İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | FAKR VE ZÜHD 2

 Giriş

34-9

Fakirin Fakirlikteki Âdâbı

İstemeksizin Kendisine Verileni Kabul Etmekte Fakir'in Riayet Edeceği Âdâb

Bişr el-Hafî derdi ki: 'Fakirler üç kısımdırBir fakir vardır ki ne dilenir, ne de kendisine verildiği zaman alırBu fakir, ruhânilerle İlliyyin'dedir.

Bir fakir vardır ki dilenmez, kendisine verildiğinde alırBu fakir, Firdevs cennetlerinde mukarrebîn'le beraberdirBir fakir vardır ki ihtiyaç anında dilenirBu fakir de ashâb-ı yemîn' den olan sıddîklarla beraberdirÖyleyse bütün âlimler dilenmenin kötü olduğunda, ihtiyaca rağmen mertebe ve dereceyi düşürdüğünde ittifak etmişlerdir.

Şakîk el-Belhî, İbrahim b. Edhem Horasan'dan yanına geldiğinde ona şöyle dedi:

- Horasan'daki arkadaşlarını ne şekilde bıraktın?

- Onları şöyle bir durumda bıraktım: Eğer kendilerine verilirse şükrederler, verilmezse sabrederler.

İbrahim onları, dilenmeyi terketmeklevasıflandırdığı zaman kendilerini övdüğünü zannetti.

- Ben de aynen senin dediğin gibi, Belh'teki köpekleri o şekilde bırakıp geldim.

- Ey Ebû İshak! O halde, sence fakir nasıl olmalı?

- Fakirler verilmezse şükreder, verilirlerse infak ederler.

Bunun üzerine İbrahim, Şakîk'in başını öpüp 'Doğru söyledin hocam!' dedi.

Madem ki durum budur, öyle ise dilenmek, şükür, sabır ve rıza hakkında hâl sahiplerinin dereceleri pek çokturBu bakımdan âhiret yolunun yolcusuna bu dereceleri, bu derecelerin kısımlarını ve değişik durumlarını bilmek gerekir; zira bunları bilmediği takdirde, derecelerin düşüklerinden yücelerine çıkamaz.

Esfel-i sâfilîn'den a'lâ-yı illiyyîn'e yükselemezOysa insan 'ahseni takvîm' üzere yaratılmıştır. Sonra esfel-i safilîn'e gönderilmiştir. Sonra a'lâ-yı illiyyîn'e çıkmakla emrolunmuşturKim alçaklık ile yükseklik arasını ayırdetmeye güç yetiremiyorsa, asla terakkiye gücü yetmez.

Şüphe esasında bunu bilen hakkındadır; zira o bile bazen terakki edemezHallerin sahiplerine ise, sülûk esnasında bazen bir hâl galebe çalar ki o hâl, dilenmenin onların derecelerinde yükseltici bir rol oynamasını gerektirirFakat bu da ancak onların hallerine nisbeten böyledir; zira bu gibi ameller niyetlere bağlıdır.

Biri dedi ki: Ebû İshak Ahmed bMuhammed en-Nûri'yi65 gördümElini uzatır, bazı yerlerde halktan dilenirdiBen onun bu hareketini büyük bir hata sayıp kınadımCüneyd'e gelip onun bu durumunu söyledimCüneyd 'Bu sana tuhaf görünmesin! Zira en-Nûrî, halktan alıp halka vermek için dilenmiştirHalkı sevap sahibi kılmak için dilenmiştirOnlar, ona zararı dokunmadan ecir sahibi olurlar' dedi.

Sanki Cüneyd-i Bağdadî, bu sözüyle Hazret-i Peygamber'in şu hadîs-i şerîfine işaret etmiştir:

Verenin eli, yüce elin ta kendisidir66

Seleften biri şöyle demiştir: 'Veren el, malı alan eldirÇünkü sevabı veren odurTakdir onun içindir, onun aldığı mal için değildir'.

Sonra Cüneyd şöyle buyurmuştur: 'Teraziyi getir' dedi ve yüz dirhemi tarttı. Sonra bir avuç alıp o yüz dirhemin üzerine atarak dedi ki: 'Bunları al, en-Nûrî'ye götür!' Ben içimden dedim ki: 'Birşey, miktarı bilinsin diye tartılırCüneyd, hakîm bir kişi olduğu halde nasıl miktarı belli olmayan bir malı tartılan malakattı?' Utandığım için Cüneyd'e bu durumu sormadımKeseyi alıp en-Nûrî'ye götürdüm'Teraziyi getir!' dediYüz dirhemi tartıp aldı"Bu fazlalıkları Cüneyd'e götür ve ona 'Ben senden artık hiçbir şey kabul etmem!' de" dediBöylece Cüneyd yüz dirhemden fazlasını geri aldıHayretim gittikçe arttıBu durumu en-Nûrî'ye sordumDedi ki: 'Cüneyd hakîm bir kişidirİstiyor ki ipin iki tarafını da elde etsinYüz dirhemi nefsi için tarttı. Sonra tartısız olarak sadece Allah için bir avucu tartılanın üzerine attıBen ise Allah için olanı aldımCüneyd'in kendi nefsi için verdiğini geri çevirdim!' O parayı Cüneyd'e verdiğim zaman ağlayarak şöyle dedi: 'ınalını aldı, malımızı geri çevirdiYardım eden Allah'tır!'

Onların kalplerinin ve hallerinin nasıl saflaştığına dikkat ediyor musun? Allah için olan amelleri nasıl riyadan kurtulmuştur? Hatta onların her biri, konuşmadan arkadaşının kalbini müşahede ederFakat onlar kalplerin görüşmesi, sırların münâcatı ile konuşurlarBu da helâl yemenin, kalbi dünya sevgisinden boşaltıp bütün gayretiyle Allah'a yönelmenin neticesidirKim bunu, yolunu denemeden önce inkâr ederse, o kimse cahildirTıpkı müshil'in ilaç olduğunu içmeden inkâr eden bir kimse gibi. . .

Kim çok çalıştıktan sonra da vasıl olmayıp bu durumu inkâr ederse başkası da varamaz derse bu kimse tıpkı müshile benzeyen ilacı içen ve müsbet tesirini görmeyen bir kimse gibidirBu kimse, müshilin ilaç oluşunu inkâr ederBu kimsenin, cahilliği birincisinden daha hafifse de cehaletten doldurulmuş bir yükten uzak değildirBelki basîret sahibi, iki kişiden biridir: Ya âhiret yoluna devam etmiş, başkalarına belirdiği gibi ona da belirmiştirBu kimse zevk ve mârifet sahibidir ve Ayn'el-yakîn derecesine vâsıl olmuştur, veya âhiret yolunda yürüyememiş veya yürümüş de hedefe varamamıştırFakat ona îman etmiş onu doğrulamıştır.

Bu kimse de 'ilm'el-yakîn' sahibidirBu kimse her ne kadar 'ayn'el-yakîn' derecesine varmamışsa da 'ilm'el-yakîn'de bir rütbesi vardırBu rütbe 'ayn'el-yakîn' rütbesinden aşağı olsa bile yine de bir rütbedirKim 'ilm'el-yakîn' ve ayn'el-yakîn'den uzak ise, o kimse, Mü'minler zümresinin haricindedirKıyâmet gününde inkâr edici ve mütekebbir olanlarla beraber haşredilirOnlar öyle inkâr ediciler ki zayıf kalpleri ölü ve şeytanın tâbileridirBu bakımdan Allahü teâlâ'dan dileğimiz, bizi ilimde rasih olup 'Ona îman ettik, hepsi rabbimizden gelmiştirAncak akıl sahipleri bunu anlarlar' diyenlerden eylemesidir.

65) Bağdad'da doğdu ve büyüdü. Aslen Begavîlidir. Cüneyd'in çağdaşlarındandı. H. 295'de vefat etmiştir .

66) Müslim, (Ebû Hüreyre'den)

34-10

Zühd'ün Hakikati

Zühd'ün Hakîkati, Fazileti, Dereceleri, Kısımları; Yemek, Elbise, Mesken, Ev Eşyası Hususunda Zühd'ün Tafsilâta, Geçim Çeşitleri ve Zühd'ün Alâmeti

Zühd, dünyada, sâlihlerin şerefli makamlarından birisidirDiğer makamlar gibi bu makam da ilimhal ve amel'den oluşur; zira îmanın bütün kapıları selefin dediği gibi akd, söz ve amel'e açılır; yani bunlar etrafında dönüp dolaşırŞöyle ki; burada adeta söz, hâl'in ortaya çıkması için, onun yerine geçmiştir; zira onunla bâtın (gizli) bir hal ortaya çıkarYoksa burada bizzat söz'ün kendisi kastedilmemiştirBir hal'den sâdır olmayan (çıkmayan) söz'e 'îman' değil 'islâm' adı verilirİlim, hal hakkında 'sebeb'in ta kendisi olup meyve veren (ağaç) gibidirHal'in amel kısmı ise, meyve yerine geçerBu bakımdan biz hal'i, ilim ve amel 'den ibaret olan iki tarafıyla birlikte ele alalım.

Hâl'den gayemiz; zühd diye adlandırılan şeydirBu da bir şeyden yüz çevirip onu kendisinden daha hayırlı olan bir başka şeye döndürmekten ibarettirBu bakımdan bir bedel, alış veriş veya başka şeyler karşılığında herhangi bir şeyden dönüp daha başka bir şeye yönelen kimse, ancak birincisinden vazgeçtiğinden dolayı dönmüş olur. İkincisine ancak rağbeti olduğundan dolayı yönelmiştirBu bakımdan kendisinden vazgeçilen şey açısından bakılan hale zühd adı verilirKendisine yönelinen şey açısından da rağbet ve hubb adını alırZühd hali, bir şeyden yüz çevirerek ondan daha hayırlı bir şeye yönelmektirAncak kendisinden yüz çevirilerek vazgeçilen şey'in de rağbet edilen bir yanının bulunması şarttırYoksa zaten rağbet edilmeyen bir şeyden yüz çeviren kimseye zâhid denilmez; meselâ taş, toprak ve benzerlerini terkeden kimseye zâhid adı verilmezAncak dirhem ve dinarları (paraları) terkeden kimseye zâhid denir.

Çünkü toprak ve taş, rağbet edilen şeyler değildirKendisine yönelinen şey'in şartı ise, kişinin nezdinde, terkedilen şey'den daha hayırlı olmasıdır ki bu rağbet galebe çalsın! Bu bakımdan bir satıcı, satışa ancak alınan mal, satılan maldan daha hayırlı ise yönelirBu durumda satıcının hali, satılan mal açısından zühddürO malın bedeli, yani alınan açısındansa rağbet etmek ve sevmektir.

Onu değersiz bir fiyat ile birkaç paraya sattılarOnlar ona karşı isteksiz (zâhid) idiler. (Yûsuf/20)

Ayetin mânâsı, 'onu sattılar' demektir; zira 'şirâ' tabiri satış mânâsını ifade ederHazret-i Yûsuf'un kardeşlerinin, onun hakkında zâhidlikle vasıflandırılmaları şu sebepten ileri gelmektedir: Onlar babalarının sevgisinin sadece kendilerine kalmasını istiyorlardıBu durum, onların katında Yûsuf'tan daha sevimli idi! Bu bakımdan karşılığında alacakları şeye tamah ederek kendisini sattılarKim âhiret karşılığında dünyayı satarsa o, dünya hakkında zâhiddirKim de dünya karşılığında âhireti satarsa, o da âhiret hakkında zâhiddirFakat, 'zühd' isminin yalnızca dünya hakkında zâhidlik yapanlar için kullanılması âdet olmuşturTıpkı dilde mutlak meyletme mânâsına gelen 'ilhad' tabirinin, sadece bâtıla meyledenler hakkında kullanılması gibi.

Zühd, sevilen bir şeyden yüz çevirme olduğuna göre bu durum ancak ondan daha sevimli birşeye yönelme şeklinde düşünülebilirAksi takdirde, sevilen bir şeyi, daha sevimli olmayandan ötürü bırakmak imkansızdırAllah'tan başka her şeyden, hatta cennetlerden bile yüz çevirerek, O'ndan başkasını sevmeyen kimse, mutlak mânâda zâhiddirDünya zevklerinden yüz çevirip de âhiretin bunlara benzer zevklerinden yüz çevirmeyen, bilakis hûrilere, köşklere, nehirlere ve meyvelere rağbet eden kimse de zâhiddir; fakat derece bakımından birincisinden eksiktirBöyle bir kimse dünya nasiblerinden bir kısmını terkeden; meselâ mevkî hırsını bırakmayıp da malı bırakan veya çok yemeyi terkedip de süsü terketmeyen kimse gibidirBu gibi kimseler zahd-i mutlak ismine müstehak olamazBöyle bir kimsenin derecesi, günahlarının bir kısmına tevbe eden kimsenin tevbekârlar arasındaki derecesi gibidirBu zühd, sıhhatli (sahih) bir zühddür; tıpkı günahlardan bazılarına tevbe etmenin sahih oluşu gibi; zira tevbe mahzurluları, zühd ise, nefsin payı olan mübahları terketmekten ibarettir.

