, Allah tarafından va'dedilen tazminat için talebi terketmektir'.
Bu söz, rızka işarettir.
Hadîs alimleri dedi ki: 'Dünya, rey ve mâkul ile amel etmektir. Zühd ise ilme tâbi olmak ve Sünnet'e yapışmaktır'.
Hadîs alimlerinin bu sözünden 'fâsid rey', dünyada mertebeyi talep etmek için bazı sebeplere veya fuzûli şehvetlere işarettir; zira bir kısım ilimler vardır ki âhirette onun hiçbir faydası yoktur. Onu oldukça uzatmışlar. Hatta İnsan oğlunun hayatı onların biriyle meşgul olmakla sona ermiştir. Bu bakımdan zâhidliğin şartı, fuzulî olan şeyleri terketmektir.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: "Zâhid o kimsedir ki bir kimseyi gördüğünde 'Bu benden daha üstündür' der".
Bu sözüyle zühdün tevazudan ibaret olduğuna kail olmuştur. Buda mertebenin ve nefsi beğenmenin yokluğuna işarettir. Bu ise zühdün kısımlarındandır.
Bazıları da, 'Zühd, helâli talep etmektir' demiştir. Bu târif, 'Zühd, talebi terketmektir' diyenin târifine benzemez. Nitekim bu sözü Üveys söylemiştir. . . Şüphe yok ki Üveys bu sözüyle helâlin talebini terketmeyi kasdetmiştir.
Yûsuf b. Esbat derdi ki: 'Kim eziyete sabredip, şehvetleri terkeder ve helâlinden yerse o, zâhidliğin köküne yapışmıştır'.
Zâhidlik hakkında bizim naklettiğimizin ötesinde birçok fikirler vardır. Biz, onların naklinde hiçbir fayda görmüyoruz. Kim eşyanın hakîkatlerini keşfetmeyi halkın sözlerinden öğrenmek isterse, o kimse sözlerin değişik olduğunu görecektir ve o sözlerden şaşkınlıktan başka birşey eline geçmeyecektir. Fakat kendisine hakîkat keşfolunan ve onu kalbinden gelen bir müşahede ile idrâk eden ve kulaktan işitmeyen bir kimse ise hakka güvenmiş, basîretinin kusurundan ötürü hakkı târif etmekte kusur edenin kusurunu görmüş, ihtiyacının kısalığı için mârifetin kemâline rağmen ihtiyaç nisbetinde isteyenin kısa kesmesine de muttalî olmuştur.
Bütün bunlar 'basiretlerinde kusur vardır' diye değildir aksine onlar ihtiyaç anında söylediklerinden dolayı kısa kestiler ve şüphe yok ki onlar, ihtiyaç nisbetinde zikrettiler. İhtiyaçlar ise, değişiktir. Şüphesiz kelimeler de değişik olacaktır. Bazen de kısa kesmenin sebebi, kulun makamından haber vermek içindir. Haller ise değişiktir. Öyleyse, o halleri haber veren sözler de değişiktir. Aslında hak bir tanedir. Hakkın değişik olması düşünülemez.
Bu sözlerden birleştirici ve kâmil olanı her ne kadar içinde tafsilât yoksa da Ebû Süleyman ed-Dârânî'nin söylediğidir; o şöyle demiştir: 'Zühd hakkında birçok konuşmalar dinledik. Oysa bizim nazarımızda zühd, Allah'tan uzaklaştıran herşeyi terketmektir'.
Başka bir defasında tafsilât vererek şöyle demiştir: 'Kim evlenirse, maişetini temin etmek için sefere çıkarsa veya hadîs yazarsa, o dünyaya meyletmiştir'.
Bu sözün ardından o bütün bunları zühde zıt görerek şu âyeti okumuştur:
Ancak Allah'a sağlam ve pak kalp getiren (fayda görür) . (Şuarâ/89)
Sonra şöyle demiştir: 'O öyle bir kalptir ki orada Allah'tan başkası yoktur!'
Yine şöyle demiştir: 'Bu kalp sahipleri, kalpleri dünyanın üzüntülerinden boşalıp âhirete yöneldiği için zâhidlik ettiler'.
İşte buraya kadar saydıklarımız, kendisinden yüz çevrilen şeylerin çeşitlerine göre olan zühdün kısımlarının beyanıdır.
34-13
Onun hükümlerine göre kısımlarının beyanına gelince, İbrahim b. Edhem'in söylediği gibi zühd; farz, nafile ve selâmet kısımlarına bölünür.
Bu bakımdan farz olan zühd; haram ve nafile olan zühd, helâl ve selâmet olan zühd ve şüpheliler hakkındaki zühddür. Biz 'Helâl ve Haram' bahsinde Takva dereceleri'nin tafsilâtını da zikretmiştik. O da zühddendir.
Mâlik b. Enes'e 'Zühd ne demektir?' diye sorulduğunda 'takvadır' cevabını verdi. Terkedilen şeylerin gizliliklerine göre zühdün bölünmesine gelince, bu hususta zühdün sonu yoktur; zira nefsin düşünce, mülâhaza ve diğer hallerde lezzetlendiği şeylerin de sonu yoktur. Özellikle de riyanın gizlilikleri. . . Çünkü buna ancak araştıran âlimler muttali olabilir. Ayrıca zâhirî mallarda da zühdün sonsuz dereceleri vardır.
Hazret-i Îsa'nın zühdü onun en yüce derecelerindendir; zira uyuyacağı zaman bir taşı yastık yaptı. Şeytan ona dedi ki:
- Sen dünyayı terketmemiş miydin? Şimdi sana ne oldu?
- Ne yaptım ki?
- Taşı yastık yaptın ya?
Bunun üzerine Îsa (aleyhisselâm) taşı atarak şöyle demiştir: 'Senin için bıraktığım dünya ile beraber bunu da al!'
Yahya b. Zekeriyya yumuşaklığından ve verdiği rahattan kaçmak için bedeni delik deşik oluncaya kadar kıldan bir elbise giydi. Annesi onun yerine yünden yapılmış bir cübbe giymesini istedi. O da annesinin dediğini yaptı. Bunun üzerine Allahü teâlâ kendisine vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'Ey Yahya! Dünyayı bana tercih mi ettin?' Bu hitaba karşı ağladı ve yün cübbeyi çıkardı. Eski âdetine döndü.
Ahmed b. Hanbel der ki: 'Zühd, Üveys'in zühdüdür. Çıplaklıktan öyle bir raddeye geldi ki kamıştan yapılmış bir sepette oturarak avretini örterdi'.
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) bir kimsenin duvarının gölgesine oturdu. Duvar sahibi onu gölgeden kaldırınca şöyle dedi: 'Beni kaldıran sen değilsin! Ancak duvarın gölgesiyle rahatlamama razı olmayan beni kaldırmıştır'.
Madem ki durum budur, zâhidliğin zâhir ve bâtındaki derecelerinin haddi hesabı yoktur. Derecelerinin en küçüğü, her şüpheli ve mahzurlu şey hakkında zühd göstermektir.
Bir grup dedi ki: "Zühd, şüpheler ve mahzurlular hakkındaki zühd değil, aksine helâl hakkındaki zühddür. Bu bakımdan şüpheler ve mahzurlular hakkındaki zühd, hiçbir cihetle zühdün derecelerinden değildir'. Sonra bu grup, dünya mallarında helâlin kalmadığını savunarak şu anda zühdün tasavvur olunamayacağını söylemiştir.
Soru: Sıhhatli bir zühd; yemek, içmek, giymek, halka karışmak ve halkla konuşmakla nasıl düşünülebilir? Oysa bütün bunlar insanı masiva ile meşgul etmektir.
Cevap: Dünyadan yüz çevirip Allah'a yönelmenin mânâsı; kalbin zikren ve fikren Allah'a yönelmesi demektir. Bu ise ancak yaşamakla beraber düşünülebilir. Yaşamak da ancak nefsin zarurî isteklerini karşılamakla olur. Bu bakımdan zararlı şeyleri bedenden uzaklaştırıp zorunlu miktarla iktifa ettiğin halde gayen de bedenden ibâdet hususunda istifade etmekse, 'Allah'tan gayrisiyle meşgul değilsin'; çünkü onun vasıtasıyla hedefe varılan bir şey de o hedeften sayılır.
Bu bakımdan hac yolunda devesinin yemi ve suyuyla meşgul olan bir kimse, hacdan yüz çevirmiş sayılmaz. Allah yolunda da bedenin, hac yolundaki deve gibi olmalıdır; zira o yolda deveye yedirmek ve içirmekteki gaye, deveyi lezzetlere kavuşturmak değildir. Aksine zararlı sebepleri deveden uzaklaştırmaktır ki deve seni maksat ve hedefine ulaştırsın! İşte bedenini de yok edici açlık ve susuzluktan yemek ve içmekle, hararet ve soğuktan dolayı giymekle ve meskenle korumaktaki maksadın da böyle olması gerekir. Bu bakımdan zarurî miktarla iktifa ederek yemekten, içmekten, giymekten ve meskenden lezzetlenmeyi değil, aksine Allah'a ibâdeti için gereken kuvvetin teminini kasdetmelisin. Bu ise zühde zıd değildir.
Belki zühdün şartıdır. Eğer 'Acıktığım anda yemekten lezzet almak zarurîdir' dersen, bil ki: Lezzetlenmeyi kasdetmezsen, bu tabiî olan lezzet sana zarar vermez; zira soğuk su içen bir kimse bazen bunu lezzetli görür. Bunun neticesi susuzluğun elemini gidermeye dönüşür. Kim ihtiyacını yerine getirirse, bazen onunla müsterih olur. Fakat bu istirahat, onun maksadı değildir. Bu bakımdan kalp buna yönelmez. İnsan bazen gece ibadetine kalkarken seher havasını teneffüs etmek ve kuşları dinlemekle lezzetlenir. Maksat gece ibadeti olduğundan, bu zevk ona zarar vermez. İstirahat için de bir yeri kasdetmedikçe, kendiliğinden gelen bu istirahatler ona zarar vermez. Bu mevzuda Allah'tan korkanların bir kısmı seher rüzgârlarının isabet etmediği bir yeri ibâdet için seçer. Bunu da kalbin meşgul olmaması ve ona ünsiyet vermesi korkusundan yapar. Bu bakımdan kalpte böyle bir ünsiyet meydana gelirse, dünyâya gönül vermiş olur. Dünyaya vermiş olduğu ünsiyet nisbetinde de Allahile olan yakınlığı azalır!
Dâvud-i Tâî'nin üstü açık bir kabı vardı. Kullandığı su onun içindeydi. Onu hiçbir zaman güneşin önünden kaldırmazdı. Sıcak su içer ve şöyle derdi: Kim soğuk suyun lezzetine alışırsa, dünyadan ayrılmak kendisine güç gelir'.
İşte buraya kadar saydıklarımız ihtiyatlı kimselerin korkularıdır. Bütün bunlarda ihtiyatlı davranmak en akıllıca harekettir; zira böyle bir davranışın her ne kadar zor ise de müddeti pek azdır. Ebediyyen nimetlenmek için az bir müddet (zahmet çekmek) marifet ehline hiç de ağır gelmez.
Öyle bir mârifet ehli ki şeriat siyasetiyle nefislerini yenmişler, dünya ve din arasındaki zıddiyetin tanınmasında yakînin kulpuna sarılmışlardır. Allah onlardan razı olsun!
96) Adı Hârûn b. Süleyman el-Kûfîdir.
97) Kût'ul-Kulûb
98) Adı Kasım b. Osman el-Cûî ed-Dimeşkî'dir. Bazılarına göre kendisini çokça aç bıraktığından dolayı bu lâkabı almıştır.
34-14
Zarûrî Hayat Karşısında Zühd
İnsanların yapmış olduğu şeyler fuzulî ve zârurî diye iki kısma ayrılır. Fuzulî olanı beslenmiş veya alınmış atlar gibidir; zira insanların çoğu, yaya yürümeye muktedir oldukları halde bu atları süs için edinirler. Zârurî olanı da yemek ve içmek gibidir. Biz burada fuzulî olanın çeşitlerini tafsilâtlı bir şekilde sayacak değiliz. Çünkü bunlar bir şekilde zabt u rabt altına alınabilir. Zarurî olanın da bazen miktarında, cinsinde ve vakitlerinde fuzûlîlik olur. Bu bakımdan zârurî olan şeylerin zühd yönünü beyan etmek gerekir. Zârurî olanlar yemek, elbise, mesken, ev eşyası, kadın ve mal olmak üzere altı tanedir.
Dünya mertebesi, birtakım gayeler için talep edilir ki bu altı şey de o gayelerdendir. Daha önce mertebenin mânâsı, halkın mertebeyi niçin sevdiği ve mertebeden nasıl kaçınılacağı 'Rîya' bahsinde zikredilmişti. Şimdilik bu altı zârurî şeyin beyanını zikredeceğiz. .
I. Yiyecek
İnsan için belini doğrultacak bir azık lâzımdır. Fakat bunun bir sınırı vardır. Bu bakımdan sınırını ayarlamak lâzım ki onunla zühdü tamam olsun. Bu sınır ömüre nisbetledir. Çünkü yaşadığı günün azığını elde eden bir kimse onunla kanaat etmez. Genişliğine gelince bu da yemeğin miktarı, cinsi ve vaktidir.
Bunun uzunluğu ancak emelin kısalmasıyla kısalır. Bu husustaki zühd derecelerinin en yücesi, ölüm ve hastalık korkusu anında acıkmayı bertaraf edecek miktarla kifayet etmektir. Hali bu olan bir kimse sabah yemeğinden sonra akşamı düşünerek geriye birşey bırakmaz. İşte bu derece, en yüce derecedir.
İkinci derece bir aylık veya kırk günlük azık edinmektir. Üçüncü derece ise bir senelik azık edinmektir. Bu ise zayıfların halidir Kim bir seneden fazlası için azık edinirse, ona zâhid demek yersizdir; zira bir seneden fazla yaşamayı ümit eden uzun emel peşindedir! Bu bakımdan böyle bir kimsede zühdün olması düşünülemez. Ancak başka bir kazancı olmadığı halde nefsi için dilenmeye razı olmaması hali müstesna.
Tıpkı Dâvud-i Tâî gibi; o miras olarak yirmi dinar elde etti. Onu elinde tutup yirmi sene kendisine nafaka yaptı! İşte bu durum zâhidliğin temeline ters düşmez. Ancak 'tevekkül zühdün şartıdır' diyene göre ters düşer! Onun genişliğine gelince, o da miktar nisbetindedir. Yirmi dört saatte en az derecesi yarım batman nafakadır. Normali bir batman, en üstün derecesi bir avuçtur. Bu da kefaret ve fakirlere yedirmek hususunda Allahü teâlâ'nın takdir ettiği miktardır. Bunun ötesinde olan, midenin genişliğinden olup onunla meşgul olmak demektir. Kimin bir avuçla iktifa etmeye gücü yetmiyorsa, mide hakkındaki zâhidlikte onun nasibi yok demektir. Cinse nisbetle genişliğine gelince, onun en azı kepekten bir ekmek olsa dahi gıda olacak her şeydir. Normali arpadan ve darıdan yapılan ekmektir. En üstünü elenmemiş buğday ekmeğidir. Elenip yumuşacık olduktan sonra lezzetlenme kısmına geçmiş olur ki bu da zühdün en üst derecesi değil sonuncusu bile olamaz.
Katığa gelince, onun en azı tuz, sebze veya sirkedir. Ortancası zeytinyağından veya herhangi bir yağdan azıcık bir şeydir. Onun en yüksek derecesi ise et yemektir. Bu da haftada bir veya iki kere olursa böyledir. Eğer bu et yeme daimî bir âdet olursa veya haftada iki defadan fazla olursa zühd kapılarının en sonuncusu olmaktan da çıkar. Bu yemeğin sahibine midesi hususunda zâhiddir denilemez. Vakte nisbetle onun genişliğine gelince, en azı yirmi dört saatte bir defadır. O da kişinin oruçlu olmasıdır. Normali, oruç tutup da geceleyin su içmek, yemek yememektir. Öbür gecede yemek yeyip su içmemektir. En yüksek derecesi ise üç gün veya bir hafta veya daha fazla bir zaman, yemeden, içmeden durmaktır. Yemeği azaltmanın, oburluğu önlemenin yolunu 'mühlikât' bölümünde zikrettik. Hazret-i Peygamber'in ve ashâb-ı kirâmın yemeklerdeki zühdlerine ve katığı terkedişlerine dikkat edilmelidir.
Nitekim Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) demiştir ki: 'Bazen kırk gün geçerdi de Allah Rasûlü'nün evinde ne bir çıra yanar, ne de bir ateş yakılırdı!'
Bu söz üzerine Hazret-i Âişe'ye denildi ki: 'O halde siz nasıl yaşıyordunuz?' Şöyle demiştir: İki siyahla yaşıyorduk; yani su ile hurma. . ' Onların iki siyahla yaşaması eti, tiridi veya katığı terketmek demektir. 99
Hasan-ı Basrî der ki: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem. ) merkebe biner, yünlü elbise giyer, ayakkabısını yamalardı. Yemek yerken parmaklarını yalar, yemeğini masaya değil toprak üzerine koyup yer ve şöyle buyururdu:
Ben ancak kulum. Kulların yediği gibi yer, kulların oturduğu gibi otururum.
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Ciddî olarak size diyorum: Firdevs'i talep eden bir kimse için arpa ekmeği yemek ve mezbeleliklerde köpeklerle beraber uyumak bile çoktur!'
Fudayl b. İyaz diyor ki: 'Allah'ın Rasûlü, Medine'de üç gün üst üste buğday ekmeğini doyasıya yemedi'. 100
Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle derdi: 'Ey İsrailoğulları! Berrak su, çöl sebzesi ve arpa ekmeği yeyiniz! Buğday ekmeğinden kaçınınız; zira onun şükrünü edâ etmekten acizsiniz'.
Mühlikât bölümünde yeme ve içme hakkında peygamberlerin ve selefin hallerini zikretmiştik. Onun için bir daha tekrarlamayacağız.
Hazret-i Peygamber, Kuba'ya geldiğinde, kendisine bal ile karışık süt getirdiler. Kadehi elinden bırakıp şöyle dedi: "İyi bilin ki ben bal yemeyi ve süt içmeyi haram kılmıyorum. Fakat Allah'a tevazu olsun diye terkediyorum'.
Hazret-i Ömer'e bir yaz günü, bal ve soğuk sudan yapılmış bir şerbet getirildiğinde şöyle demiştir: 'Onun hesabını benden uzaklaştırınız!'
Yahya b. Muaz er-Râzî şöyle demiştir: 'Doğru bir zâhidin nafakası, elbisesi avretini örtendir. Meskeni, nerede bulunursa orasıdır. Dünya onun hapishanesi, kabir yatakhanesi, halvethane meclisi, ibret almak düşüncesi, Kur'ân konuşması, Allahü teâlâ onun dostu, zikir onun arkadaşı, zühd yoldaşı, üzüntü şanı, hayâ onun alâmet-i fârikası, açlık katığı, hikmet kelâmı, toprak yatağı, takva azığı, sükût etmek ganimeti, sabır yastığı, tevekkül güvenci, akıl delili, ibâdet sanatı ve cennet varacağı yerdir, eğer Allah dilerse. . . '
II. Giyecek
İkinci zarûret elbisedir. Onun en az derecesi, hararet ile soğuğu defeden ve avreti örtenidir. Bu da kendisiyle örtülen bir abadır. Normali bir iç gömlek, bir fes ve bir çift pabuçtur. Fazlası ise, onun beraberinde mendil ve donun bulunmasıdır. Miktar bakımından bunu geçen ise, zâhidlik hududunu geçmiş demektir. Zâhidliğin şartı, elbisesini yıkadığı zaman giymek için ikinci bir elbisenin olmamasıdır. Elbisesi kuruyuncaya kadar evinde oturup bekler. Ne zaman iki iç gömleğe, iki dona, iki mendile sahip olursa, miktar bakımından zühdün bütün kapılarından dışarı çıkmış olur! Cinse gelince, onun on azı sert bir cübbedir. Normali sert yünden yapılmış elbise, fazlası ise kalın pamuktan yapılmış elbisedir. Zaman bakımından ise, onun en uzağı bir sene avretini örtendir. En azı ise bir gün sırtında kalabilendir. Hatta zâhidlerden bazısı, elbisesini ağaç yapraklarıyla yamalamıştır. Her ne kadar bu yapraklar tezden kuruyup dökülse de. . .