Mübahların bir kısmını terketmeye güç yetirip bir kısmına güç yetirememek, uzak bir ihtimal değildirBu durum mahzurlular hakkında da aynen geçerlidirHer ne kadar mahzurlular hakkında zühd göstermiş ve onlardan yüz çevirmişse de yalnızca mahzurluları terkeden kimseye zâhid denilmezFakat bu ismin, mübahları terketme hususunda kullanılması âdet olmuşturBu duruma göre zâhidlik, âhirete yönelmek için dünyadan yüz çevirmekten veya Allah'a yönelmek için O'nun gayrisinden yüz çevirmekten ibarettirBu, en yüce derecedirYapılmak istenilen şeyin, yapmak isteyen nezdinde daha hayırlı olması şart olduğu gibi, kendisinden yüz çevrilen şeyin yapılabilir (güç yetirilebilir) olması da şarttırÇünkü yapılamayan bir şeyi terketmek mümkün değildirRağbetin kesilmesi ise ancak terketme sayesinde ortaya çıkar.

İbn-i Mübârek, kendisine 'Ey zâhid!' diye seslenen birisine şunları söylemiştir: 'Zâhid, Ömer bAbdülazîz'dir; zira dünya ister istemez kendisine geldiği halde o dünyayı terkettiBen ise hangi şey hakkında zâhidlik yapabilirim? (Benim birşeyim yok ki onu terkedebileyim) '

Bu hali doğuran ilme gelince, bu, terkedilen şeyin alınan şey'e oranla daha değersiz olduğunu bilmektirTıpkı bir tüccarın, aldığı paranın, sattığı maldan daha hayırlı olduğunu bilmesi ve bu satışa rağbet etmesi gibi.

Bunu bilmedikçe tüccarın, elindeki maldan vazgeçerek onu satması düşünülemezAllahü teâlâ nezdindeki nimetlerin ebedî, âhiret zevklerinin de daha değerli ve daimî olduğunu bilen kimsenin hali de böyledirBu durum, tıpkı mücevherlerin buzdan daha hayırlı ve bâki olduğunu bilen kimsenin durumuna benzerBu durumda, elindeki buzları, mücevher ve inciler karşılığında satması kişiye zor gelmezİşte dünya ve âhiret de bunun gibidirDünya güneşe konulan bir buzdurDurmadan erir ve nihayet yok olurÂhiretse yok olmayan mücevher gibidirBu bakımdan kişi, dünyayı âhiretle değiştirme alışverişinde yakîni ve dünya ile âhiret arasındaki büyük farkı bilmesi nisbetinde, sahip olduğu herşeyden vazgeçebilir.

Allah, kendi yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen Mü'minlerden canlarını ve mallarını, cennet onların olmak üzere satın almıştır. (Tevbe/111)

Sonra Allahü teâlâ, onların bu alışverişlerinin çok kârlı olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur:

O halde, yaptığınız bu hayırlı alışverişten dolayı sevininGerçekten bu çok büyük bir başarıdır. (Tevbe/111)

Zühd konusunda ahire tin daha hayırlı ve devamlı olduğunun bilinmesi kâfidirBu durumu, dünyayı terketmeye güç yetiremeyen kimse de bilir! Böyle kimselerin dünyayı terketmeyişi ya ilminin ve yakîninin zayıflığından veya şehvetin kendisini istilâ edip şeytana mağlup olmasından veya onun nasıl olsa önünde daha çok zaman var şeklindeki yalancı va'dlerine aldanmaktan ileri gelirBöylece ölüm gelip çatar; fırsatı kaçırdıktan sonra, elinde, pişmanlıktan başka birşey kalmaz! Dünyanın değersizliğine şu ayetle işaret edilmektedir:

De ki: "Dünya geçimi azdır'. (Nisâ/77) Âhiretin daha hayırlı olduğuna ise şu ayetle işaret edilmiştir:

Kendilerine ilim verilenler, ' (Ey Karûn gibi dünyayı isteyenler!) Yazıklar olsun size! Îman edip sâlih amel işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır' dediler. (Kasas/80)

Bu şekilde Allahü teâlâ, mücevherin daha hayırlı oluşunu bilmenin, karşılığında verilen şeyden yüz çevirmenin biricik sebebi olduğuna dikkat çekmektedirZühd ancak sevileni, ondan daha sevimli birşey karşılığında bırakmak olarak düşünüldüğü içindir ki bir zât duasında şunları söylemiştir: 'Yarab! Dünyayı bana, sen nasıl görüyorsan öyle göster!' Bunu duyan Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ona şöyle buyurmuştur:

Böyle deme! Bunun yerine 'Yarab! Dünyayı bana, sâlih kullarına gösterdiğin gibi göster!' de!67

Bunun hikmeti şudur:

Allahü teâlâ dünyayı olduğu gibi hakir görürAynı zamanda Allah'ın celâline nisbetle her mahluk da hakirdirKul ise dünyayı, ancak kendi nefsi açısından daha hayırlı olan şeylere nisbetle hakir görürAtını satan bir kimsenin, atından ne kadar bıkmış olursa olsun onu meselâ haşereler derecesinde görmesi düşünülemezÇünkü kişi böceklere hiçbir zaman muhtaç olmazAt'a ise zaman zaman muhtaçtırAllahü teâlâ, zâtıyla, kendi dışındaki şeylerin (mâsivâ) hiç birine muhtaç değildir; onlardan müstağnidirBu bakımdan onların hepsini, celâline nisbetle bir derecede görürDeğişik görmesi, ancak başkasına nisbetledirZâhid ise değişikliği başkasına nisbetle değil, nefsine nisbetle görürZühd halinden doğan amel'e gelince bu, almak ile vermektirÇünkü zühd, bir alışveriş ve muamele olup kıymet bakımından aşağı olanı verip daha hayırlısını almaktırNasıl ki alış veriş akdinden doğan amel, satılan malı terketmek, elden çıkarmak ve karşılığını almaksa, zühd de aynı şekilde hakkında zühd yapılan şeyin tamamen terkedilmesini gerektirirBu da sebepleri, mukaddimeleri ve bağlantılarıyla birlikte dünyanın tamamıdır.

Bu bakımdan zâhid, kalbinden dünya sevgisini çıkarır, oraya ibâdet sevgisini sokarKalbinden çıkardığını göz, el ve sair azalarından da çıkarırBu âzalar üzerine ibâdet vazifelerini yüklerAksi takdirde malını, selef yoluyla verip bahasını almayan kimse gibi olurBöyle bir kişi, yapmış olduğu alışverişe, ancak her iki tarafın şartı yerine gelirse sevinebilir; zira karşı taraf (satıcı) , ancak bu şartla sözünü yerine getirmiş demektirBu bakımdan elindeki malı, ortada olmayan bir mal için selef38 akdiyle veren ve elde bulunanı satıcıya teslim edip elde bulunmayanın arkasına düşen kimse, bu alacağını ancak satıcı, doğruluğuna, kudretine ve sözüne güvenilir bir kimse ise alabilirDünyayı elinde tuttuğu sürece kişinin zâhidliği asla doğru olamaz.

Bunun içindir ki Allahü teâlâ, her ne kadar 'muhakkak Yûsuf ve bir kardeşi Bünyamin, babamızın yanında bizden daha sevimlidir' demişler ve Yûsuf'u uzaklaştırdıkları gibi Bünyamin'i de uzaklaştırmaya azmetmişler ise de, Yûsuf'un kardeşlerini, Bünyamin hakkında zâhidlikle vasıflandırmamıştırÖyle ki içlerinden biri, ricacı olduğu için Bünyamin uzaklaştırılmamıştıYine Allahü teâlâ onları, Hazret-i Yûsuf'u kuyudan çıkarmaya azmettikleri zaman da zühd ile vasıflandırmamıştırBilakis onu teslim ettikleri ve sattıkları anda kendilerini Yûsuf hakkında zâhidlikle nitelendirmiştir.

Bu bakımdan rağbetin alâmeti elde tutmak, zühdün alâmeti ise elden çıkarmaktırDünyanın bir kısmını elden çıkaran kimse, sadece onun hakkında zâhid olur; mutlak zâhid olmazEğer malın yok ve dünya da sana yardım etmiyorsa, sende zühd diye birşey tasavvur olunamaz; zira insanın sahip olmadığı bir şeyi terketmesi düşünülemezÇoğu zaman şeytan seni aldatır ve sana 'Her ne kadar eline geçmemiş ise de sen dünya hakkında zâhidsin!' vehmini verirO halde Allah'tan kuvvetli bir söz ve yardım elde etmedikçe, şeytanın aldatma ipiyle sarkmaman gerekirTerketmeye gücün yettiği sıradaki halini denemedikçe malı terketme kudretine güvenme; zira nice kimse vardır ki günah işleyemediği zaman nefsinin günahtan nefret ettiğini zannederAncak halktan korkusu olmaksızın ve bir mâni bulunmaksızın günah yolları kolaylaşıp günaha dalar.

Nefsin, mahzurlular hakkındaki aldatması bu olduğuna göre mübahlar hakkındaki sözüne güvenmekten de sakın! Nefsinin doğru olup olmadığına, kudretli olduğu sırada kendisini defalarca denedikten sonra karar verBu durumda daima sözünü yerine getiriyorsa günahtan çevirecek gizli açık mâniler ve özürler de yoksa, ona (nefse) azıcık güvenmekte bir beis yokturBununla birlikte yine de onun aldatmasından sakınmalısın! Çünkü o sözünden çabucak cayan ve tabiatının isteklerine hemen dönen bir mahlûkturKısacası insan, nefisten ancak gücü yettiği sırada terkettiğine nisbetle ve yalnızca terk anında emin olabilir.

İbn Ebî Leylâİbn Şübrüme'ye69 İbn Hâik'e (Ebû Hanîfe'ye) ne dersin? Biz hangi meselede fetva versek mutlaka bizim fetvamızı yüzümüze çarpıyor' dediBunun üzerine İbn Şübrüme 'O İbn Hâik midir değil midir, bilmiyorum; fakat bildiğim birşey vardır: Dünya onun üzerine akın ettiği halde o dünyadan kaçtıOysa biz, bizden kaçtığı halde dünyanın peşine düştük' karşılığını verdi.

Hazret-i Peygamber'in devr-i saadetinde bütün müslümanlar 'Biz rabbimizi seviyoruzŞayet O'nun sevgisini ne ile elde edeceğimizi bilmiş olsaydık, onu yapardık' dedilerBunun üzerine şu âyet-i celîle nâzil oldu:

Eğer onların üzerine 'Nefislerinizi (cihad için) öldürün!' yahut 'Yurtlarınızdan çıkın!' diye yazmış olsaydık (böyle bir farziyet yükleseydik) , içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı. (Nisâ/66)

İbn Mes'ûd şöyle diyor: "Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir keresinde bana ' Sen o azlardansın!' buyurduŞu âyet nâzil oluncaya kadar, içimizde dünyayı seven birinin bulunduğunu bilmezdim:

Kiminiz dünyayı, kiminiz de âhireti istiyordu. (Âl-i İmrân/152)

Maldan vazgeçmek, cömert bir şekilde dağıtmak, onu kalpleri kazanmak için veya başka bir şeye tamahla vermek zâhidlikten değildirÇünkü bütün bunlar iyi âdetlerden olmakla birlikte hiç birinin ibadetlerde bir dahli yokturZühd ancak âhiretin güzelliğine nisbetle hakîrliğini bildiği dünyayı terketmektirTerkin her çeşidi, âhirete îman etmeyen kimselerde de görülebilirMalı terketmek bazan mürüvvet, erkeklik, cömertlik ve güzel ahlâk olur.

Fakat zâhidlik olmaz; zira güzel bir nam bırakmak ve kalpleri kazanmak geçici zevklerdendirBu, maldan daha zevkli ve daha tatlıdırMalı, karşılığına tamah ederek, selem yoluyla terketmek zâhidlik olmadığı gibi, anılmaya, övülmeye, cömerdlikle tanınmaya tamah ederek veya korunmasında meşakkat ve sultanlara zillet göstermek olduğundan yani malı bir ağırlık olarak gördüğünden dolayı terketmek de asla zâhidlik değildirZâhid, dünya, ister istemez kendisine geldiği, mertebesi eksilmeksizin, adı kötüye çıkmaksızın ve nefsin hiçbir nasibi elden kaçmaksızın dünyadan faydalanmaya kâdir olduğu halde, dünyayı sadece ona alışma, Allah'tan başkasıyla yakınlık kurma korkusu ile dünyayı terkeden kimsedir.

Allah'tan başkasına sevgi duymamak, Allah'ın sevgisine hiç kimseyi ortak etmemek için veya âhirette Allah'ın vereceği sevap karşılığında terkeden kimsedirBu bakımdan bu kimse, cennet içkilerine karşılık dünya içkilerinden faydalanmayı, elâ gözlü cennet kadınlarına karşılık cariye ve kadınlarla zevk ü safa sürmeyi, cennetin bostan ve ağaçları karşılığında dünyanın bahçe ve mesire yerlerinde gezmeyi, cennetin süsleri karşılığında dünya süsleriyle süslenmeyi, cennetin meyvelerine karşılık dünyanın lezzetli yiyeceklerini terketmiştir.

Dünya hayatınızda bütün güzel şeylerinizi zâyi ettiniz ve bunlarla safa sürüp bunları tükettiniz. (Ahkaf/20)

Zâhid, dünyayı, âhirette kendisine böyle denilmesinden korktuğu için terketmiştirBu bakımdan zâhid bütün bunlarda, cennette kendisine va'dedilen nimetleri dünyada peşin olarak verilene tercih etmiştirÇünkü o âhiret nimetlerinin daha hayırlı ve geçerli olduğunu; bunun dışındakilerin dünyevî işler olup âhirette asla fayda vermeyeceklerini bilir.

67) Deylemî

68) Selem veya selef alış verişi, parayı peşin verip piyasaya üç ay sonra çıkacak bir malı, tarafların anlaştıkları bir fiyatla almak demektir.

Selem'in hangi durumlarda caiz olmadığı hususunda bkz. el-Fıkhu ale'l-Mezâhib'il-Erbaa, Alış-verişler bölümü.

69) Birincisinin adı Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Leylâ'dır. Kûfe kadısıydı. H. 48'de vefat etmiştir, İbn Şübrüme'nin tam adı ise Abdullah b. Şübrüme b. et-Tufeylî b. Hassan ed-Dübbî'dir. O da Kûfe kadısıydı ve güvenilir bir fakih idi. H. 44'te vefat etmiştir.

34-11

Zühd'ün Fazîleti

Âyet-i Kerîmeler

(Kârun) zînet ve ihtişam içinde kavminin karşısına çıktıDünya hayatını isteyenler 'Keşke Kârun'a verilenin bir benzeri de bize verilseydiGerçekten onun büyük şansı var' dedilerKendilerine ilim verilenler ' (Ey Kârun gibi dünyayı isteyenler!) Yazıklar olsun size! Îman edip sâlih amel işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır' dediler. (Kasas/79-80)

Burada görüldüğü gibi, Allahü teâlâ zühdü âlimlere nisbet etmiş ve zâhid kimseleri ilimle vasıflandırmıştırBu, medhin en yüksek derecesidir.

İşte onlara sabırlarından dolayı mükâfatları iki kat verilecektir. (Kasas/54)

Bu âyet 'Dünyada, zâhidlik üzerinde sabrettiler' diye tefsir edilmiştir.

Biz yeryüzündeki şeyleri kendisine bir süs yaptık ki insanların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim. (Kehf/7)

Bu ayetin mânâsı hakkında şöyle denilmiştir: 'İnsanların hangisinin dünyada daha zâhid olduğunu imtihan edelim' demektirBu bakımdan Allahü teâlâ, bu tefsire göre zâhidliği 'en güzel amellerden' olmakla tavsif etmiştir.

Kim âhiret sevabını isterse onun sevabını artırırız, kim de dünya menfaatini isterse, ona da ondan veririzFakat âhirette ona hiçbir nasip yoktur. (Şûra/20)

Onlardan bir kısmına, kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha devamlıdır. (Tâhâ/131)

Onlar dünya hayatını âhirete tercih ederlerAllah yolundan alıkoyarlar ve onun eğrilmesini isterlerİşte onlar uzak bir sapıklık içine düşmüşlerdir. (İbrahim/3)

İşte Allahü teâlâ kâfirleri bunlarla vasıflandırmıştırBu ayetlerin mefhumu; bunların zıddıyla sıfatlanıp âhireti dünya hayatına tercih edenlerin Mü'min olduklarıdır.

Hadîsler

Dünyanın kötülüğü hakkında vârid olan haberler çokturBiz bir kısmını Mühlikât bölümünün 'Dünyanın Zemmi' kısmında zikretmiştik; zira dünya sevgisi mühlikâttandırBiz şimdilik sadece dünyadan nefret etmenin faziletini belirteceğizÇünkü dünyadan nefret etmek 'münciyât'dandırZâhidlikten de zaten bu kastedilir.

Kim gayesi dünya olduğu halde sabahlarsa, Allah onun işini dağıtırOnun derli toplu olan işini paramparça eder ve fakirliğini iki gözünün arasına koyar! Ona dünyadan ancak, Allah tarafından kendisi için yazılan gelirKim gayesi; âhiret olduğu halde sabahlarsa, Allahü teâlâ onun himmetini bir araya toplarOnun derli toplu işini parçalanmaktan korurZenginliğini kalbinde kılarDünya mecbur olduğu halde, kendisine gelir (ya da gelsin!) 70

Kula dünyada, zühd ve susmak verilmişse ona yaklaşınÇünkü o, hikmeti telkin eder.

Allah dilediğine hikmeti ihsân ederKime hikmet verilmişse, ona çok hayır verilmiştir. (Bakara/269) 71

Bu sırra binaen denildi ki: 'Kim kırk gün dünyada zâhidlik yaparsa, Allahü teâlâ, hikmet pınarlarını onun kalbine akıtır ve dilini onlarla konuşturur'.

Ashâb-ı kirâmın birinden şöyle rivâyet edilmiştir: Biz Allah'ın Rasûlü'ne şöyle sorduk:

- Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanların hangisi daha hayırlıdır?

- Kalbi mahmum ve dili doğru olan Mü'mindir.

Ya Rasûlüllah! 'Kalbi mahmum'un mânâsı nedir?

- O muttakî ve tertemiz olan insandırO'nun kalbinde ne hile, ne dalavere, ne zulüm ve ne de hased bulunur.

- Ey Allah'ın Rasûlü! Böyle bir kimsenin kim izinde gider?

- Dünyaya buğzedip, âhireti seven kimse!72

Hadîsin mefhumu 'İnsanların en şeriri o kimsedir ki dünyayı sever' demektir.

Allah'ın Rasûlü yine şöyle buyurmuştur:

Eğer Allah'ın seni sevmesini istersen dünya hakkında zâhid ol!73

Görüldüğü gibi; dünya zühdünü, Allah'ın sevgisine sebep kılmıştırBu bakımdan Allah kimi severse o, derecelerin en yücesindedirO halde dünyadaki zühdün, makamların en üstününden olması gerekirBu hadîsin mefhumu da 'Dünyayı seven bir kimse Allah'ın buğzuna mâruzdur' demektir.

Ehl-i Beyt yoluyla gelen bir haber şöyledir:

Zahidlik ile takva her gece İnsan oğlunun kalbini gezip kontrol ederEğer içinde îman ve haya bulunan bir kalbe tesadüf ederse, orada ikamet ederlerAksi takdirde giderler!74

Hârise bMâlik el-Ensârî 'Ben hakîkaten Mü'minim!' dediğinde Hazret-i Peygamber ona 'Peki îmanın hakîkati nedir?' diye sorduHârise 'Ben nefsimi dünyadan kopardımÖyle ki benim nezdimde dünyanın taşları ile altınları eşittir! Sanki ben cennet ve cehennemi, rabbimin arşını bariz bir şekilde görüyorum' dediBunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

Sen tanımışsın öyle ise yapış! (O) öyle bir kuldur ki Allah onun kalbini îman ile nûrlandırmıştır75

Îman hakîkatini belirtmeye, nefsin dünyadan ayrılmasıyla başladığına, onu yakînle eşit tuttuğuna ve 'O bir kuldur ki Allah onun kalbini imanla nûrlandırmıştır' demek sûretiyle onu nasıl tezkiye ettiğine dikkat et!

Allah kime hidayet etmeyi dilerse, onun göğsünü İslâm'a açar. (En'âm/125)

'Âyet-i kerîmedeki şerh kelimesinin mânâsı nedir?' diye sorulunca,

cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Nûr bir kalbe girdiği zaman, göğüs onun için açılıp genişler!' Dediler ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bunun bir alâmeti var mıdır?'

Evet! Aldatma evinden uzaklaşmak, ebediyyet evine dönüş yapmak, gelmeden önce ölüme hazır olmaktır76

Hazret-i Peygamber'in 'aldatma evinden uzaklaşmaktan' ibaret olan zâhidliği 'İslâm'ın hakîkatinin şartı' olarak göstermesine dikkat et!

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Gereği gibi Allah'tan haya ediniz! Haya etmek öyle değildirSiz, içinde (daima) oturmayacağınız evleri yapıyor, yemeyeceğiniz yemekleri topluyorsunuz77

Hazret-i Peygamber, böyle yapmanın Allah'tan haya etmeye zıd olduğunu beyan ettiHazret-i Peygamber'in huzuruna bazı elçiler geldiler'Siz necisiniz?' diye sorduğunda dediler ki: 'Biz Mü'minleriz!' Hazret-i Peygamber 'İmanınızın alâmeti nedir?' diye sorduOnlar 'Belâ anında sabretmek, genişlikte şükretmek, kaza oklarına rıza göstermek, düşmanlara musibet geldiğinde sevinmeyi terketmek' dediler.

Hazret-i Peygamber şöyle dedi:

Eğer öyleyseniz yemeyeceğiniz şeyleri toplamayınİçinde durmayacağınız binayı inşa etmeyinKendisinden göç edip bırakacağınız şey hakkında dalaşmayın78

Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber zühdü, îmanın tamamlayıcısı kılmıştır.

Câbir (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'in hutbesinde şöyle dediğini naklediyor: 'Kim içine hiçbir şey katmaksızın 'Lâ ilâhe illâllah' ile Allah'ın huzuruna gelirse, ona cennet vâcib olur'Bunun üzerine Hazret-i Ali ayağa kalkıp dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Annem ve babam sana fedâ olsun! Katmaksızın 'Lâ ilâhe illâllah' demenin mânâsı nedir? Bunun bize vasıflandırıp tefsir et!' Allah'ın Rasûlü şöyle buyurdu:

O, dünyayı talep etmek ve peşine düşmek cihetinden dünya sevgisidirBir kavim vardır ki peygamberlerin dediğini söyler, fakat zâlimlerin amelini işlerBu bakımdan kim içinde hiç birşey olmadığı halde, 'Lâ ilâhe illâllah' ile (Allah'ın huzuruna) gelirse, ona cennet vâcib olur79

Cömertlik yakîndendirYakîni olan bir kimse ateşe girmezCimrilik şektendirŞekke düşen bir kimse cennete girmez80

Cömert, Allah'a, insana ve cennete yakındırCimri Allah'tan, insandan uzak ve ateşe yakındır81

Cimrilik, dünyaya rağbet etmenin, cömertlik de zâhidliğin meyvesidirMeyveyi övmek, meyve veren ağacı övmek demektir.

İbn Müsayyib, Ebû Zer-i Gıfârî'den, Hazret-i Peygamber'in şu hadîsini rivâyet etmektedir:

Kim dünya hakkında zâhidlik gösterirse, Allah onun kalbine hikmeti sokarOnun dilini o hikmetle konuştururOna dünyanın hastalığını ve ilacını tanıtırOnu saf ve selîm olarak dünyadan çıkarırSelîm olarak cennete gönderir82

Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , ashâbının arasında bulunduğu halde, yüklü develerin yanından geçtiBu develer, Arapların nezdinde en sevimli ve en nefis mallardıÇünkü bu develere hem binilir, hem etleri yenir, hem sütleri içilir, hem de tüylerinden istifade edilirdiBu develer, onların kalbinde, çok büyük mal olduğundan dolayı Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

On aylık gebe develer terkedildiği zaman. . . (Tevkî/4)

Hazret-i Peygamber, yüzünü develerden çevirip gözlerini kapattıKendisine 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu, bizim mallarımızın en nefisleridirNeden bunlara bakmadın!' diye sorulunca

cevap olarak şöyle dedi: Allahü teâlâ beni onlara bakmaktan nehyetmiştir!' Sonra şu âyeti okudu:

Onlardan bir kısmına kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! (Tâhâ/131)

Mesrûk, Hazret-i Âişe'den şöyle rivâyet ediyor: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Neden Allah'tan yemek istemiyorsun ki sana yedirsin?' dedim ve Hazret-i Peygamber'de gördüğüm açlıktan dolayı ağladımBana dedi ki:

Ey Âişe! Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun! Eğer rabbimden dünyanın dağlarını beraberimde altın olarak akıtmasını istesem, muhakkak onları altın yapıp istediğim yere akıtırFakat ben, dünyanın açlığını doymaya, fakirliğini zenginliğine, üzüntüsünü sevgisine tercih ettim.