Ortancası, bir ay veya ona yakın bir zaman sırtında kalabilecek bir elbisedir. Bu bakımdan bir seneden fazla dayanan elbiseyi talep etmesi uzun emele girer! Bu durum ise zühde ters düşer. Ancak gaye onun sertliği olursa durum değişir. Sonra bunu kuvvetliliği ve devamlılığı tâkip eder. Bu bakımdan söylediğimizden fazlasına sahip olan bir kimse için fazlasını sadaka vermek daha uygundur. Eğer sadaka vermeyip elde tutarsa zâhid olamaz. Aksine dünyanın talibi olur. Bu hususta peygamberlerin ve sahabîlerin halleri dikkate alınmalıdır. Onların elbiseleri nasıl terkettikleri iyi öğrenilmelidir.
Ebû Bürde der ki: "Hazret-i Âişe keçeleşmiş bir aba ve kalınca bir izar çıkarıp bize gösterdi ve 'İşte Allah'ın Rasûlü bu iki elbisenin içinde ruhunu teslim etti!' dedi". 101
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Allahü teâlâ, hangi elbiseyi giydiğine aldırmayan ve üstü başı yırtık olan bir kimseyi sever. 102
Amr b. Esved el Ansî103 der ki: 'Hiçbir zaman kaliteli elbise giymem. Hiçbir zaman geceleyin döşek üzerinde yatmam. Hiçbir zaman seçilmiş bir bineğe binmem. Hiçbir zaman hiçbir yemekten karnımı doyasıya doldurmam'.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber'in tarz-ı hayatını görmek kimi sevindirirse Amr b. Esved'e baksın!'
Allah katında sevimli olsa bile kul şöhret elbisesini giyince onu sırtından çakarıncaya kadar Allah ondan yüz çevirir. 104
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir elbiseyi dört dirheme satın almıştır. 105 Hazret-i Peygamber'in iki elbisesinin kıymeti on dirhemdi. 106
Hazret-i Peygamber'in izarı dört buçuk zira uzunluğunda idi. 107 Bir iç gömleği üç dirheme satın aldı. 108
Hazret-i Peygamber yünden yapılmış iki beyaz şemle (bir tür elbise) giyerdi. Buna hülle denirdi. Bunlar aynı cinsten olan iki elbise idi. Bazen de Hazret-i Peygamber Yemen veya Sahulîyye mamûlü kalınca elbiselerden iki bürde giyerdi.
Hazret-i Peygamber'in gömleği (başına ve sakalına sürdüğü yağların lekelerinden dolayı) yağ satanın gömleği gibi idi. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir tek gün sündüsten (atlastan) yapılmış bir alaca elbise giydi ki o elbisenin kıymeti iki yüz dirhemdi. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm, bu elbiseye dokundular ve şöyle dediler: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu elbise sana cennetten mi gönderildi?' Bu şekilde hayranlıklarını izhar etmişlerdi. Bu elbiseyi İskenderiye meliki Mukavkıs hediye etmişti.
Hazret-i Peygamber bu elbiseyi giymek sûretiyle Mukavkıs'a (elçileri gözünde) ikram etmek istedi. Sonra Hazret-i Peygamber elbiseyi çıkarıp müşriklerden bir kişiye sıla-yı rahim olarak gönderdi. Bundan sonra ipekli giyinmeyi haram etti. Sanki Hazret-i Peygamber ipekli hakkındaki haram hükmünün perçinleşmesi için bu elbiseyi giymiştir.
Nitekim altından yapılmış bir yüzüğü de bir iki gün kullanmış, sonra da çıkarıp erkeklere haram etmiştir.
Hazret-i Âişe'ye de 'Bureyre'109 (Hazret-i Âişe'nin cariyesi) hakkında 'Onun ehline velâyı şart kıl!'110 dediği gibi. . . Hazret-i Âişe, Bureyre'yi velâsı olmak şartıyle satın aldıktan sonra Hazret-i Peygamber minbere çıkıp bu durumu haram kıldı. Yine nikâh emrinin perçinleşmesi için önce mut'a nikahını üç gün mübah kılıp sonra haram kılması da böyledir. 111
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) işlemeli ve siyah bir kürkün içinde namaz kıldı. Selâm verdiği zaman şöyle dedi:
Bu kürke bakmak beni meşgul etti. Onu Ebû Cehl'e112 götürün. Bana onun enbîcaniyesini (abasını) getirin. 113
Hazret-i Peygamber aba giymeyi yumuşak elbise giymeye tercih etti. Hazret-i Peygamber'in ayakkabısının bağı eskimişti. Onu ipekli ile karışık bir sırımla değiştirdi. Yenisiyle namaz kıldı. Selâm verdiği zaman şöyle dedi:
Bana eski bağı getiriniz. Şu yeni bağı çözünüz. Çünkü ben namazda buna baktım ve dolayısıyla meşgul oldum!
Hazret-i Peygamber altından bir yüzük taktı. Minber üzerinde iken gözü ona ilişti. Sonra çıkarıp attı ve şöyle buyurdu:
Bu beni meşgul etti. Ona bir bakış size bir bakış, (işte bu olmaz) . 114
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir ara bir çift yeni pabuç giydi. Güzelliği hoşuna gitmişti. Bunun üzerine derhal secdeye yapandı. Kalkarken şöyle buyurdu:
Onların güzelliği hoşuma gitti ve bana buğzetmesinden korkarak rabbime tevazu gösterdim. 115
Sonra onları çıkarıp ilk gördüğü fakire verdi.
Sehl b. Sa'd'den rivâyet şöyle ediliyor: Hazret-i Peygamber'e 'ınar' yününden bir cübbe ördüm. Etrafını siyah yaptım. Hazret-i Peygamber onu giydiği zaman şöyle dedi: 'Bakın ne güzel, ne yumuşak!' Sinan der ki: Bir bedevî ayağa kalkarak şöyle dedi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bunu bana hediye et!' Hazret-i Peygamber kendisinden istenilen şeyi verirdi. Bu nedenle cübbeyi bedevîye verip şöyle dedi:
Bana başka bir cübbe örün! O cübbe örülürken Hazret-i Peygamber vefat etti. 116
Cabir'den rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber, sırtında deve tüyünden yapılmış bir cübbe olduğu halde un öğüten Fâtıma'nın yanına girdi. Fâtıma'nın bu durumunu görünce ağlayarak şöyle dedi: 'Ey Fâtıma! Dünyanın acısını, ebedî nimet için tat!' Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:
Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın!117 (Duhâ/5)
En yüce cemaatin bana haber verdiğine göre ümmetimin hayırlılarından bir kavim vardır. Allah'ın rahmetinin genişliğinden dolayı açıkça gülüp sevinirler. Fakat azabının korkusundan gizlice ağlarlar. Onların nafakası halk üzerinde hafif, kendi nefisleri üzerinde ağırdır. Onlar eskimiş elbise giyerler. Abidlere tâbi olurlar. Onların bedenleri yerde, kalpleri arştadır. 118
İşte buraya kadar söylediklerimiz, Hazret-i Peygamber'in elbiseler hususundaki halidir. Ümmetine kendisine tâbi olmayı tavsiye ederek şöyle buyurmuştur:
Beni seven, benim ahlâkımla ahlâklansın!119
Benim sünnetime ve benden sonraki râşid halifelerin sünnetine yapışın ve onlara bütün gücünüzle tutunun!120
De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın'. (Âl-i İmrân/31)
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Âişe'ye şöyle buyurmuştur:
Eğer bana ulaşmayı istiyorsan zenginlerle oturmaktan kaçın! Yamalamadıkça bir elbiseyi sırtından çıkarma!121
Hazret-i Ömer'in gömleği üzerinde oniki yama sayıldı. Bu yamaların bazısı deriden idi.
Ali b. Ebî Tâlib, üç dirhemle bir elbise aldı. Halife olduğu halde onu giydi. Onun iki yenini el bileklerinden itibaren kesti ve şöyle dedi: 'Yarattığı hayvanın tüyünden bunu bana giydiren Allah'a hamd olsun!'
Süfyân es-Sevrî ve başkaları dedi ki: 'Seni âlimlerin yanında meşhur etmeyen, cahillerin yanında hakir düşürmeyen elbise giy!'
Yine Süfyân es-Sevri şöyle derdi: 'Namaz kılarken bir fakir önümden geçmek isterse ona karışmazdım. Parlak kumaştan elbise giymiş dünya ehlinden birine ise buğzeder ve geçmesine izin vermezdim'.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Süfyân es-Sevrî'nin elbiselerinin ve pabucunun kıymeti bir dirhem, dört danik kadardı'.
İbn Şübrüme dedi ki: 'Elbisemin en hayırlısı bana hizmet edenidir. En şerlisi de benim kendisine hizmet ettiğimdir'.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Öyle bir elbise giy ki seni halk ile karıştırsın. Seni onların gözünde meşhur kılıp da sana bakmayı temin eden elbiseyi giyme!'
Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Elbise üç kısımdır. Biri Allah içindir. O senin avret mahallini örten elbisedir. İkincisi nefis içindir. O da yumuşaklığından ötürü giyilen elbisedir. Üçüncüsü ise insanlar içindir. O da kalitesi ve güzelliği için giyilen elbisedir'.
Seleften bazısı şöyle demiştir: 'Elbisesi ince olan bir kimsenin dini de ince olur!'
Tâbiînden olan bütün âlimlerin elbisesinin kıymeti yirmi dirhemden otuz dirheme kadardı. 'Havvâs' ise iki parçadan fazlasını giymezdi. Giydiği gömlek ve bir izardan ibaretti. Bazen de gömleğinin eteğini başına sarardı. Seleften biri şöyle demiştir: 'İbâdetin evveli elbisedir'.
Süslü olmayan elbiseyi giymek imandandır!122
Kim kudreti olduğu halde, Allah'a tevazu göstermek için süslü elbise giymeyi terkederse, yakut, sandıklar içerisinde cennetin en güzel elbiselerini ona saklamak Allahü teâlâ'ya. (bir lütuf olarak) vâcip olur'. 123
Allahü teâlâ bazı peygamberlerine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: . "Dostlarıma de ki: 'Düşmanlarımın giydiği elbiseleri giymesinler. Düşmanlarımın girdikleri yerlere girmesinler!' Yoksa onların düşman oldukları gibi, onlar da düşman olurlar!"
Râfî b. Hadîc,124 Bişr b. Mervan b. Hakem Kûfe minberinin üzerinde va'z ederken başını kaldırıp ona baktı ve şöyle dedi: 'Emîrinize bakınız! Sırtında fâsıkların elbisesi olduğu halde halka va'zediyor!' O anda, emîrin sırtında ince elbiseler vardı.