Ey Âişe! Muhakkak ki dünya ne Muhammed için, ne de Muhammed'in (aleyhisselâm) ailesi için uygun değildirMuhakkak ki Allahü teâlâ, peygamberlerin ulu'l-azm olanları için, dünyanın sıkıntısına sabır göstermeye, dünyanın sevilen şeylerinin elden çıkmasına karşı sabır göstermelerine razı olmuşturAllahü teâlâ benim için de onlara yüklediğini yüklemek isteyerek şöyle buyurmuştur:

O halde azim sahibi elçilerin sabrettikleri gibi sabret ve onlar hakkında (azap için) acele etme! (Ahkaf/35)

Allah'a yemin olsun! Allah'a itaat etmekten başka çıkar yol yokturMuhakkak ki ben, yemin ediyorum, ulu'l-azm peygamberlerin sabrettikleri gibi var kuvvetimle sabredeceğimKuvvet ancak Allah'tandır83

Hazret-i Ömer'den şöyle rivâyet ediliyor: Hazret-i Ömer zamanında düşman memleketleri feth olunduğunda, kızı Hafsa kendisine 'Memleketlerin elçileri huzuruna geldiklerinde elbiselerin en yumuşağını giy! Hem kendin, hem de gelenlerin yemesi için nefis yemekler yapılmasını emret' dediBunun üzerine, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle dedi: "Ey Hafsa! Kişinin halini herkesten daha iyi ailesinin bildiğini bilmez misin?' Hafsa 'Evet böyle olduğunu bilirim' dediHazret-i Ömer 'O halde sen Hazret-i Peygamber'in şu kadar sene peygamber olarak durduğu halde gerek kendisinin, gerek aile efradının sabah yediklerinde akşam, akşam yediklerinde sabah aç kaldıklarını bilmez misin? Yine sen bilmez misin Hazret-i Peygamber, şu kadar sene peygamber olarak durduğu halde ne kendisi, ne de ehli, hurmadan bile doyasıya yemedilerTa ki Hayber fetholuncaya kadar! Bilmez misin, Hazret-i Peygamber'e bir gün biraz yüksek bir tahta üzerinde yemek takdim ettinizBu bile Hazret-i Peygamber'e ağır geldiHazret-i Peygamber'in beti benzi uçtu. Sonra emredip tahtayı kaldırttıYemeği daha alçak bir şeyin veya toprağın üzerine koyup yedi. Hazret-i Peygamber'in katlanmış bir aba üzerinde yattığını bilmez misin? Bir gece sen abayı dörde katladın o da üzerinde uyuduSabahladığı zaman 'Bu abadan ötürü beni gece ibâdetinden menettinizOnu daha önce ikiye katladığınız gibi ikiye katlayın' dediğini bilmez misin? Hazret-i Peygamber'in yıkansın diye elbisesini çıkardığını, Bilâl gelip namaz vaktini haber verdiği zaman, elbisesi kuruyuncaya kadar beklediğini, sonra giyip öylece namaza çıktığını bilmez misin? Bilmez misin, Hazret-i Peygamber için, Benî Züfer'den olan bir kadın, biri önlük, diğeri abâ olarak iki elbise yaptıİkincisi daha bitmeden önce, birini Hazret-i Peygamber'e gönderdiHazret-i Peygamber, gelen elbiseye sarılarak namaza çıktıHazret-i Peygamber'in ondan başka elbisesi yoktuİki tarafını boynuna bağlamış ve böylece namaz kılmıştı"Hazret-i Ömer, böylece kızı Hafsa'yı ve kendisini de sesli hıçkırıklarla ağlatıncaya kadar Hazret-i Peygamber'in menkıbelerini naklettiCanının çıkacağını zannettiren bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağladı.

Bazı rivâyetlerde, Hazret-i Ömer'in sözünde bir fazlalık vardırO da şudur: İki arkadaşım da aynı yolda gittilerEğer ben onların yolundan başka bir yola gidersem, onlardan ayrılmış olurumAllah'a yemin ederim, onların şiddetli maişeti üzerinde sabredeceğimBu takdirde onlarla beraber onların lezzetli maişetine nail olmayı ümit edebilirim!

Ebû Saîd el-Hudrî Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder:

Benden önce geçmiş peygamberlerden biri fakirliğe mübtelâ olduğunda bir abadan başkasını giymezdiNormal birini öldürecek derecede bîtâb (ve hasta) düşerdiBu durumla mübtelâ olmak ve kadere razı olmak onun için, size verilenin hoşunuza gitmesinden daha sevimli idi84

İbn-i Abbâs Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder:

Musa (aleyhisselâm) Medyen suyuna vardığı zaman zayıflığından dolayı (nerdeyse) yediği sebzelerin yeşilliği karnında görünürdü.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

- Dünya helâk olsun! Altın ve gümüşler helâk olsun!

- Ey Allah'ın RasûlüAllahü teâlâ bizi altın ve gümüşü istif etmekten menettiO halde biz neyi azık edinelim!

Sizden biriniz zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve âhiret işinde yardımcı olan salih bir eş edinsin85

Huzeyfe Hazret-i Peygamber'in şöyle dediğini rivâyet eder:

Kim dünyayı âhirete tercih ederse, Allah onu üç şey ile belalandırır: Ebediyyen kalbinden sıyrılmayan bir üzüntü! Hiçbir zaman kendisinden kurtulamayacağı bir fakirlik! Ve hiçbir zaman doymayan bir hırs!86

Kulun nezdinde bilmemek, bilmekten daha sevimli olmadıkça, îmanın kemâline eremezBir şeyin azlığı çokluğundan kendisine daha sevimli gelmedikçe de eremez87

Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Dünya bir köprüdürÜzerinden geçin, tamiriyle uğraşmayın!'

Hazret-i Îsa'ya denildi ki:

- Ey Allah'ın elçisi! Eğer bize, içinde Allah'a ibadet etmek için, bir mâbed yapmamızı emretsen ne güzel olur!

- Gidiniz! Su üzerine bir evin temelini atınız!

- Su üzerinde temel durur mu?

- O halde dünya sevgisiyle beraber ibâdet nasıl mümkün olur?

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Rabbim Mekke'nin Batha vadisini benim için altın yapmayı teklif ettiBen 'Hayır! Ey rabbim! Ben bir gün aç, birgün tok yaşamak istiyorumAç olduğum günde sana yalvarır, iltica ederim, tok olduğum günde ise, seni överim' dedim88

İbn-i Abbâs'tan şöyle rivâyet edilmiştir: Hazret-i Peygamber birgün, beraberinde Cebrâîl olduğu halde, yürüyerek Safâ tepesine çıktıCebrâîl'e 'Ey Cebrâîl! Seni hak elçi olarak bana gönderen Allah'a yemîn olsunMuhammed'in (aleyhisselâm) âli bir avuç kavut ve bir parça unları olmadığı halde akşamlıyorlar' dediHazret-i Peygamber'in sözü daha bitmeden gökten korkunç bir gürültü işittiBunun üzerine Hazret-i Peygamber 'Allah kıyâmetin kopmasını mı emretti?' diye Cebrâîl'e sorduCebrâîl 'Hayır! Bu, İsrafil'dirKonuşmanı duyduğu zaman (göklerden yanına indi!' dedi. Böylece İsrafil, Hazret-i Peygamber'in yanına indi ve şöyle dedi: 'Senin söylediğini Allah işitti. Bana yeryüzünün anahtarlarını vererek gönderdi. O anahtarları sana vermemi emretti. Eğer Tihame dağlarını zümrüt, yakut, altın ve gümüş yapmamı istiyorsan bunu yaparım. Dilersen padişah bir peygamber veya kul bir peygamber olarak yaşayabilirsin' dedi. Cebrâîl bu esnada Hazret-i Peygamber'e 'Rabbine tevazu et!' işaretinde bulundu. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber üç defa 'Kul bir peygamber olarak yaşamak istiyorum!' dedi.) 89

Allahü teâlâ, bir kula hayır irâde ettiğinde, onu dünya hakkında zâhid, âhiret hakkında istekçi kılar ve kendisine nefsinin ayıplarını gösterir. 90

Dünya hakkında zühde yapış! Bu takdirde Allah seni sever. Halkın elindeki servet hakkında zahid olursan halk seni sever. 91

Kim öğrenmeksizin ilim ve hidayet verilmesini Allah'tan dilerse o, dünya hakkında zâhid olsun!92

Cennete müstehak olan bir kimse hayırlara koşar. Ateşten korkan bir kimse şehvetlerden uzaklaşır. Ölümü bekleyen bir kimse lezzetleri terkeder. Kim dünya hakkında zâhid olursa musibetler kendisine kolay gelir!93

Hazret-i Peygamber'den ve Hazret-i Îsa'dan (Allah'ın selâmı ikisinin de üzerine olsun) şöyle rivâyet ediliyor:

Dört haslet vardırİnsan ancak yorgunlukla onlara yetişebilir:

1SükutBu, ibâdetin başlangıcıdır.

2Tevazû.

3Fazla zikir.

4Az mal!94

Dünyadan nefret etmenin güzelliği ve dünyayı sevmenin kötülüğü hakkında vârid olan bütün haberleri burada zikretmek mümkün değildir; zira peygamberler ancak insanları dünyadan çevirip âhirete yöneltmek için gelmişlerdirHalka söyledikleri sözlerin çoğu bu husustadırBizim buraya kadar zikrettiklerimiz yeterlidirYardım eden Allahü teâlâ'dır!

70) İbn Mâce

71) İbn Mâce

72) İbn Mâce

73) İbn Mâce

74) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir, Fakat Zebidî hadîs'te haya ile îman' diye vârid olduğunu ve bu şekliyle Kut'ul-Kulûb'da bulunduğunu kaydetmektedir. (İthâfu's-Saâde, IX/336)

75) Bezzâr ve Taberânî

76) İbn-i Mübârek, Zühd

77) Bezzâr, Taberânî

78) Hâkim

79) Taberânî

80) Deylemî, (Ebu'd Derda'dan)

81) Tirmizî

82) İbn Eb'id-Dünya

83) Deylemî, Müsned'ul-Firdevs

84) İbn Mâce

85) Tirmizî

86) Taberânî, (İbn Mes'ûd'dan)

87) Ali b. Ma'bed'den

88) İmâm-ı Ahmed, Tirmizî, İbn Sa'd, Taberânî ve Beyhakî

89) Daha önce geçmişti.

90) Deylemî

91) Daha önce geçmişti.

92) Irâkî aslına rastlamadığını söylemektedir

93) İbn Hıbbân

34-12

Zühdün Mertebe ve Dereceleri

Zühd kuvvetine göre üç mertebeye ayrılır:

Birinci Mertebe

En aşağı olan birinci derece, dünyayı istediği, kalbi ona meyyal olduğu ve nefsi dünyaya iltifat ettiği halde mücâhede ile dünyadan kaçınması ve zâhidlik yapmasıdırHer ne kadar nefsi dünyaya meyyal ise de onunla cihad eder, onu alıkoyar, işte zâhidlik buna denirÇalışma ve gayreti sayesinde zühd derecesine varan bir kimseye göre bu atılan ilk adımdırZühde meyyal bir kimse önce nefsini eritir, sonra kesesini. . .

Zâhid bir kimse ise, önce kesesini, sonra ibâdetle nefsini eritirEvet zâhid, ayrıldığına karşı sabretmekle değil ibadetle nefsini eritirZâhidliğe kendisini zorlayan bir kimse ise tehlike ile karşı karşıyadırÇünkü nefsi bazen galebe çalar, şehvet kendisini çeker, dünyaya ve istirahat etmeye ister az, ister çok olsun meyleder.