Abdullah b. Amir b. Rebia yeni bir elbiseyle, Ebû Zer'in yanına geldi. Başladı zühd hakkında konuşmaya. . . Bunun üzerine Ebû Zer, eliyle onun ağzını öyle kapattı ki nefesi aşağıdan çıktı. Bu yaptığından İbn Amir öfkelendi ve Ebû Zer'i Hazret-i Ömer'e şikayet etti. Hazret-i Ömer İbn Amir'e 'Başına bu durumu getiren sensin! Bu şık elbiselerde Ebû Zer'in yanında zâhidlik hakkında nasıl konuşuyorsun?' dedi.
Hazret-i Ali şöyle demiştir: Allahü teâlâ, hidayet önderlerinden en aşağıdaki insanların seviyelerine inmeleri için söz almıştır ki zenginler onlara uysun ve fakir fakirliğinden dolayı tahkir edilmesin!'
Hazret-i Ali elbisesinin kabalığı hakkında kınandığı zaman şöyle demiştir: 'Bu elbise tevazûya daha yakın ve müslümana daha lâyıktır'.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) fazlasıyla nimete dalmaktan nehyederek şöyle buyurmuştur:
Allahü teâlâ'nın birtakım kulları vardır ki onlar alabildiğine nimete dalmazlar. 125
Fudale b. Ubeyd, Mısır valisi iken, üstü başı topraklı olup yalınayak gezdiği görüldü. Kendisine 'Sen emîrsin. Bunu nasıl yaparsın?' diye sorulunca şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber bizi, fazla refaha kaçmaktan sakındırdı, bazen yalınayak gezmeyi tavsiye etti'.
Hazret-i Ali, Hazret-i Ömer'e (radıyallahü anh) hitâben şöyle dedi: 'Eğer iki arkadaşına (Hazret-i Peygamber ve Ebû Bekir'e) iltihak etmek istiyorsan, gömleğini yamalat! İzarını alçalt! Ayakkabına yama vur! Doymayacak kadar ye!'
Mü'min bir kimsenin izarı, bacaklarının yarısına kadar ise, o izar ile topuklar arasındaki mesafenin açık kalmasında sakınca yoktur. Ondan daha aşağı sarkan ise ateştedir. Allahü teâlâ kıyâmet gününde, gururdan dolayı izarını yerlerde sürüyen bir kimseye şefkatle bakmaz. 128
Ebû Süleyman ed-Dârânî'nin rivâyet ettiğine göre Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir: 'Benim ümmetimden, riyakâr ve ahmak hariç hiç kimse kıldan yapılmış kumaşı giymez!'
Evzâî şöyle demiştir: 'Sefer halinde yünlü giymek sünnettir. Hazerde yünlü giymek ise bid'at!'
Basralı bir âbid olan Muhammed b. Vasi!', Kuteybe b. Müslim'in huzuruna, sırtında yünlü cübbe olduğu halde girdi. Kuteybe ona 'Bu kaba yünlü abayı giymeye seni zorlayan nedir?' diye sordu. Muhammed sükût etti. Kuteybe 'Ben seninle konuşuyorum, sen cevap vermiyorsun ha!' dedi. Muhammed cevap olarak dedi ki: 'Nefsimi tezkiye ederek zühdden dolayı giymiş olduğumu söylemekten çekindiğim gibi, fakirlikten dolayı giyiyorum diyerek rabbimi şikayet etmekten de çekiniyorum'.
Ebû Süleyman şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim'i dost edindiği zaman ona 'Avretini yerden setret' diye vahyetti".
Hazret-i İbrahim'in (aleyhisselâm) elbisesi bir tane olur, fakat donu iki tane olurdu. Birini yıkadığı zaman diğerini giyerdi ki başına bir hâl geldiğinde avret yeri örtülü bulunsun.
Selman-ı Fârisî'ye (radıyallahü anh) şöyle denildi: 'Sen neden güzel elbise giymiyorsun?' Şöyle dedi: 'Kul nerede, güzel elbise nerede! Kul âzâd edildiği zaman, Allah'a yemin ederim, onun ebediyyen çürümeyecek bir elbisesi var demektir'.
Ömer b. Abdülaziz'in kıldan yapılmış bir cübbe ve abâsı vardı. Geceleyin ibâdet ederken onları giyerdi.
Hasan, Ferkad b. Yakub es-Sebhî'ye129 dedi ki: 'Sen cübbenden ötürü halktan daha üstün olduğunu mu sanıyorsun? Kulağıma geldiğine göre, cehennemin arkadaşlarının çoğu, münafıklıklarından dolayı sırtlarına cübbe giyenlerdir'.
Yahya b. Maîn şöyle demiştir: Ebû Muaviye el-Esvedî'nin mezbeleliklerden paçavra toplayıp yıkadığını, yamalayıp giydiğini gördüm. Bunun üzerine kendisine 'Sen bundan daha iyisini giyebilirsin' dedim. Buna karşılık şöyle dedi: 'Onlara dünyada isabet eden musibetler zarar vermez. Allahü teâlâ cennet ile onlar için her musibeti cebreylemiştir!' Yahya b. Maîn, bu sözü tekrarlayıp ağlardı.
III. Mesken
Zarûri olan üçüncü şey meskendir. Mesken hakkındaki zühdün üç derecesi vardır: En yükseği, kendine mahsus bir yer talep etmemesidir. Cami köşelerine, ashâb-ı suffe gibi kanaat etmesidir. Normali, kendine mahsus bir yer talep etmesidir. Hurma dallarından, kamıştan veya onlara benzer şeylerden yapılmış bir ev gibi. . . En düşük derecesi, yapılmış bir hücreyi ya satın almak veya kiralamak sûretiyle talep etmesidir. Eğer meskenin genişliği, ihtiyacı kadarsa ve içinde süs yoksa, bu miktar onu zühd derecelerinin sonuncusundan çıkarmaz. Eğer sağlam yapmak, sıvamak, genişletmek ve dört zira'dan daha fazla yükseltmek talebinde bulunursa, mesken hususunda zühdün hududunu tamamen aşmış demektir. Kireçten, kamıştan, çamurdan ve tuğladan olan binanın değişik cinsi, genişlik ve darlık hususundaki miktarının değişikliği, mülkü olmak veya kiralamak veya emanet almak sûretiyle olan değişikliğinde zaruretin müdahalesi vardır. Kısacası; zaruret için istenilen her şeyin, zaruretin hududunu aşmaması gerekir. Dünyadan zaruret miktarı, dinin alet ve vesilesidir. Bunu geçen miktar ise dine ters düşer.
Meskenden gaye; yağmur, soğuk ve yabancıların bakışını ve eziyetlerini defetmektir. Buradaki derecelerin en azı malûmdur. Fazla olan fuzulîdir. Bütün fuzulî şeyler de ateştedir. Fuzulî şeyleri isteyen ve fuzulî şeyler için koşan zâhidlikten uzaktır.
Hazret-i Peygamber'den sonra ilk ortaya çıkan şeyin uzun emel, tedriz ve teşdid olduğu söylenmiştir. Tedriz elbiseleri güzel bir şekilde dikmektir. Elbiseler Hazret-i Peygamber'in zamanında, birbirlerine tutuşturulan parçalar halindeydi. Teşdid ise kireç ve tuğladan yapılan binalardır. Oysa Asr-ı Saadet'te hurma dalları ve ağaçlarıyla bina yapılırdı.
Haberde şöyle vârid olmuştur: 'Halk üzerine bir zaman gelecektir ki Yemen mamülü kürklerin nakışlandığı gibi, halk, elbiselerini nakışlayacaktır!'
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) amcası Abbas'a yüksek yaptığı bir evi yıkmasını emretti. 130
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) yüksek bir kubbenin yanından geçerken 'Bu kimindir?' diye sordu. 'Filân adamındır' dediler. Ev sahibi Hazret-i Peygamber'e geldiğinde ondan yüzünü çevirdi. Eskiden olduğu gibi ona yönelmez oldu. Bunun üzerine kişi, ashâba, Hazret-i Peygamber'in neden değiştiğini sordu. Durum kendisine anlatılınca gidip o kubbeyi yıktı.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber oradan geçerken kubbeyi görmeyince ona ne olduğunu sordu ashâb Hazret-i Peygamber'e hâdiseyi anlattılar. Hazret-i Peygamber o adama hayır duada bulundu. 131
Hasan der ki: 'Hazret-i Peygamber bir kerpiçi kerpiç üzerine, kamışı kamış üzerine koymadan dünyadan göç edip gitti. 132
Allah bir kuluna şer irade ettiğinde onun malını su ile çamurda helâk eder. 133
Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh) der ki: Kamıştan bir ev yapıyorduk. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) yanımızdan geçerken 'Bu nedir?' diye sordu. Bizde 'Bizim çürümeye yüz tutan kamıştan evimizdir. Tamir ediyoruz!' dedik. Hazret-i Peygamber şöyle dedi: 'Ben âhiret işini bundan daha acele görüyorum'. 134
Nûh (aleyhisselâm) kamıştan bir ev yaptı. Kendisine 'Keşke çamurdan iyi bir ev yapsaydın!' denildiğinde, şöyle demiştir: 'Ölecek bir insan için bu da çoktur'.
Hasan-ı Basrî şöyle anlatıyor: Safvan b. Muhayrız135 yıkılmaya yüz tutan kamıştan yapılan bir evde otururken yanına girdim. Kendisine 'Keşke bunu tamir etseydin!' deyince, şöyle dedi: 'Nice kişiler öldü de bu hâlâ bu haliyle ayakta duruyor'.
Kim ihtiyaçtan fazla bina yaparsa kıyâmet gününde o binayı sırtlaması istenir. 136
Kulun bütün nafakalarından dolayı kendisine ecir yazılır. Ancak su ve çamura harcadığı hariç!
İşte âhiret yurdu: Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz. (Güzel) sonuç, sakınanlarındır. (Kasas/83)
Ayette kötülenen sıfatın, riyaset davası gütmek ve yüksek binalar yapmak olduğu söylenmiştir.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Her bina kıyâmet gününde sahibinin boynuna bir vebâldir. Ancak sıcak ve soğuktan koruyan bina müstesnadır. 137
Hazret-i Peygamber kendisine evinin darlığından şikayet eden bir kişiye 'Göktekini (cennette) genişlet' buyurmuştur. 138
Hazret-i Ömer, Şam yolunda, kireç ve kerpiçten yapılı, oldukça yüksek bir bina gördü. Allahu Ekber diyerek şöyle dedi: 'Bu ümmette, Hâman'ın Firavun'a yapmış olduğu binayı yapanların bulunacağını zannetmiyordum'. Hazret-i Ömer bu sözüyle Firavun'un şu sözünü kastediyor:
Haydi benim için çamurun üzerinde ateş yakarak tuğla imal et de bana bir kule yap. (Kasas/38)
Çamurdan pişirilen kerpiçten maksad, binalarda kullanılan tuğladır. Deniliyor ki: Kendisi için kireç ve kerpiçten ilk bina yapan Firavun'dur. Bunu ilk kullanan da Hâman'dır. . . Sonra zâlimler onların izini takib ettiler. İşte 'Zuhruf' budur.