İkinci Mertebe

Dünyayı, istediği hedefe nisbetle hakir saydığından ötürü terkeden bir kimse, bir dirhemi iki dirhem için terkeden bir kimse gibidirBöyle yapana, beklemek zorunda olsa bile bir dirhemi iki dirhem için bırakmak zor gelmezBu zâhid zühdünü görür, ona iltifat ederTıpkı mal satan bir tüccarın malı görüp bakması gibi. . . Öyle ki nefsini beğenip zühdüne hayran kalabilirZanneder ki kıymetli bir şeyi kıymetli birşey için terketmiştir! Bu durum da eksikliktir.

Üçüncü Mertebe

Bu, derecelerin en yücesidirİsteyerek hem dünya, hem de zâhidliği hakkındaki şeylerden kaçınmasıdırBöylece zâhidliğini görmez, bir şeyi terkettiğini de sanmazÇünkü dünyanın bir hiç olduğunu bilmiştirBu bakımdan çamurdan yapılmış çakılı terkedip cevheri alan kimse gibi olurO cevheri hiçbir zaman çamurun karşılığı olarak görmez ve nefsinin birşeyi terkettiğini dedüşünmezAllah'a ve âhiret nimetlerine nisbetle dünya, çamur parçasının mücevhere nisbetinden daha aşağıdırİşte bu durum, zühdde kemâlin ta kendisidirBunun sebebi de mârifetin kemâlidirBu zâhid gibisi, dünyaya iltifat etmek tehlikesinden emindirTıpkı çamur parçasını mücevher karşılığı terkeden bir kimsenin bu alışverişten vazgeçmeyeceği gibi. . .

Ebû Yezid, Ebû Musa Abdurrahim'e96 'Hangi şey hakkında konuşursun?' diye sorunca cevap olarak 'Zühd hakkında!' dedi'Hangi şey hakkında zühd?' deyince de cevap olarak 'Dünya hakkında' dediBunun üzerine Ebû Yezid elini sallayarak şöyle dedi: 'Zannettim ki o, birşey'in hakkında konuşuyorDünya ise birşey değildirOnun nesi hakkında zühd yapılacaktır?'97

Dünyayı âhiret için terkedenin misâli mârifet ehli, kalbi mükâşefe ve müşahedelerle mamur olan kimselere göre padişahın kapısında bulunan ve kendisini kapıdan meneden bir köpekle karşı karşıya kalanın misâli gibidirO kimse köpeğe bir lokma ekmek atarKöpek o ekmekle meşgul olurO da içeri girip padişaha yaklaşma şerefine nail olurÖyle ki işini padişahın bütün memleketinde geçerli kılarAcaba böyle bir kimsenin padişahın köpeğine atmış olduğu bir lokma ekmek karşılığında, padişah katında bu dereceye erdiği düşünebilir mi?

Bu bakımdan şeytanda Allah'ın kapısında bir köpektirHalkı içeri girmekten menederOysa kapı açık, perde aralıdırDünya da bir ekmek lokması gibidirEğer yersen, onun lezzeti sadece çiğnerkendirYutmakla sona ererTortusu midede kalır. Sonra tortu pisliğe dönüşür. Sonra da o tortuyu çıkarmaya mecbur olurO halde padişahlık izzetine nail olmak için onu terkeden bir kimse, ona nasıl bir daha iltifat eder? Bütün dünya, yüz sene bile yaşasa bir şahsın dünyadan elde ettiği şey âhiret nimetine göre bir Lokmânın dünya padişahlığına nisbetinden daha azdırZira sonlu olan bir şeyi sonsuz olana nisbet etmek olmazDünya yakında sona erer, hatta kaygusuz bir insan için bir milyon sene devam etse bile. . . Yine ebedî nimete nisbet edilemezYaşamanın müddeti kısa, dünya lezzetleri karmakarışık olduğu halde, nasıl ebedî nimete nisbet edilebilir? Öyleyse, zâhid zühdüne iltifat etmezEğer hakkında zâhidlik yaptığı şeye iltifat ederse onu kıymetli birşey olarak gördüğü için iltifat ederOnu kıymetli birşey olarak görmesi de mârifetinin kusurluluğundan ileri gelirBu bakımdan zühdün eksikliğinin sebebi mârifet eksikliğidirBuraya kadar söylediklerimiz, zühd derecelerinin değişik olmasıdır.

Bunların her birinde de çeşitli dereceler vardır; zira zühde kendisini zorlayan bir kimsenin sabrın zorluğuna dayanması ve sabırdaki meşakkati nisbetinde çeşitlidirZühdüne hayranlıkla bakanın derecesi de zühde iltifat etmesi nisbetindedir.

Rağbet edilen şeye nisbetle zühdün bölünmesine gelince, bu da üç derecedir.

Birinci Derece

Bu en alt derecedirİstenilen şey; ateş, kabir azabı, hesap münakaşası, sırat tehlikesi ve kulun önünde bulunan diğer korkular gibi elemlerden kurtulmaktırNitekim bu hususlar hakkında haberler varid olmuştur; kişi, hesap için durdurulduğunda susamış yüz deveye yetecek kadar ter akarİşte zühdün bu derecesi, bu gibi dehşetlerden korkanların zühdüdürSanki bunlar acıdan kurtulmak için, yokluğa razı olmuşlardır, zira elemden kurtulmak mAhz â yoklukla mümkün olur.

İkinci Derece

İkinci derece Allah'ın sevabına, nimetine, cennette va'dedilen hûriler, köşkler ve benzeri lezzetlere rağbet ederek zâhidlik yapmaktırBu tür zâhidlik, ümit edenlerin zühdüdürZira bunlar yokluğa kanaat ederek, elemden kurtulmak için dünyayı terketmemişlerdirAksine daimî bir varlığa, sonsuz bir nimete tamah ederek terketmişlerdir.

Üçüncü Derece

Derecelerin en yücesi olan bu derece, kişinin Allah'a mülâki olmaktan başka bir hedefinin olmamasıdırBu bakımdan kalbi elemlere bakmaz ki onlardan kurtulmayı istesin, lezzetlere iltifat etmez ki onları elde etmeyi kasdetsinAksine emeli Allah ile olmaktırO, öyle bir kimsedir ki hedefi bir noktaya yöneldiği halde sabahlamıştırO, Allah'tan başkasını istemeyen gerçek bir muvahiddirÇünkü Allah'tan başkasını isteyen bir kimse, başkasına ibâdet etmiştir! Her istenilen mâbuddurHer isteyen de, isteğine nisbetle âbiddirAllah'tan başkasını talep etmek gizli şirktirBu zühd, muhiblerin zühdüdürOnlar âriflerin ta kendisidirÇünkü ârif kişi, Allah'tan başkasını sevmez.

Ancak tanıdığını severDinar ile dirhemi tanıyıp ikisini bir araya getirmeye gücü olmadığını bilen bir kişi nasıl ki bu takdirde dinardan başkasını almazsa, Allah'ı bilenin durumu da böyledirAllah'ın cemâline bakmak lezzetini bilen, o lezzet ile hûrilerin, köşklerin ve ağaçların lezzetini bir araya getirmenin mümkün olmadığını da bilirBu kimse Allah'ın cemâlinden gayrisini sevmez ve başkasını O'na tercih etmez.

Zannetme ki cennet ehli, Allah'ın cemâline baktıklarında hûrilerin ve sarayların lezzetleri kalplerinde kalır! Aksine o lezzetler, Allah'ın cemâline bakmaya nisbeten dünya mülküne sahip olup yeryüzünün her tarafını istilâ etmenin ve halkı köle edinmenin lezzetine, bir kuşu yakalayıp onunla oynamanın lezzetine nisbeti gibidirCennet nimetlerini talep edenler, kalp sahiplerinin yanında, kuşla oynamak isteyip padişahlık lezzetini bırakan çocuk gibidirBu terkediş, padişahlığın lezzetini idrâk etmekten aciz olduğundan ileri gelirYoksa kuş ile oynamak, bütün halka padişah olmaktan daha yüce ve lezzetli değildirKendisinden yüz çevirilen şeye izafeten zühdün bölünmesine gelince, bu hususta birçok fikirler ileri sürülmüştürBu fikirlerin yüzden fazla olduğu tahmin edilir.

Fakat biz, çeşitli sözleri nakletmekle meşgul olmayacağızAncak bütün tafsilâtı kapsayıcı bir konuşmaya işaret edeceğiz ki bu hasusta ileri sürülen fikirlerin çoğunun bütün konuyu kapsamaktan aciz olduğu meydana çıksınBu bakımdan deriz ki: Zâhidlik sûretiyle kendisinden yüz çevrilen şeyin icmâl ve tafsilâtı vardırTafsilâtının da mertebeleri vardırO mertebelerin bazısı, kısımları daha fazla izah eder, bazısı da cümleleri izah etmek için daha elverişlidir.

Birinci derecedeki icmale gelince, kendisinden yüz çevrilen, Allah'tan başka her şeydirBu bakımdan (şahsın) , Allah'tan başka herşey hakkında, hatta kendi nefsi hakkında bile zâhidlik yapması gerekirİkinci derece hakkındaki icmâl, nefsin, içinde lezzet bulunan her sıfata zâhidlik yapmasıdırBu tür zühd, insanın şehvet, öfke, kibir, baş olma, mal, mertebe ve benzerlerinden ibaret olan bütün isteklerini kapsarÜçüncü derecedeki icmal, mal, mertebe ve sebeplerinde zühd göstermesidir; çünkü nefsin bütün lezzetleri bunlara dönüşür.

Dördüncü derecedeki icmal; ilim, kudret, dinar, dirhem ve mertebe hakkında zühd etmesidir; zira malların çeşitleri ne kadar çoğalırsa çoğalsın dinar, dirhem ve mertebe onları kapsarSebepleri ne kadar çoğalsa da ilim ve kudrete dönüşür! İlimden gaye; hedefi kalpleri elde etmek olan ilim ve kudrettirYukarıda geçtiği gibi mertebenin mânâsı; kalpleri elde etmek ve onlara hâkim olmak demektirNasıl malın mânâsı; maddeleri mülk edinmek ve onlara güç yetirmekse. . . Eğer bu tafsilâtı daha genişletmek isterseniz, hakkında zühd yapılan şeylerin sayılamayacak kadar çok olduğu görülürOysa Allahü teâlâ, bir ayette onlardan yedi tanesini zikrederek şöyle buyurmuştur:

İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, salınmış atlar, davarlar ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük süslü gösterildiBunlar, sâdece dünya hayatının geçimidirAsıl varılacak güzel yer, Allah'ın yanındadır. (Âl-i İmrân/14)

Sonra Allahü teâlâ, bunları başka bir ayette beşe düşürerek şöyle buyurmuştur:

Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlât çoğaltma yarışıdır. (Hadîd/20)

Sonra başka bir yerde Allahü teâlâ, bu durumu ikiye düşürerek şöyle buyurmuştur:

Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden ibarettir. (Muhammed/36)

Sonra hepsini, başka bir ayette, bire düşürerek şöyle buyurmuştur:

Ama kim rabbinin divanından durup hesap vermekten korkmuş ve nefsi'ni kötü heveslerden menetmişse, onun barınağı da cennettir. (Nâziât/40-41)

Ayette bahsi geçen 'heva' terimi, nefsin dünyada ne kadar lezzetleri varsa hepsini kapsarO halde, bütün bunlarda zühd yapmak uygundurİcmal ve tafsîlin yolunu anladığında bilirsin ki bunun bir kısmı diğerine muhalefet etmezAncak bazen tafsilât, bazen de icmal bakımından ayrılırlar.

Kısacası zühd, nefsin bütün istek ve lezzetlerinden yüz çevirmektirKişi nefsin isteklerinden yüz çevirirse, dünyada kalmaktan da yüz çevirirDolayısıyla, dünyadaki emeli kısalırÇünkü dünyada lezzetlenmek için kalmak isterKalmak isteğiyle de daimî bir lezzetlenmeyi irade ederÇünkü bir şeyi isteyen onun devamını da isterHayatın sevgisi, mümkün ve mevcud olan bir şeyin devam etmesinin sevgisi demektirNe zaman, halktan yüz çevirirse, artık onu istemiyor demektirBunun için Allahü teâlâ onlara savaşı farz kıldığında 'Ey rabbimiz! Üzerimize şu savaşı niye farz kıldın? Ne olurdu bizi, yakın bir zamana kadar erteleseydin?' dediler.

Onlara şöyle de: Dünyanın geçimi azdır. (Nisâ/77)

Yani siz dünya zevki için dünyada kalmayı istiyorsunuzMadem ki durum budur, zâhidler ve münafıkların hali belli olduAllahü teâlâ'yı seven zâhidlere gelince, onlar birbirine geçirilmiş kubbe taşları gibi Allah yolunda savaştılarİki güzelden (şehidlik ve gazilikten) birini bekledilerOnlar harbe davet edildiklerinde, cennet kokusunu koklar, susamış bir kimsenin soğuk suya hücum etmesi gibi ona hücum ederlerdiBunu da Allah'ın dinine yardım etmek veya şehidlik rütbesine nail olmak için yaparlardıOnlardan yatağında ölenler, şehidlik elden gittiği için üzüntü çekerlerdiHatta Hâlid bVelîd (radıyallahü anh) yatağında ölüm sekeratına girdiği zaman şöyle demiştir:

Şehitlik "mertebesine nail olayını diye kaç defa canımı tehlikeye atıp düşman saflarına hücum ettimBuna rağmen kocakarıların öldüğü gibi ölüyorum.

Hâlid bVelîd vefat ettiği zaman, bedeninde sekiz yüz yara izi saydılarİmanda sadık olanların halleri böyleydiAllah onlardan razı olsun! Münâfıklar ise, ölümden korkarak savaştan kaçtılarOnlara denildi ki:

De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra hem gizliyi, hem âşikarı bilen Allah'a döndürüleceksiniz de O size neler yaptığınızı haber verecektir. (Cum'a/8)

Bu bakımdan dünyada kalmayı şehidliğe tercih etmeleri, en hayırlıyı verip, en alçağı almak ve değiştirmek demektirİşte hidayeti verip dalâleti satın alanlar onlardırOnların ticaretleri kâr etmediOnlar hidayet yolunu da kaybettilerMuhlislere gelince, Allah onlardan nefislerini ve mallarını, cennet karşılığı satın almıştırOnlar yirmi veya otuz senelik lezzeti, ebedî bir lezzetle değiştirdiklerini gördüklerinde, yapmış oldukları alışverişten dolayı sevindilerİşte bu da hakkında zühd edilen şeyin beyanıdırBunu bildiğinde, kelâmcıların 'Zühdün tarifi' hakkında söyledikleriyle ancak zühdün bazı kısımlarına işaret ettikleri anlaşılırBu bakımdan her biri, kendine veya muhatabına galebe çalan kısma değinmiştir.

Bişr el-Hafî 'Dünya hakkındaki zühd, insanlar hakkındaki zühddür!' demiştir.

Onun bu sözü, özellikle dünya mertebesi hakkındaki zühde işarettir.

Kasım el-Cûî 98 dedi ki: 'Dünya hakkındaki zühd, işkembe hakkındaki zühddür, mideden ne kadarını elde edersen, zühdden de o kadarını elde etmiş olursun'.

Onun bu sözü, sadece bir husus hakkındaki zühde işarettirYemin ederim o tek şehvet, çoğu zaman şehvetlerin en galibidir ve şehvetleri en çok kabartan da odur.

Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: 'Dünya hakkındaki zühd, kanaat demektir'.

Onun bu sözü sadece mala işarettirSüfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Zühd, emelin kısaltılmasıdır'Bu tarif, şehvetlerin hepsini toplamaktadır; zira şehvetlere meyleden bir kimse, nefsine daimî kalacağını fısıldıyor demektirDolayısıyle emeli uzarEmeli kısalan bir kimse ise bütün şehvetlerden rağbetini kesmiştir.

Üveys bÂmir el-Karanî şöyle demiştir: 'Zâhid çıkıp da birşey ararsa, zâhidlik vasfı kendisinden gider!'

O bu sözüyle, zühdün tarifini kasdetmemiştirFakat Allah'a tevekkül etmeyi, zühd hakkında şart koşmuştur.

Yine Üveys şöyle demiştir: 'Zühd, Allah tarafından va'dedilen tazminat için talebi terketmektir'.

Bu söz, rızka işarettir.

Hadîs alimleri dedi ki: 'Dünya, rey ve mâkul ile amel etmektirZühd ise ilme tâbi olmak ve Sünnet'e yapışmaktır'.

Hadîs alimlerinin bu sözünden 'fâsid rey', dünyada mertebeyi talep etmek için bazı sebeplere veya fuzûli şehvetlere işarettir; zira bir kısım ilimler vardır ki âhirette onun hiçbir faydası yokturOnu oldukça uzatmışlarHatta İnsan oğlunun hayatı onların biriyle meşgul olmakla sona ermiştirBu bakımdan zâhidliğin şartı, fuzulî olan şeyleri terketmektir.

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: "Zâhid o kimsedir ki bir kimseyi gördüğünde 'Bu benden daha üstündür' der".

Bu sözüyle zühdün tevazudan ibaret olduğuna kail olmuşturBuda mertebenin ve nefsi beğenmenin yokluğuna işarettirBu ise zühdün kısımlarındandır.

Bazıları da, 'Zühd, helâli talep etmektir' demiştirBu târif, 'Zühd, talebi terketmektir' diyenin târifine benzemezNitekim bu sözü Üveys söylemiştir. . . Şüphe yok ki Üveys bu sözüyle helâlin talebini terketmeyi kasdetmiştir.

Yûsuf bEsbat derdi ki: 'Kim eziyete sabredip, şehvetleri terkeder ve helâlinden yerse o, zâhidliğin köküne yapışmıştır'.

Zâhidlik hakkında bizim naklettiğimizin ötesinde birçok fikirler vardırBiz, onların naklinde hiçbir fayda görmüyoruzKim eşyanın hakîkatlerini keşfetmeyi halkın sözlerinden öğrenmek isterse, o kimse sözlerin değişik olduğunu görecektir ve o sözlerden şaşkınlıktan başka birşey eline geçmeyecektirFakat kendisine hakîkat keşfolunan ve onu kalbinden gelen bir müşahede ile idrâk eden ve kulaktan işitmeyen bir kimse ise hakka güvenmiş, basîretinin kusurundan ötürü hakkı târif etmekte kusur edenin kusurunu görmüş, ihtiyacının kısalığı için mârifetin kemâline rağmen ihtiyaç nisbetinde isteyenin kısa kesmesine de muttalî olmuştur.

Bütün bunlar 'basiretlerinde kusur vardır' diye değildir aksine onlar ihtiyaç anında söylediklerinden dolayı kısa kestiler ve şüphe yok ki onlar, ihtiyaç nisbetinde zikrettilerİhtiyaçlar ise, değişiktirŞüphesiz kelimeler de değişik olacaktırBazen de kısa kesmenin sebebi, kulun makamından haber vermek içindirHaller ise değişiktirÖyleyse, o halleri haber veren sözler de değişiktirAslında hak bir tanedirHakkın değişik olması düşünülemez.

Bu sözlerden birleştirici ve kâmil olanı her ne kadar içinde tafsilât yoksa da Ebû Süleyman ed-Dârânî'nin söylediğidir; o şöyle demiştir: 'Zühd hakkında birçok konuşmalar dinledikOysa bizim nazarımızda zühd, Allah'tan uzaklaştıran herşeyi terketmektir'.

Başka bir defasında tafsilât vererek şöyle demiştir: 'Kim evlenirse, maişetini temin etmek için sefere çıkarsa veya hadîs yazarsa, o dünyaya meyletmiştir'.

Bu sözün ardından o bütün bunları zühde zıt görerek şu âyeti okumuştur:

Ancak Allah'a sağlam ve pak kalp getiren (fayda görür) . (Şuarâ/89)

Sonra şöyle demiştir: 'O öyle bir kalptir ki orada Allah'tan başkası yoktur!'

Yine şöyle demiştir: 'Bu kalp sahipleri, kalpleri dünyanın üzüntülerinden boşalıp âhirete yöneldiği için zâhidlik ettiler'.

İşte buraya kadar saydıklarımız, kendisinden yüz çevrilen şeylerin çeşitlerine göre olan zühdün kısımlarının beyanıdır.

34-13

Onun hükümlerine göre kısımlarının beyanına gelince, İbrahim b. Edhem'in söylediği gibi zühdfarz, nafile ve selâmet kısımlarına bölünür.

Bu bakımdan farz olan zühd; haram ve nafile olan zühd, helâl ve selâmet olan zühd ve şüpheliler hakkındaki zühddürBiz 'Helâl ve Haram' bahsinde Takva dereceleri'nin tafsilâtını da zikretmiştikO da zühddendir.

Mâlik bEnes'e 'Zühd ne demektir?' diye sorulduğunda 'takvadır' cevabını verdiTerkedilen şeylerin gizliliklerine göre zühdün bölünmesine gelince, bu hususta zühdün sonu yoktur; zira nefsin düşünce, mülâhaza ve diğer hallerde lezzetlendiği şeylerin de sonu yokturÖzellikle de riyanın gizlilikleri. . . Çünkü buna ancak araştıran âlimler muttali olabilirAyrıca zâhirî mallarda da zühdün sonsuz dereceleri vardır.

Hazret-i Îsa'nın zühdü onun en yüce derecelerindendir; zira uyuyacağı zaman bir taşı yastık yaptıŞeytan ona dedi ki:

- Sen dünyayı terketmemiş miydin? Şimdi sana ne oldu?

- Ne yaptım ki?

- Taşı yastık yaptın ya?

Bunun üzerine Îsa (aleyhisselâm) taşı atarak şöyle demiştir: 'Senin için bıraktığım dünya ile beraber bunu da al!'

Yahya bZekeriyya yumuşaklığından ve verdiği rahattan kaçmak için bedeni delik deşik oluncaya kadar kıldan bir elbise giydiAnnesi onun yerine yünden yapılmış bir cübbe giymesini istediO da annesinin dediğini yaptıBunun üzerine Allahü teâlâ kendisine vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'Ey Yahya! Dünyayı bana tercih mi ettin?' Bu hitaba karşı ağladı ve yün cübbeyi çıkardıEski âdetine döndü.

Ahmed bHanbel der ki: 'Zühd, Üveys'in zühdüdürÇıplaklıktan öyle bir raddeye geldi ki kamıştan yapılmış bir sepette oturarak avretini örterdi'.

Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) bir kimsenin duvarının gölgesine oturduDuvar sahibi onu gölgeden kaldırınca şöyle dedi: 'Beni kaldıran sen değilsin! Ancak duvarın gölgesiyle rahatlamama razı olmayan beni kaldırmıştır'.

Madem ki durum budur, zâhidliğin zâhir ve bâtındaki derecelerinin haddi hesabı yokturDerecelerinin en küçüğü, her şüpheli ve mahzurlu şey hakkında zühd göstermektir.

Bir grup dedi ki: "Zühd, şüpheler ve mahzurlular hakkındaki zühd değil, aksine helâl hakkındaki zühddürBu bakımdan şüpheler ve mahzurlular hakkındaki zühd, hiçbir cihetle zühdün derecelerinden değildir'. Sonra bu grup, dünya mallarında helâlin kalmadığını savunarak şu anda zühdün tasavvur olunamayacağını söylemiştir.

Soru: Sıhhatli bir zühd; yemek, içmek, giymek, halka karışmak ve halkla konuşmakla nasıl düşünülebilir? Oysa bütün bunlar insanı masiva ile meşgul etmektir.

Cevap: Dünyadan yüz çevirip Allah'a yönelmenin mânâsı; kalbin zikren ve fikren Allah'a yönelmesi demektirBu ise ancak yaşamakla beraber düşünülebilirYaşamak da ancak nefsin zarurî isteklerini karşılamakla olurBu bakımdan zararlı şeyleri bedenden uzaklaştırıp zorunlu miktarla iktifa ettiğin halde gayen de bedenden ibâdet hususunda istifade etmekse, 'Allah'tan gayrisiyle meşgul değilsin'; çünkü onun vasıtasıyla hedefe varılan bir şey de o hedeften sayılır.

Bu bakımdan hac yolunda devesinin yemi ve suyuyla meşgul olan bir kimse, hacdan yüz çevirmiş sayılmazAllah yolunda da bedenin, hac yolundaki deve gibi olmalıdır; zira o yolda deveye yedirmek ve içirmekteki gaye, deveyi lezzetlere kavuşturmak değildirAksine zararlı sebepleri deveden uzaklaştırmaktır ki deve seni maksat ve hedefine ulaştırsın! İşte bedenini de yok edici açlık ve susuzluktan yemek ve içmekle, hararet ve soğuktan dolayı giymekle ve meskenle korumaktaki maksadın da böyle olması gerekirBu bakımdan zarurî miktarla iktifa ederek yemekten, içmekten, giymekten ve meskenden lezzetlenmeyi değil, aksine Allah'a ibâdeti için gereken kuvvetin teminini kasdetmelisinBu ise zühde zıd değildir.