Seleften biri bir şehirde bir cami gördü. Dedi ki: 'Ben bu mescidin hurma ağacından ve yapraklarından yapılı olduğu zamana yetiştim. Duvarlarının çok alçak olduğu zamanı gördüm. Şu anda da tuğla ile yapıldığını görüyorum. Hurma yapraklarıyla yapanlar, duvarlarını alçak yapanlardan daha hayırlıydılar. Onlar da tuğla ile yapanlardan daha hayırlıdır'. Seleften öyleleri vardı ki çürük yaptığı, emeli kısa olduğu ve binaları kuvvetli yapmak hususunda zâhid olduğu için hayatında, binasını birkaç defa yeniden yapmaya mecbur kalırdı. Onlardan öyleleri vardı ki hacca gittiğinde veya gazaya çıktığında evini elden çıkarır veya komşularına hibe ederdi. Döndüğü zaman kendisine geri verilirdi. Selefin evleri ot ve deridendi. Bu tip evler şu anda da Yemen'de Arapların âdetidir. Tavan yüksekliği ayakta durup ellerini kaldırdığında değecek kadar idi.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber'in odalarına girdiğimde elimi tavana vururdum'.
Amr b. Dinar139 der ki: Kul altı ziradan daha fazla binayı yükselttiğinde bir melek ona şöyle haykırır: 'Ey fâsıkların en fâsığı nereye?'
Süfyân es-Sevrî, mükemmel yapılan bir binaya bakmayı yasaklayarak şöyle demiştir: 'Eğer o binalara hayran hayran bakılmasaydı sahipleri onları öyle yapmazdı. Bu bakımdan o binalara bakmak onları o şekilde yapmaya yardım etmek demektir'.
Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: 'Ben yapıp da terkedene hayret etmiyorum. Fakat bakıp da ibret almayana hayret ediyorum!'
İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Bir kavim gelecek ve çamuru yükseltecek, dini alçaltacaktır! (Rum) atlarına binecekler, kıblenize durup namaz kılacaklar, fakat dininizin gayrisi üzerinde öleceklerdir!'
IV. Ev Eşyaları
Dördüncüsü ev eşyalarıdır. Bu hususta da zühd'ün birçok dereceleri vardır. O derecelerin en yükseği Hazret-i Îsa'nın halidir; zira Hazret-i Îsa beraberinde ne tarak, ne testi taşımazdı. Sakalını parmaklarıyla tarayan birini gördü. Yanındaki tarağı attı. Nehirden elleriyle su içen birini gördü. Yanındaki testiyi attı. İşte bu, bütün ev eşyaları hakkındaki hükümdür. Çünkü o ancak bir hedef için istenilir, kişi ondan müstağni oldu mu, o hem dünya hem de âhiret için kişinin boynuna vebâl olur. İnsan müstağni olmadığı şeyin de en azıyla yetinmelidir. Çamurdan yapılmış kaplar kifayet ettiği yerde çamur kap, o kabın bir tarafı kırık ise ona aldırış edilmez; zira maksat onunla hâsıl olur.
Mertebelerin normali ise, ihtiyaç miktarı ev eşyasının olmasıdır. Fakat (bu takdirde) bir tek alet birçok maksat için kullanılır. Tıpkı beraberinde bulunan bir çanaktan yemek yiyen, su içen ve içine bazı nevalelerini koyan kimse gibi. . .
Selef âlimleri azaltmak için birçok yerde bir aleti kullanmayı severlerdi. Mertebelerin en düşüğü, her ihtiyaç için düşük cinsten bir âletin olmasıdır. Eğer sayı veya kaliteyi artırırsa, zühdün bütün kapılarından dışarı çıkmış ve fuzulîye meyletmiş olur. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) ve ashâb-ı kirâmın (radıyallahü anh) yaşantısına bakmalıdır!
Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) der ki: 'Hazret-i Peygamber'in üzerinde yaslanıp yattığı döşek, tabaklanmış deriden yapılmış ve içi hurma lifiyle dolu bir yastıktı'. 140
Fudayl b. Iyâz der ki: 'Hazret-i Peygamber'in yaygısı iki katlı bir aba, içi hurma lifiyle dolu ve tabaklanmış deriden yapılmış bir yastıktan fazla birşey değildi'. 141
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'in huzuruna geldi. Hazret-i Peygamber de bir hasır üzerine yatıyordu. Hazret-i Ömer hasırın Hazret-i Peygamber'in yanlarında iz bıraktığını görünce gözlerinden yaşlar aktı. Hazret-i Peygamber 'Seni ağlatan nedir ey Ömer?!' buyurunca, Ömer 'Kisrâ ile Kayser'i ve içinde yüzdükleri zevk ve sefayı hatırladım. Sen Allah'ın habîbi, seçilmiş kulu ve rasûlü olduğun halde hasır üzerinde yatıyorsun' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi: 'Ey Ömer! Onlar için dünyanın bizler için de âhiretin rahatlığına razı değil misin?' Ömer 'Evet, ey Allah'ın Rasûlü! Razıyım' deyince şöyle dedi: 'İşte o durum öyledir!'142
Bir kişi, Ebû Zer-i Gifârî'nin yanına girdi. Gözünü Ebû Zer'in evine gezdirdi ve dedi ki: 'Ey Ebû Zer! Senin evinde bir meta görmüyorum ve bir ev eşyası da gözüme çarpmıyor!' Ebû Zer 'Bizim bir evimiz vardır. Güzel eşyalarımızı oraya gönderiyoruz' dedi. Adam 'Sen burada durduğun müddetçe sana mutlaka bir meta lâzımdır' dedi. Ebû Zer 'Bu evin sahibi bizi burada bırakmaz' dedi.
Umeyr b. Sa'd143 Humus valisi iken Hazret-i Ömer'in huzuruna vardı. Hazret-i Ömer valiye 'Beraberinde dünyadan ne var?' diye sordu. Vali 'Beraberimde âsam vardır. Ona yaslanarak gidiyorum. Rastlarsam onunla yılan öldürüyorum. Dağarcığım vardır. Onunla içecek ve namaz için abdest suyumu taşıyorum. Bunlardan geri kalanı benim beraberimde olanlarındır!' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer 'Allah senden razı olsun! Doğru söyledin' dedi. 144
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir seferden gelip Fâtıma'nın evine girdi. Kapısında sarkıtılmış bir perde, ellerinde gümüşten yapılmış bir bilezik gördü. Geri döndü. Sonra Ebû Râfi, Hazret-i Fâtıma'nın evine girdi. Baktı ki Fâtıma ağlıyor. Fâtıma, ağlayışının sebebini Hazret-i Peygamber'in dönüp içeri girmeyişinden ileri geldiğini söyleyince, Ebû Râfi Hazret-i Peygamber'e, bu dönüşün sebebini sordu. Hazret-i Peygamber 'O perde ile iki bilezik için geri dönüp geldim' dedi. Bunun üzerine Fâtıma (radıyallahü anh) o iki bileziği Bilâl'in eline verip Hazret-i Peygamber'e göndererek şöyle dedi: 'Bunların ikisini de sadaka verdim. İstediğin yerde harcayabilirsin!' Hazret-i Peygamber Bilâl'e 'O halde git, bu bilezikleri sat. Parasını ashâb-ı suffe'ye ver!' dedi. Bilâl, bilezikleri iki buçuk dirheme satıp parayı ashâb-ı suffe'ye verdi. Bu hâdiseden sonra Hazret-i Peygamber Fâtıma'nın evine gidip şöyle dedi: 'Ey Fâtıma! Anam babam sana fedâ olsun. Güzel olanı yaptın, sen bendensin!'145
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Âişe'nin kapısında bir perde gördüğünde yırtıp şöyle buyurmuştur:
Bu perdeyi her gördüğümde dünyayı hatırlıyorum. Bu perdeyi filanın ailesine gönder. 146
Hazret-i Âişe bir gece Hazret-i Peygamber'e yeni bir döşek serdi. Hazret-i Peygamber o zamana kadar katlanmış abanın üzerinde yatıyordu. Bütün gece durmadan yan değiştirdi. Sabahladığı zaman, Âişe'ye dedi ki: O yırtık abayı geri getir. Bu döşeği benden uzaklaştır. O beni bu gece uykusuz bıraktı. 147
Hazret-i Peygamber'e geceleyin beş veya altı dinar geldi. Onları o gece evde bıraktı. Fakat uyuyamadı, onları gece dağıttı.
Hazret-i Âişe diyor ki: 'Onları çıkarıp verdikten sonra uyudu. Hatta uykuda horladığını bile işittim'. Sonra şöyle demiştir: 'Acaba bu para yanında olduğu halde rabbine kavuşursa, Muhammed rabbine ne cevap verecek?'148
Hasan der ki: 'Güzidelerden yetmiş kişiye yetiştim. Onların hiç birinin bir elbiseden fazla elbisesi yoktu. Hiç biri bedeniyle toprak arasında sergi bile yaymazdı. Biri uyumak istediği zaman bedenini toprak üzerine bırakırdı. Elbisesini üstüne atar, öylece uyurdu'.
V. Kadın
Beşincisi hanımdır. Birçok kimseler 'Nikâhın (evlenmenin) esasında ve çokluğunda zühd yapmak mânâsızdır' demişlerdir.
Sehl b. Abdillah da bu fikirdedir ve şöyle demiştir: 'Zâhidlerin efendisine (Hazret-i Muhammed'e) kadınlar sevdirilmiştir. O halde biz kadınlar hakkında nasıl zâhidlik yaparız?'
İbn Uyeyne de bu fikirdedir ve bununla beraber şöyle demiştir: 'Ashâb-ı kirâmın en zâhidi Hazret-i Ali idi. Oysa Hazret-i Ali'nin de dört karısı, on küsür cariyesi vardı'.
En sıhhatli fetva, Ebû Süleyman ed-Dârânî'nin şu sözüdür: 'Kadın, mal, evlat, ne olursa olsun, seni Allah'tan uzaklaştıran herşey senin için uğursuzdur'.
Kadın da bazen insanı Allah'tan uzaklaştırıcı olur. Buradaki hakîkatin keşfi şöyledir: Nikâh bahsinde geçtiği gibi bazı hallerde, bekârlık evlilikten daha üstündür. İşte bu halde evlenmeyi terketmek zâhidliktir. Evlenmenin galebe çalan şehveti defetmek için daha üstün olduğu yerde ise evlenmek vâcib olur. Vâcib olduktan sonra onu bırakmak nasıl zâhidlik olabilir? Eğer kişinin ne evlenmemekte, ne de evlenmekte herhangi bir âfeti yoksa, kalbinin kadınlara meyletmesi için ve Allah'tan uzaklaştırıcı bir şekilde onları düşünmemesi için evlenmek tercih edilir. Bu durumda evlenmeyi terketmek ise zâhidlik olur. Eğer kadının kendisini Allah'ın zikrinden meşgul etmeyeceğini bilir ve fakat cima lezzetinden sakınmak için terkederse bu zâhidlik değildir.
Çünkü kişinin neslinin devam etmesi için çocuk edinmek ve Ümmet-i Muhammed'i çoğaltmak Allah'a yaklaştırcı ibâdetlerdendir. Hayatın zarurî icaplarından olup bu hedefin tahakkukunda insanda beliren lezzet ise zarar vermez; zira maksat ve hedef o lezzet değildir. Bu tıpkı yemek ve içmek lezzetinden sakınmak için ekmek yemeyi ve su içmeyi terkeden bir kimse gibidir (!) Böyle yapmanın zühdle alâkası yoktur. Çünkü bunları terketmekle bedenin yok olması sözkonusudur. Aynen bunun gibi evlenmeyi terketmekte de zürriyetin kesilmesi sözkonusudur. Bu bakımdan başka bir âfet korkusu olmaksızın sadece lezzet hakkında zühd göstermekten dolayı evlenmeyi terketmek caiz değildir. Şüphesiz ki Sehl de bunu kastediyordu. Bunun için Hazret-i Peygamber evlendi. Bu durum sabit olduğu zaman kimi kadınların çokluğu Allah'tan meşgul etmezse, onların ıslahı ile kalbi meşgul olmazsa, onlara nafaka vermek kendisini ibâdetten alıkoymazsa sadece cinsî münasebetin ve kadınlara bakışın lezzetinden sakınarak kadınlar hakkında zâhidlik yapması mânâsızdır. Fakat peygamberlerin ve velî olan kulların haricinde olan bir kimse için, bu ne zaman düşünülebilir? Birçok kimseyi kadınların çoğu meşgul eder. O halde kendisini meşgul ederse, evlenmeyi temelinden bile bırakması uygundur. Eğer kendisini meşgul etmezse ve kadınların çok olmasının kendisini meşgul etmesinden veya kadının güzelliğiyle kendisini meşgul etmesinden korkarsa, güzel olmayan bir kadını nikâh edip bu hususta kalbini gözetmelidir.
Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Kadınlar hakkında zühd, güzellik bakımından düşük veya öksüz kadını, güzel ve soylu kadına tercih etmesi demektir'.
Cüneyd şöyle demiştir: Yeni başlayan mürîd için üç şeyle kalbini meşgul etmemesi güzeldir. Aksi takdirde hali değişir.
1. Kazanç,
2. Hadîs talep etmek,
3. Evlenmek.
Yine şöyle demiştir: 'Sûfî için yazmaması ve okumaması güzeldir. Çünkü bu durum, sûfînin himmetinin derli toplu kalmasına daha elverişlidir'.
Bu bakımdan evlenmenin lezzetinin, yemenin lezzeti gibi olduğu tebellür ettiğinde insanı Allah'tan meşgul eden herşey bu iki hususta da mahzurludur.
VI. Mal-Mertebe
Altıncısı vesiledir. Zarûri olan altıncı şey, bu sayılan beş şeye vesile olan şeydir. O da mal ve mertebedir. Mertebe'nin mânâsı; kalplerde yer edinmek için kalpleri elde etmektir. Böylece hedeflerinde ve işlerinde o kalplerden yardım görmeyi düşünür. Kim bütün ihtiyaçlarını tek başına gidermeye muktedir değilse, kendisine hizmet eden birine muhtaçsa, hiç kuşkusuz hizmetçinin kalbinde bir mertebe edinmeye mecbur olur. Çünkü hizmetçi onu saymazsa hizmetini yapmaz. Kalplerde kıymetinin olması mertebe demektir. Bunun yakın bir başlangıcı vardır. Fakat bu, insanı derinliğinin dibi olmayan bir çukura doğru sürükleyip götürür. Çünkü korunun etrafında dolaşırsa koruya girmesi pek yakın olur! Evet, insan ya bir fayda için veya zararı defedip zulümden kurtulmak için kalplerde mevkî edinmeye muhtaç olur. Faydaya gelince, mal insanı ondan mütağni kılar. Çünkü ücretle hizmetçi çalıştıranın hizmeti yapılır isterse çalışanın nezdinde onun hiçbir değeri olmasın. Ancak ücretsiz çalıştırdığının kalbinde mevkî edinmeye muhtaçtır. Zararın define gelince, Bunun için de adaletin tam kemâle ermediği bir memlekette veya kendisine zulmeden komşular arasında mertebeyi elde etmek için ona muhtaç olur. Çünkü içinde bulunduğu insanların şerrini ancak kalplerini elde etmek veya sultanın yanında büyük bir nüfuza sahip olmak sûretiyle defedebilir. Bu husustaki ihtiyacın miktarı sınırlandırılamaz. Hele buna korku ve neticeleri kötü olan düşünceler de eklenirse mevkîye olan ihtiyaç daha da artar! Mevkî ve mertebe talebine dalan bir kimse tehlikeli yolun yolcusudur. Halbuki zahidliğin gereği kalplerde takdir kazanmak için çalışmamaktır. Çünkü zâhidin din ve ibâdetle iştigal etmesi, kalplerde kâfirler arasında olsa dahi kendisinden eziyeti uzaklaştıran bir mevkî sağlar.
Acaba müslümanlar arasında olursa nasıl olur? Çalışmaksızın elde edilen şey üzerine bina edilen mertebeyi daha fazla elde etmek için muhtaç olunan takdirlere, faraziye ve vehimlere gelince, onlar yalan vehimlerden ibaret şeylerdir; zira mertebe ve mevkî isteyen de bazı hallerde eziyetten kurtulamaz. Bunun tedavisi tahammül etmektir. Bu sıkıntıyı sabretmekle tedavi etmek, mertebeyle tedavi etmekten daha evlâdır. Durum bu iken kalplerde mevkî talep etmek, asla ruhsatlı değildir. Çünkü azı, insanı çoğuna götürür. Bunun zararı içkinin zararından daha korkunçtur. Bu bakımdan hem azından, hem de çoğundan sakınmak gerekir. Mala gelince, geçim için mal zarurîdir; elbette yeterli malı kastediyorum. Eğer kişi çalışan bir kimse ise, çalışıp günlük nafakasını temin edince, derhal çalışmayı terketmesi uygundur. Seleften biri iki habbe kazandığı zaman sergisini toplayıp giderdi. Bu, zühdün şartıdır. Eğer günlük nafakasını geçip bir senelik yiyeceğini kazanıncaya kadar çalışırsa, zâhidliğin en düşük derecesinden bile çıkmış olur. Eğer gayri menkulü varsa tevekkül hususunda yakîne sahip değilse, bir sene yetecek kadar kârını yanında bırakırsa, böyle yapmakla zühdden ayrılmış olmaz. Fakat şu şartla ki bir senelik nafakasından fazla olanı sadaka vermesi gerekir. Ancak böyle yaptığında zâhidlerin zayıflarından sayılır. Eğer Üveys-i Karanî'nin (radıyallahü anh) şart koştuğu gibi tevekkül, zühd'de şart koşulursa bu kişi zâhidlerden olamaz.
Bizim daha önce 'zâhidlerin hududunu aşmış olur' demekteki gayemiz, âhirette zâhidler için va'dedilen güzel makamlara varamaz demektir. Yoksa fuzulî ve çokluktan ibaret olan birtakım şeyler hakkında zühde yapışmış ise onlara nisbeten kendisine zâhid de denir. Tek başına olan bir insanın bütün bunlardaki durumu, aile sahibi olan bir kimsenin işinden daha hafiftir.
Ebû Süleyman demiştir ki: 'Kişinin aile efradını zâhidliğe zorlaması uygun değildir. Onları zâhidliğe davet eder. Eğer icabet ederlerse ne âlâ! Aksi takdirde, onların yakasını bırakıp kendisi dilediği şekilde hareket eder'.
Bu sözün mânâsı, şart koşulan sıkıntının sadece zâhide mahsus oluşudur. Zâhid bunu bütün aile efradına teşmil edemez. Evet! Normalin hududunu aşan hususlarda onlara uymaması uygundur. Bu hususu, Hazret-i Peygamber'den öğrenmelidir; zira Hazret-i Peygamber Fâtıma'nın kapısına perde asıldığını, elinde bilezik olduğunu görünce geri dönmüştür. Çünkü bunlar zarurî ihtiyaç değil süstür. Fakat Fâtıma'yı bunları terketmeye zorlamamıştır.
Madem durum budur, insanın kendisine mecbur olduğu mevkî ve malı edinmesi mahzurlu değildir. Fakat ihtiyaçtan fazlası öldürücü zehirdir. Sadece zarurî miktarla yetinmek faydalı ilaç gibidir. Bu ikisinin arasında, biri diğerine benzeyen çok dereceler vardır. O derecelerden, zaruretten fazla olanları her ne kadar öldürücü zehir değilse de zarar vericidir. Zarurete yakın olan ise, her ne kadar faydalı ilaç gibi değilse de yine de faydalıdır. Zehirin içilmesi mahzurludur. İlacın ise alınması farzdır. Bu ikisinin arasında bulunanların durumu şüphelidir. Bu bakımdan ihtiyatlı davranan bir kimse nefsi için yapmıştır. Gevşeklik gösteren bir kimse ise yine nefsinin aleyhinde gevşeklik göstermiştir.
Çünkü bir kimse dini için ihtiyatlı davranır, şüpheliyi bırakıp şüphesize giderse, nefsini zarurî olanın darlığına gönderirse, o, en kuvvetli kulpa yapışmış bir kimsedir. Şüphesiz kurtuluşa eren zümredendir. Zarurî miktarla iktifa eden bir kimsenin dünyaya nisbet edilmesi caiz değildir. Aksine dünyanın bu miktarı dinin ta kendisidir. Çünkü bu miktar dinin şartıdır. Şart ise meşrûtun cümlesindendir.