Belki zühdün şartıdırEğer 'Acıktığım anda yemekten lezzet almak zarurîdir' dersen, bil ki: Lezzetlenmeyi kasdetmezsen, bu tabiî olan lezzet sana zarar vermez; zira soğuk su içen bir kimse bazen bunu lezzetli görürBunun neticesi susuzluğun elemini gidermeye dönüşürKim ihtiyacını yerine getirirse, bazen onunla müsterih olurFakat bu istirahat, onun maksadı değildirBu bakımdan kalp buna yönelmezİnsan bazen gece ibadetine kalkarken seher havasını teneffüs etmek ve kuşları dinlemekle lezzetlenirMaksat gece ibadeti olduğundan, bu zevk ona zarar vermezİstirahat için de bir yeri kasdetmedikçe, kendiliğinden gelen bu istirahatler ona zarar vermezBu mevzuda Allah'tan korkanların bir kısmı seher rüzgârlarının isabet etmediği bir yeri ibâdet için seçerBunu da kalbin meşgul olmaması ve ona ünsiyet vermesi korkusundan yaparBu bakımdan kalpte böyle bir ünsiyet meydana gelirse, dünyâya gönül vermiş olurDünyaya vermiş olduğu ünsiyet nisbetinde de Allahile olan yakınlığı azalır!

Dâvud-i Tâî'nin üstü açık bir kabı vardıKullandığı su onun içindeydiOnu hiçbir zaman güneşin önünden kaldırmazdıSıcak su içer ve şöyle derdi: Kim soğuk suyun lezzetine alışırsa, dünyadan ayrılmak kendisine güç gelir'.

İşte buraya kadar saydıklarımız ihtiyatlı kimselerin korkularıdırBütün bunlarda ihtiyatlı davranmak en akıllıca harekettir; zira böyle bir davranışın her ne kadar zor ise de müddeti pek azdırEbediyyen nimetlenmek için az bir müddet (zahmet çekmek) marifet ehline hiç de ağır gelmez.

Öyle bir mârifet ehli ki şeriat siyasetiyle nefislerini yenmişler, dünya ve din arasındaki zıddiyetin tanınmasında yakînin kulpuna sarılmışlardırAllah onlardan razı olsun!

96) Adı Hârûn b. Süleyman el-Kûfîdir.

97) Kût'ul-Kulûb

98) Adı Kasım b. Osman el-Cûî ed-Dimeşkî'dir. Bazılarına göre kendisini çokça aç bıraktığından dolayı bu lâkabı almıştır.

34-14

Zarûrî Hayat Karşısında Zühd

İnsanların yapmış olduğu şeyler fuzulî ve zârurî diye iki kısma ayrılırFuzulî olanı beslenmiş veya alınmış atlar gibidir; zira insanların çoğu, yaya yürümeye muktedir oldukları halde bu atları süs için edinirlerZârurî olanı da yemek ve içmek gibidirBiz burada fuzulî olanın çeşitlerini tafsilâtlı bir şekilde sayacak değilizÇünkü bunlar bir şekilde zabt u rabt altına alınabilirZarurî olanın da bazen miktarında, cinsinde ve vakitlerinde fuzûlîlik olurBu bakımdan zârurî olan şeylerin zühd yönünü beyan etmek gerekirZârurî olanlar yemek, elbise, mesken, ev eşyası, kadın ve mal olmak üzere altı tanedir.

Dünya mertebesi, birtakım gayeler için talep edilir ki bu altı şey de o gayelerdendirDaha önce mertebenin mânâsı, halkın mertebeyi niçin sevdiği ve mertebeden nasıl kaçınılacağı 'Rîya' bahsinde zikredilmiştiŞimdilik bu altı zârurî şeyin beyanını zikredeceğiz. .

I. Yiyecek

İnsan için belini doğrultacak bir azık lâzımdırFakat bunun bir sınırı vardırBu bakımdan sınırını ayarlamak lâzım ki onunla zühdü tamam olsunBu sınır ömüre nisbetledirÇünkü yaşadığı günün azığını elde eden bir kimse onunla kanaat etmezGenişliğine gelince bu da yemeğin miktarı, cinsi ve vaktidir.

Bunun uzunluğu ancak emelin kısalmasıyla kısalırBu husustaki zühd derecelerinin en yücesi, ölüm ve hastalık korkusu anında acıkmayı bertaraf edecek miktarla kifayet etmektirHali bu olan bir kimse sabah yemeğinden sonra akşamı düşünerek geriye birşey bırakmazİşte bu derece, en yüce derecedir.

İkinci derece bir aylık veya kırk günlük azık edinmektirÜçüncü derece ise bir senelik azık edinmektirBu ise zayıfların halidir Kim bir seneden fazlası için azık edinirse, ona zâhid demek yersizdir; zira bir seneden fazla yaşamayı ümit eden uzun emel peşindedir! Bu bakımdan böyle bir kimsede zühdün olması düşünülemezAncak başka bir kazancı olmadığı halde nefsi için dilenmeye razı olmaması hali müstesna.

Tıpkı Dâvud-i Tâî gibi; o miras olarak yirmi dinar elde ettiOnu elinde tutup yirmi sene kendisine nafaka yaptı! İşte bu durum zâhidliğin temeline ters düşmezAncak 'tevekkül zühdün şartıdır' diyene göre ters düşer! Onun genişliğine gelince, o da miktar nisbetindedirYirmi dört saatte en az derecesi yarım batman nafakadırNormali bir batman, en üstün derecesi bir avuçturBu da kefaret ve fakirlere yedirmek hususunda Allahü teâlâ'nın takdir ettiği miktardırBunun ötesinde olan, midenin genişliğinden olup onunla meşgul olmak demektirKimin bir avuçla iktifa etmeye gücü yetmiyorsa, mide hakkındaki zâhidlikte onun nasibi yok demektirCinse nisbetle genişliğine gelince, onun en azı kepekten bir ekmek olsa dahi gıda olacak her şeydirNormali arpadan ve darıdan yapılan ekmektirEn üstünü elenmemiş buğday ekmeğidirElenip yumuşacık olduktan sonra lezzetlenme kısmına geçmiş olur ki bu da zühdün en üst derecesi değil sonuncusu bile olamaz.

Katığa gelince, onun en azı tuz, sebze veya sirkedirOrtancası zeytinyağından veya herhangi bir yağdan azıcık bir şeydirOnun en yüksek derecesi ise et yemektirBu da haftada bir veya iki kere olursa böyledirEğer bu et yeme daimî bir âdet olursa veya haftada iki defadan fazla olursa zühd kapılarının en sonuncusu olmaktan da çıkarBu yemeğin sahibine midesi hususunda zâhiddir denilemezVakte nisbetle onun genişliğine gelince, en azı yirmi dört saatte bir defadırO da kişinin oruçlu olmasıdırNormali, oruç tutup da geceleyin su içmek, yemek yememektirÖbür gecede yemek yeyip su içmemektirEn yüksek derecesi ise üç gün veya bir hafta veya daha fazla bir zaman, yemeden, içmeden durmaktırYemeği azaltmanın, oburluğu önlemenin yolunu 'mühlikât' bölümünde zikrettikHazret-i Peygamber'in ve ashâb-ı kirâmın yemeklerdeki zühdlerine ve katığı terkedişlerine dikkat edilmelidir.

Nitekim Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) demiştir ki: 'Bazen kırk gün geçerdi de Allah Rasûlü'nün evinde ne bir çıra yanar, ne de bir ateş yakılırdı!'

Bu söz üzerine Hazret-i Âişe'ye denildi ki: 'O halde siz nasıl yaşıyordunuz?' Şöyle demiştir: İki siyahla yaşıyorduk; yani su ile hurma. . ' Onların iki siyahla yaşaması eti, tiridi veya katığı terketmek demektir99

Hasan-ı Basrî der ki: Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem. ) merkebe biner, yünlü elbise giyer, ayakkabısını yamalardıYemek yerken parmaklarını yalar, yemeğini masaya değil toprak üzerine koyup yer ve şöyle buyururdu:

Ben ancak kulumKulların yediği gibi yer, kulların oturduğu gibi otururum.

Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: 'Ciddî olarak size diyorum: Firdevs'i talep eden bir kimse için arpa ekmeği yemek ve mezbeleliklerde köpeklerle beraber uyumak bile çoktur!'

Fudayl b. İyaz diyor ki: 'Allah'ın Rasûlü, Medine'de üç gün üst üste buğday ekmeğini doyasıya yemedi'100

Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle derdi: 'Ey İsrailoğulları! Berrak su, çöl sebzesi ve arpa ekmeği yeyiniz! Buğday ekmeğinden kaçınınız; zira onun şükrünü edâ etmekten acizsiniz'.

Mühlikât bölümünde yeme ve içme hakkında peygamberlerin ve selefin hallerini zikretmiştikOnun için bir daha tekrarlamayacağız.

Hazret-i Peygamber, Kuba'ya geldiğinde, kendisine bal ile karışık süt getirdilerKadehi elinden bırakıp şöyle dedi: "İyi bilin ki ben bal yemeyi ve süt içmeyi haram kılmıyorumFakat Allah'a tevazu olsun diye terkediyorum'.

Hazret-i Ömer'e bir yaz günü, bal ve soğuk sudan yapılmış bir şerbet getirildiğinde şöyle demiştir: 'Onun hesabını benden uzaklaştırınız!'

Yahya b. Muaz er-Râzî şöyle demiştir: 'Doğru bir zâhidin nafakası, elbisesi avretini örtendirMeskeni, nerede bulunursa orasıdırDünya onun hapishanesi, kabir yatakhanesi, halvethane meclisi, ibret almak düşüncesi, Kur'ân konuşması, Allahü teâlâ onun dostu, zikir onun arkadaşı, zühd yoldaşı, üzüntü şanı, hayâ onun alâmet-i fârikası, açlık katığı, hikmet kelâmı, toprak yatağı, takva azığı, sükût etmek ganimeti, sabır yastığı, tevekkül güvenci, akıl delili, ibâdet sanatı ve cennet varacağı yerdir, eğer Allah dilerse. . . '

II. Giyecek

İkinci zarûret elbisedirOnun en az derecesi, hararet ile soğuğu defeden ve avreti örtenidirBu da kendisiyle örtülen bir abadırNormali bir iç gömlek, bir fes ve bir çift pabuçturFazlası ise, onun beraberinde mendil ve donun bulunmasıdırMiktar bakımından bunu geçen ise, zâhidlik hududunu geçmiş demektirZâhidliğin şartı, elbisesini yıkadığı zaman giymek için ikinci bir elbisenin olmamasıdırElbisesi kuruyuncaya kadar evinde oturup beklerNe zaman iki iç gömleğe, iki dona, iki mendile sahip olursa, miktar bakımından zühdün bütün kapılarından dışarı çıkmış olur! Cinse gelince, onun on azı sert bir cübbedirNormali sert yünden yapılmış elbise, fazlası ise kalın pamuktan yapılmış elbisedirZaman bakımından ise, onun en uzağı bir sene avretini örtendirEn azı ise bir gün sırtında kalabilendirHatta zâhidlerden bazısı, elbisesini ağaç yapraklarıyla yamalamıştırHer ne kadar bu yapraklar tezden kuruyup dökülse de. . .

Ortancası, bir ay veya ona yakın bir zaman sırtında kalabilecek bir elbisedirBu bakımdan bir seneden fazla dayanan elbiseyi talep etmesi uzun emele girer! Bu durum ise zühde ters düşerAncak gaye onun sertliği olursa durum değişir. Sonra bunu kuvvetliliği ve devamlılığı tâkip ederBu bakımdan söylediğimizden fazlasına sahip olan bir kimse için fazlasını sadaka vermek daha uygundurEğer sadaka vermeyip elde tutarsa zâhid olamazAksine dünyanın talibi olurBu hususta peygamberlerin ve sahabîlerin halleri dikkate alınmalıdırOnların elbiseleri nasıl terkettikleri iyi öğrenilmelidir.

Ebû Bürde der ki: "Hazret-i Âişe keçeleşmiş bir aba ve kalınca bir izar çıkarıp bize gösterdi ve 'İşte Allah'ın Rasûlü bu iki elbisenin içinde ruhunu teslim etti!' dedi"101

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Allahü teâlâ, hangi elbiseyi giydiğine aldırmayan ve üstü başı yırtık olan bir kimseyi sever102

Amr bEsved el Ansî103 der ki: 'Hiçbir zaman kaliteli elbise giymemHiçbir zaman geceleyin döşek üzerinde yatmamHiçbir zaman seçilmiş bir bineğe binmemHiçbir zaman hiçbir yemekten karnımı doyasıya doldurmam'.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber'in tarz-ı hayatını görmek kimi sevindirirse Amr bEsved'e baksın!'