Buna Hazret-i İbrahim'den gelen şu rivâyet delalet eder: İbrahim'in (aleyhisselâm) bir ihtiyacı başgösterdi. Bir dostuna gidip borç istedi. Dostu ona borç vermeyince üzüntülü olarak geri döndü. Bunun üzerine Allahü teâlâ kendisine vahiy göndererek şöyle dedi: 'Eğer dostundan (Allah'tan) isteseydin muhakkak verirdi'. Hazret-i İbrahim 'Yarab! Senin dünyadan nefret ettiğini biliyordum. Bunun için dünyanın bir şeyini senden istemekten korktum' dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'İhtiyaç dünyadan değildir ki!'
Madem ki durum budur, ihtiyaç miktarı dindendir. Onun dışında kalan ise günahtır. Dünyada da günah ve sıkıntı vericidir.
Zenginlerin hallerini ve mal derlemek ve korumak hususundaki zilleti kabul etmelerindeki durumlarını gören bir kimse bunu bilir. Zenginin malla saadetinin son haddi, malı vârislerine terkedip onların malı yemesini sağlamaktır ve o zaman da vârisler kendisine düşman olurlar. Bazen de onun bıraktığı mal ile günah işlerler. İşte bu takdirde o da o günahları işlemekte onlara ortak olur. Bu sırra binaen dünya malını toplayıp şehvetlerin arkasına takılan bir kimse ipek böceğine benzetilmiştir. Bu böcek durmadan, kendisi için ipek örer. Sonra ördüğü kozadan çıkmak ister. Fakat yol bulamaz. Kendi yaptığı yüzünden helâk olup gider! Bu bakımdan dünya şehvetlerine tâbi olan herkes de böyledir. O da kalbini meylettiği zincirleriyle sağlamca bağlar. Öyle ki kendisini bağlayan zincirler birbirini takviye etmektedir. Bu bakımdan mal, mevkî, aile efradı, evlat, düşmanların sevinmesi, dostların aynası ve diğer dünya lezzetleri onu bağlar. Eğer bu hususlarda yanıldığını sezip, dünyadan çıkmak isterse çıkamaz. Kalbinin, kırılması mümkün olmayan zincir ve bukağılarla bağlı bulunduğunu görür. Eğer kendi iradesiyle sevdiklerinden birini terkederse, nefsini öldürmeye yaklaşır. Bu durum ölüm meleği gelip de kendisini bütün dostlarından ayırıncaya kadar devam eder. O zaman onun kalbinde zincirler elden çıkan ve geride bırakılan dünya ile bağlı kalır! O zincirler onu dünyaya, ölüm meleğinin pençeleri de onun kalbinin damarlarına geçmiş olarak onu âhirete çeker. Bu bakımdan ölüm çağında onun en kolay durumu testere ile biçilen, parçalarının biri çekilmek sûretiyle diğerinden ayrılan bir şahsın durumu gibi olur! Testere ile ikiye bölünen bir kimsenin bedenine o elem verici alet dokunur. Fakat eseri bakımından sirayet yoluyla kalbi bundan elem duyar. Acaba önce kalbin derinliğine sirayet yoluyla değil de direkt bir şekilde yerleşen elem hakkında ne düşünürsün? İşte a'lâ-yı illiyyine inip âlemlerin rabbinin komşuluğunda bulunmanın elden kaçmasının hasretini çekmeden önce ilk rastladığı azap budur. Bu bakımdan dünyaya dalan kişi Allah'ın mülâkatından perdelenir. Perdelenme anında cehennem ateşi ona musallat olur; zira ateş, ancak perdelenmiş bir kimse üzerine musallat olur.
Hayır, onların işleyip kazandığı şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur. Hayır! Doğrusu o gün onlar, rablerinden perdelenmiştir. Sonra onlar elbette cehenneme gireceklerdir. (Mutaffîfîn/14-16)
Görüldüğü gibi Allahü teâlâ, ateşle yapılan azabı perdelenmenin elemine bağlamıştır. Perdelenmenin elemi, ateş olmasa da ceza bakımından insana yeter de artar! Ona bir de ateş ilave edilirse acaba durum nasıl olur! Allah'tan, Hazret-i Peygamber'in ruhuna üflenen şeyi kulaklarımıza yerleştirmesini dileriz; zira Hazret-i Peygamber'e şöyle denilmiştir:
Sev sevdiğini! Muhakkak onlardan ayrılacaksın!149
Zikrettiğimiz misâlin mânâsı hakkında şair şöyle söylemiştir: 'İpek böceği gibi çok çalışır. Durmadan örer, fakat ördüğünün arasında üzüntülü bir şekilde can verir!'
Allah'ın velî kulları, insanın kendini, nefsinin hevasının arkasına takılmak sûretiyle ipek böceğinin nefsini helâk ettiği gibi helâk ettiğini müşahede ettiklerinde dünyayı tamamen bıraktılar.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Bedir savaşına iştirak eden yetmiş kişiyi gördüm. Sizin haram kılınan şeyler hakkındaki zâhidliğinizden daha fazla kendilerine helâl kılınan şeyler hakkında zâhidlik yaparlardı'. Başka bir lâfızda "Sizin bolluk ve genişlikten sevindiğinizden daha fazla belâya sevinirlerdi. Eğer onları görseydiniz. 'Bunlar delidir!' derdiniz. Onlar da sizin hayırlılarınızı görseydiler 'Bunların Allah katında hiçbir nasibi yoktur' derlerdi. Eğer sizin şerlilerinizi görseydiler 'Bunlar hesap gününe îman etmemişlerdir' derlerdi", şeklinde vârid olmuştur.
Onlardan birine helâl mal gelir, onu almaz ve 'Kalbimi ifsâd edeceğinden korkuyorum' derdi. Bu bakımdan kalp erbabı olan bir kimse, şüphesiz ki kalbinin fesada gitmesinden korkar. Kalpleri dünya sevgisiyle ölen kimselere gelince, Allah onlardan haber vererek şöyle buyurmuştur:
Bizimle buluşmayı ummayanlar dünya hayatına razı olup onunla bizim ayetlerimizden gaflet edenler. . . (Yunus/7)
Kalbini bizi anmaktan alıkoyup nefsinin arzusuna uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme! (Kehf/28)
(149) Daha önce geçmişti.
Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevir. İşte onların ilimden erişebildikleri (sınır) budur. (Necm/29-30)
Allahü teâlâ bütün bunları gaflet ve ilimsizliğe hamletmiştir.
Bir kişi Hazret-i Îsa'ya 'Seyahatında beni de beraberinde götür' deyince şöyle demiştir: 'ınalını elden çıkar! Bana yetiş!' Kişi 'Buna gücüm yetmez' dedi. Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle dedi: 'Zengin hayretle veya şiddetle cennete girer!'
Bazıları şöyle demiştir: "Ziyası yayılan hiçbir gün yoktur ki o günde dört melek göklerin âfakında bağırmasın. Onların ikisi doğuda, ikisi de batıda bağırır. Doğuda olanların biri der ki: 'Ey hayrı talep eden! Gel! Ey şerri talep eden! Talebini kısalt!' Diğeri der ki: 'Yarab! Malını infak edene, infak edilenin yerini dolduracak miktarı ver! Malını sımsıkı tutanın malını telef eyle!' Batıda olanların biri 'Ölmek için çoğalıp üreyiniz! Harap olması için inşa ediniz!' der. Diğeri de 'Hesabın uzunluğu için yeyiniz, lezzetleniniz! der".
99) İbn Mâce
100) Daha önce geçmişti.
101) Daha önce geçmişti.
102) Deylemî
103) el-Hamedânî, kendisine Umeyr de denir. Güvenilir bir âlim olan bu zat Muaviye döneminde vefat etmiştir.
104) İmâm-ı Ahmed
105) İbn Mâce
106) Ebû Yâ'lâ
107)
108) Ebû Şeyh
109) Bureyre, Ensar'dan bir kavmin cariyesi idi. Hazret-i Âişe'ye hizmet ederdi,
110) Müslim, Buhârî
111) Müslim, (Seleme b. Ekva'dan)
112) Adl Ebû Cehm b. Huzeyfe b. Gânem el-Kureşî'dir. Fetih günü müslüman olmuştur. Kureyş'in en yaşlısı ve sözü dinlenir kimselerindendi.
113) Müslim, Buhârî
114) Daha önce geçmişti.
115) Daha önce geçmişti.
116) Ebû Dâvud et-Tayalisi, Taberânî
117) Ebû Bekir b. Lâl
118) İyad b. Gânem'den
119) Ebû Ya'lâ
120) Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce
121) Tirmizî
122) İmâm-ı Ahmed, İbn Mâce
123) Tirmizî
124) Ensar'ın Evs kabilesindendir. Önce Uhud'a, sonra Hendek savaşına katılmış ve H. 73'de vefat etmiştir.
125) İmâm-ı Ahmed
126) İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvud ve Taberânî, (hadîs-i merfû olarak bir benzeri) ; 'Kim kendisini bir kavme benzetirse, o onlardandır!'
127) Taberânî
128) Mâlik, Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn Hıbbân
129) Basralı bir âbiddir ve H. 31'de vefat etmiştir.
130) Taberânî, (Ebû Aliyye'den)
131) Ebû Dâvud, (Enes'ten)
132) İbn Hıbbân
133) Ebû Dâvud
134) Ebû Dâvud, Tirmizî
135) Doğrusu Saffan b. Muharriz'dir. Mâzinî kabilesinden olan bu zat, Basralı bir âbiddir. H. 74'de Abdülmelik'in hilafeti döneminde vefat etmiştir.
136) Taberânî
137) Ebû Dâvud
138) Ebû Dâvud
139) Adı Ebû Muhammed el-Asrem el-Mekkî'dir. Güvenilir bir âlimdir. H. 126'da vefat etmiştir.
140) Ebû Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce
141) Tirmizî, Şemâil
142) Müslim ve Buhârî
143) Ensar'ın Evs kabilesindendir. Hazret-i Ömer kendisini takdîr ettiği için 'biricik şahıs' mânâsına gelen 'Nesîcu vahdehu' derdi. Ölünceye kadar Hazret-i Ömer tarafından Hıms valiliğine tayin olundu. Kendisi zâhidlerdendir.
144) Ebû Nuaym, Hilye
145) Irâkî hadîsi bu ibare ile görmediğini söylemektedir.
146) Tirmizî
147) İbn Hıbbân
148) İbn Hıbbân
34-15
Zühd'ün Alâmetleri
Bazen her malı terkeden zâhiddir zannedilir. Oysa hiç de öyle değildir; zira zâhidlikle övünmeyi seven bir kimse için malı terketmek, sıkıntılı yaşayışı belirtmek pek kolaydır. Ruhbanlardan niceleri vardır ki hergün nefislerini az bir yemeğe mecbur edip kapısız bir kiliseye kapanmışlardır. Onların sevinci, halkın hallerini bilmesidir. Halkın kendilerine takdirle bakıp övmesidir. Böyle yapmaları, kesinlikle zühd'e delâlet etmez. Hem mala hem de mertebeye zâhidlik yapmak gerekir. Hatta nefsin dünyadan lezzetleri varken zühd kemâle ermez. Oysa güzel yün elbiseler giymelerine rağmen bir cemaat zâhidlik iddia etmişlerdir.
Nitekim Havvâs, bu iddiacıları vasfetmek maksadıyla demiştir ki: "Bir kavim vardır ki zühdü iddia ettiler. Elbisenin en iyisini giydiler. Bununla halkın gözünü boyamak istediler ki elbiselerinin nisbetinde kendilerine hediyeler verilsin ve fakirlere bakılan gözle kendilerine bakılıp da tahkir edilmesinler. Fakirlere verildiği gibi kendilerine verilmesin. Zâhid olduklarına, ilme ve sünnete tâbi oldukları halde malların kendilerine geldiği, fakat kendilerinin ondan sıyrıldıkları ile delil getirmişlerdir. 'Biz ancak eşyayı başkasının ihtiyacı için alıyoruz' derler. Onlardan hakikatler istenildiğinde ve darlıklara zorlandıklarında böyle söylerler. Oysa bütün bunlar din vasıtasıyla dünyayı isteyen kimselerdir. Ne kalplerini tasfiye etmeye, ne de ahlâklarını temizlemeye hiçbir zaman önem vermemişlerdir. Onların sıfatları üzerlerinde belirmiş, kendilerini mağlûp etmiş ve bunu da kendileri için bir 'hâl' olarak iddia etmişlerdir. Oysa onlar dünyaya meyyal, hevâ-i nefse tâliptirler". Madem ki durum budur, öyleyse zühdün bilinmesi zor bir meseledir. Hatta zühd hali zâhide bile müşkil gelir. Bu bakımdan zâhid, iç âleminde, üç alâmete dayanmalıdır:
Bir
Birinci alâmet, mevcutla sevinmemesi ve yok olandan dolayı üzülmemesidir.
(Başınıza gelen olayları, önceden bir kitaba yazdık ki) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve (Allah'ın) size verdiğiyle sevinip şımarmayasınız. Çünkü Allah, kendini beğenip övünen kimseleri sevmez. (Hadîd/23)
Belki tam bunun zıddı olmalıdır; yani var olana üzülmek, yokluğa sevinmek.
İki
İkinci alâmet kendisini öven ile kötüleyenin, yanında bir olmasıdır. Birinci alâmet, mal hakkındaki zühdün alâmetidir. İkinci alâmet ise, mertebe hakkındaki zühdün alâmetidir.
üç
Üçüncü alâmet Allah'a olan ünsiyeti olmalı, kalbine ibâdetin sevgisi galip gelmelidir; zira kalp, sevginin tadından uzak değildir: ya dünya veya Allah sevgisi. . . Bunların ikisi kalpte, fincandaki su ile hava gibidir. Su fincana girince hava çıkar. İkisi bir arada olmaz. O halde, kim Allah'a ünsiyet vermişse, ancak Allah ile meşgul olur, O'ndan başkasıyla meşgul olmaz.
Bu sırra binaen bir zâta birileri hakkında şöyle denildi: 'Zâhidlik onları nereye kadar götürdü?' Cevap olarak dedi ki: 'Allah'a ünsiyet etmeye kadar götürdü. Dünya ile Allah'a ünsiyet bir arada olmazlar'.
Marifet ehli demişlerdir ki: 'Îman kalbin zâhirine yapıştığında, kalp hem dünyayı, hem de âhireti birden sever ve ikisine de çalışır. Îman kalbin derinliklerine dalıp nüfuz edince, kalp dünyadan nefret etmeye başlar ve dünyaya bir defacık dahi dönüp bakmaz ve dünya için çalışmaz'.
Bu sırra binaen Hazret-i Âdem'in duasında şöyle vârid olmuştur: 'Ey Allah'ım! Kalbimin derinliklerine nüfuz eden bir îman istiyorum!'
Ebû Süleyman şöyle demiştir: 'Nefsiyle meşgul olan bir kimse, halktan yüz çevirir. Bu ise, amel edenlerin makamıdır. Rabbiyle meşgul olan bir kimse ise, nefsinden yüz çevirir. Bu ise, âriflerin makamıdır. Zâhid bir kimse ise, bu iki makamdan birinde bulunmalıdır. Zâhidin birinci makamı nefsini nefsi ile meşgul etmesidir. Bu durumda övgü ile yergi, varlık ile yokluk, zâhidin nazarında birdir. Elinde biraz malı olduğu için zâhidliği yoktur denilemez'.
İbn Ebî Havarî der ki: Ebû Süleyman'a sordum:
- Dâvud et-Tâî zâhid miydi?
- Evet!
- Oysa kulağıma geldiğine göre, babasından yirmi dinar almış ve o yirmi dinarı yirmi sene kendi nefsine harcamış. Yirmi sene bunu elinde tutan bir kimse nasıl zâhid olur?'.
- Sen ondan zühdün hakîkatine varmayı mı kasdettin?
Ebû Süleyman hakîkatten gayeyi kasdetmiştir. Çünkü nefis sıfatlarının çokluğundan, zühdün varılabilecek bir sonu yoktur. Zühd ancak bütün sıfatlarda zâhid olmak sûretiyle tamamlanır! Bu bakımdan dünyada herhangi birşeye kudreti olduğu halde, bunu kalbinin ve dininin korkusundan bırakan bir kimse, o şeyi bıraktığı nisbette zâhiddir. Zühdün en son noktası, Allah'tan başka herşeyi bırakmaktır. Hatta bir taşı bile Îsa (aleyhisselâm) gibi yastık yapmamaktır.
Allahü teâlâ'dan dileğimiz, zühdden az da olsa, bize bir nasip vermesidir. Çünkü bizim gibiler, zühdün son noktasını ummaya cesaret edemez. Her ne kadar Allah'ın fazlından ümidi kesmek ruhsatlı değilse de. . . Biz Allah'ın bize vermiş olduğu nimetlerin büyüklüklerini düşündüğümüzde, biliriz ki Allahü teâlâ'ya hiçbir şey büyük gelmez. Bu bakımdan her kemâli, cömertliğine yaslanarak Allah'tan istemekte bir mahzur yoktur. Madem ki durum budur, zühdün alâmeti, fakirlik, zenginlik, izzet, zillet, övgü ve yerginin eşit olmasıdır. Bu da Allah'a olan ünsiyetin galebe çalmasından doğar. Bu alâmetten birçok alâmetler doğar. Dünyayı terketmek ve ona sahip olana aldırmamak gibi. . .
Denildi ki: 'Zühdün alâmeti, dünyayı olduğu gibi terketmektir'. Bu bakımdan 'Ben tekke yapacağım veya cami imar edeceğim' dememelidir.
Yahya b. Muaz dedi ki: 'Zühdün alâmeti, var olanla cömertlik yapmaktır!'
İbn Hafif şöyle demiştir: 'Zühdün alâmeti, mülkten sıyrılmakla rahat bulmaktır'. Yine şöyle dedi: 'Zühd, tekellüfsüz bir şekilde dünyadan nefsi uzaklaştırmaktır!'
Ebû Süleyman şöyle demiştir: 'Yün giymek, zühdün alâmetlerinden biridir'.
Bu bakımdan, kalbinde beş dirhemin rağbeti olduğu halde üç dirhem kıymetinde bir yün elbiseden daha pahalısını giymemelidir.
Ahmed b. Hanbel ve Süfyân es-Sevrî şöyle demişlerdir: 'Zühdün alâmeti emeli kısaltmaktır'.
Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: 'Zâhid kişi, nefsinden başka şeyle meşgul olduğunda hayatı bulanır. Arif kişi de nefsi ile meşgul olduğunda hayatı bulanır!'
Nasr el-Abazî150 dedi ki: 'Zâhid, dünyada gariptir (azdır) , ârif ise âhirette gariptir'.
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: "Zühdün alâmeti üçtür: İlletsiz (nedensiz ve niçinsiz) bir amel, tamahsız bir söz ve riyasetsiz bir izzettir'. Yine şöyle demiştir: 'Allah için zâhid olan bir kimse, (kalbi dünyanın zilleti ile dolu olduğundan) sana sirke ile hardal danesini koklatır. Arif ise misk ve anberi. . . (Çünkü kalbi mârifetullah ile doludur) '.
Bir kişi Yahya'ya 'Ben ne zaman tevekkül dükkânına girip zühd'ün abasını giyip zâhidlerle beraber oturacağım?' diye sorunca, cevap olarak dedi ki: 'Gizlice nefsine verdiğin riyazet hususunda, Allah senden üç gün rızkı kestiğinde, nefsinde zayıf düşmeyecek raddeye vardığında. . . Bu dereceye yükselmediğin takdirde, zâhidlerin sergisi üzerinde oturman cehalettir. Bununla beraber rezil olmayacağından da emin değilim!'
Yine şöyle demiştir: 'Dünya gelin gibidir. Kim onu arzularsa onu süsler. Dünya hakkında zâhid olan kişi ise, onun yüzünü karartır, tüylerini yolar, elbiselerini yırtar. Arif kişi ise Allah ile meşgul olur. Dünyaya iltifat bile etmez'.
Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: 'Zühd'ün bütün gereklerini yaptım. İstediğime vardım. Ancak insanlar hakkındaki zühd'e varamadım ve buna gücüm de yetmedi'.
Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: Allahü teâlâ şerrin tamamını bir eve tıktı. Ona dünya sevgisini anahtar yaptı. Hayrın tamamını bir eve bırakıp zühd'ü de ona anahtar yaptı!'
İşte zühd'ün hakîkat ve hükümlerinden zikretmek istediğimiz şeyler bu kadardır. Madem ki zühd ancak tevekkül ile tamamlanır, o halde Allah'ın izniyle biz de Tevekkül bölümüne geçelim!
150) Adı Ebû Kasım İbrahim b. Muhammed'dir. Horasan'ın şeyhi idi. Şiblî'nin sohbetinde bulunmuştur. Muhaddis ve sûfî bir imamdı. Mekke'de H. 376'da vefat etmiştir.