Allah katında sevimli olsa bile kul şöhret elbisesini giyince onu sırtından çakarıncaya kadar Allah ondan yüz çevirir104

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir elbiseyi dört dirheme satın almıştır105 Hazret-i Peygamber'in iki elbisesinin kıymeti on dirhemdi106

Hazret-i Peygamber'in izarı dört buçuk zira uzunluğunda idi107 Bir iç gömleği üç dirheme satın aldı108

Hazret-i Peygamber yünden yapılmış iki beyaz şemle (bir tür elbise) giyerdiBuna hülle denirdiBunlar aynı cinsten olan iki elbise idiBazen de Hazret-i Peygamber Yemen veya Sahulîyye mamûlü kalınca elbiselerden iki bürde giyerdi.

Hazret-i Peygamber'in gömleği (başına ve sakalına sürdüğü yağların lekelerinden dolayı) yağ satanın gömleği gibi idiHazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir tek gün sündüsten (atlastan) yapılmış bir alaca elbise giydi ki o elbisenin kıymeti iki yüz dirhemdiBunun üzerine ashâb-ı kirâm, bu elbiseye dokundular ve şöyle dediler: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu elbise sana cennetten mi gönderildi?' Bu şekilde hayranlıklarını izhar etmişlerdiBu elbiseyi İskenderiye meliki Mukavkıs hediye etmişti.

Hazret-i Peygamber bu elbiseyi giymek sûretiyle Mukavkıs'a (elçileri gözünde) ikram etmek istedi. Sonra Hazret-i Peygamber elbiseyi çıkarıp müşriklerden bir kişiye sıla-yı rahim olarak gönderdiBundan sonra ipekli giyinmeyi haram ettiSanki Hazret-i Peygamber ipekli hakkındaki haram hükmünün perçinleşmesi için bu elbiseyi giymiştir.

Nitekim altından yapılmış bir yüzüğü de bir iki gün kullanmış, sonra da çıkarıp erkeklere haram etmiştir.

Hazret-i Âişe'ye de 'Bureyre'109 (Hazret-i Âişe'nin cariyesi) hakkında 'Onun ehline velâyı şart kıl!'110 dediği gibi. . . Hazret-i Âişe, Bureyre'yi velâsı olmak şartıyle satın aldıktan sonra Hazret-i Peygamber minbere çıkıp bu durumu haram kıldıYine nikâh emrinin perçinleşmesi için önce mut'a nikahını üç gün mübah kılıp sonra haram kılması da böyledir111

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) işlemeli ve siyah bir kürkün içinde namaz kıldıSelâm verdiği zaman şöyle dedi:

Bu kürke bakmak beni meşgul ettiOnu Ebû Cehl'e112 götürünBana onun enbîcaniyesini (abasını) getirin113

Hazret-i Peygamber aba giymeyi yumuşak elbise giymeye tercih ettiHazret-i Peygamber'in ayakkabısının bağı eskimiştiOnu ipekli ile karışık bir sırımla değiştirdiYenisiyle namaz kıldıSelâm verdiği zaman şöyle dedi:

Bana eski bağı getirinizŞu yeni bağı çözünüzÇünkü ben namazda buna baktım ve dolayısıyla meşgul oldum!

Hazret-i Peygamber altından bir yüzük taktıMinber üzerinde iken gözü ona ilişti. Sonra çıkarıp attı ve şöyle buyurdu:

Bu beni meşgul ettiOna bir bakış size bir bakış, (işte bu olmaz) 114

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir ara bir çift yeni pabuç giydiGüzelliği hoşuna gitmiştiBunun üzerine derhal secdeye yapandıKalkarken şöyle buyurdu:

Onların güzelliği hoşuma gitti ve bana buğzetmesinden korkarak rabbime tevazu gösterdim115

Sonra onları çıkarıp ilk gördüğü fakire verdi.

Sehl bSa'd'den rivâyet şöyle ediliyor: Hazret-i Peygamber'e 'ınar' yününden bir cübbe ördümEtrafını siyah yaptımHazret-i Peygamber onu giydiği zaman şöyle dedi: 'Bakın ne güzel, ne yumuşak!' Sinan der ki: Bir bedevî ayağa kalkarak şöyle dedi: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bunu bana hediye et!' Hazret-i Peygamber kendisinden istenilen şeyi verirdiBu nedenle cübbeyi bedevîye verip şöyle dedi:

Bana başka bir cübbe örün! O cübbe örülürken Hazret-i Peygamber vefat etti116

Cabir'den rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber, sırtında deve tüyünden yapılmış bir cübbe olduğu halde un öğüten Fâtıma'nın yanına girdiFâtıma'nın bu durumunu görünce ağlayarak şöyle dedi: 'Ey Fâtıma! Dünyanın acısını, ebedî nimet için tat!' Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:

Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın!117 (Duhâ/5)

En yüce cemaatin bana haber verdiğine göre ümmetimin hayırlılarından bir kavim vardırAllah'ın rahmetinin genişliğinden dolayı açıkça gülüp sevinirlerFakat azabının korkusundan gizlice ağlarlarOnların nafakası halk üzerinde hafif, kendi nefisleri üzerinde ağırdırOnlar eskimiş elbise giyerlerAbidlere tâbi olurlarOnların bedenleri yerde, kalpleri arştadır118

İşte buraya kadar söylediklerimiz, Hazret-i Peygamber'in elbiseler hususundaki halidirÜmmetine kendisine tâbi olmayı tavsiye ederek şöyle buyurmuştur:

Beni seven, benim ahlâkımla ahlâklansın!119

Benim sünnetime ve benden sonraki râşid halifelerin sünnetine yapışın ve onlara bütün gücünüzle tutunun!120

De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın'. (Âl-i İmrân/31)

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Âişe'ye şöyle buyurmuştur:

Eğer bana ulaşmayı istiyorsan zenginlerle oturmaktan kaçın! Yamalamadıkça bir elbiseyi sırtından çıkarma!121

Hazret-i Ömer'in gömleği üzerinde oniki yama sayıldıBu yamaların bazısı deriden idi.

Ali bEbî Tâlib, üç dirhemle bir elbise aldıHalife olduğu halde onu giydiOnun iki yenini el bileklerinden itibaren kesti ve şöyle dedi: 'Yarattığı hayvanın tüyünden bunu bana giydiren Allah'a hamd olsun!'

Süfyân es-Sevrî ve başkaları dedi ki: 'Seni âlimlerin yanında meşhur etmeyen, cahillerin yanında hakir düşürmeyen elbise giy!'

Yine Süfyân es-Sevri şöyle derdi: 'Namaz kılarken bir fakir önümden geçmek isterse ona karışmazdımParlak kumaştan elbise giymiş dünya ehlinden birine ise buğzeder ve geçmesine izin vermezdim'.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Süfyân es-Sevrî'nin elbiselerinin ve pabucunun kıymeti bir dirhem, dört danik kadardı'.

İbn Şübrüme dedi ki: 'Elbisemin en hayırlısı bana hizmet edenidirEn şerlisi de benim kendisine hizmet ettiğimdir'.

Seleften biri şöyle demiştir: 'Öyle bir elbise giy ki seni halk ile karıştırsınSeni onların gözünde meşhur kılıp da sana bakmayı temin eden elbiseyi giyme!'

Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Elbise üç kısımdır. Biri Allah içindirO senin avret mahallini örten elbisedirİkincisi nefis içindirO da yumuşaklığından ötürü giyilen elbisedirÜçüncüsü ise insanlar içindirO da kalitesi ve güzelliği için giyilen elbisedir'.

Seleften bazısı şöyle demiştir: 'Elbisesi ince olan bir kimsenin dini de ince olur!'

Tâbiînden olan bütün âlimlerin elbisesinin kıymeti yirmi dirhemden otuz dirheme kadardı'Havvâs' ise iki parçadan fazlasını giymezdiGiydiği gömlek ve bir izardan ibarettiBazen de gömleğinin eteğini başına sarardıSeleften biri şöyle demiştir: 'İbâdetin evveli elbisedir'.

Süslü olmayan elbiseyi giymek imandandır!122

Kim kudreti olduğu halde, Allah'a tevazu göstermek için süslü elbise giymeyi terkederse, yakut, sandıklar içerisinde cennetin en güzel elbiselerini ona saklamak Allahü teâlâ'ya. (bir lütuf olarak) vâcip olur'123

Allahü teâlâ bazı peygamberlerine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: "Dostlarıma de ki: 'Düşmanlarımın giydiği elbiseleri giymesinlerDüşmanlarımın girdikleri yerlere girmesinler!' Yoksa onların düşman oldukları gibi, onlar da düşman olurlar!"

Râfî bHadîc,124 Bişr bMervan bHakem Kûfe minberinin üzerinde va'z ederken başını kaldırıp ona baktı ve şöyle dedi: 'Emîrinize bakınız! Sırtında fâsıkların elbisesi olduğu halde halka va'zediyor!' O anda, emîrin sırtında ince elbiseler vardı.

Abdullah bAmir bRebia yeni bir elbiseyle, Ebû Zer'in yanına geldiBaşladı zühd hakkında konuşmaya. . . Bunun üzerine Ebû Zer, eliyle onun ağzını öyle kapattı ki nefesi aşağıdan çıktıBu yaptığından İbn Amir öfkelendi ve Ebû Zer'i Hazret-i Ömer'e şikayet ettiHazret-i Ömer İbn Amir'e 'Başına bu durumu getiren sensin! Bu şık elbiselerde Ebû Zer'in yanında zâhidlik hakkında nasıl konuşuyorsun?' dedi.

Hazret-i Ali şöyle demiştir: Allahü teâlâ, hidayet önderlerinden en aşağıdaki insanların seviyelerine inmeleri için söz almıştır ki zenginler onlara uysun ve fakir fakirliğinden dolayı tahkir edilmesin!'

Hazret-i Ali elbisesinin kabalığı hakkında kınandığı zaman şöyle demiştir: 'Bu elbise tevazûya daha yakın ve müslümana daha lâyıktır'.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) fazlasıyla nimete dalmaktan nehyederek şöyle buyurmuştur:

Allahü teâlâ'nın birtakım kulları vardır ki onlar alabildiğine nimete dalmazlar125

Fudale bUbeyd, Mısır valisi iken, üstü başı topraklı olup yalınayak gezdiği görüldüKendisine 'Sen emîrsinBunu nasıl yaparsın?' diye sorulunca şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber bizi, fazla refaha kaçmaktan sakındırdı, bazen yalınayak gezmeyi tavsiye etti'.

Hazret-i AliHazret-i Ömer'e (radıyallahü anh) hitâben şöyle dedi: 'Eğer iki arkadaşına (Hazret-i Peygamber ve Ebû Bekir'e) iltihak etmek istiyorsan, gömleğini yamalat! İzarını alçalt! Ayakkabına yama vur! Doymayacak kadar ye!'

Mü'min bir kimsenin izarı, bacaklarının yarısına kadar ise, o izar ile topuklar arasındaki mesafenin açık kalmasında sakınca yokturOndan daha aşağı sarkan ise ateştedirAllahü teâlâ kıyâmet gününde, gururdan dolayı izarını yerlerde sürüyen bir kimseye şefkatle bakmaz128

Ebû Süleyman ed-Dârânî'nin rivâyet ettiğine göre Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir: 'Benim ümmetimden, riyakâr ve ahmak hariç hiç kimse kıldan yapılmış kumaşı giymez!'

Evzâî şöyle demiştir: 'Sefer halinde yünlü giymek sünnettirHazerde yünlü giymek ise bid'at!'

Basralı bir âbid olan Muhammed bVasi!', Kuteybe bMüslim'in huzuruna, sırtında yünlü cübbe olduğu halde girdiKuteybe ona 'Bu kaba yünlü abayı giymeye seni zorlayan nedir?' diye sorduMuhammed sükût ettiKuteybe 'Ben seninle konuşuyorum, sen cevap vermiyorsun ha!' dediMuhammed cevap olarak dedi ki: 'Nefsimi tezkiye ederek zühdden dolayı giymiş olduğumu söylemekten çekindiğim gibi, fakirlikten dolayı giyiyorum diyerek rabbimi şikayet etmekten de çekiniyorum'.

Ebû Süleyman şöyle demiştir: "Allahü teâlâHazret-i İbrahim'i dost edindiği zaman ona 'Avretini yerden setret' diye vahyetti".

Hazret-i İbrahim'in (aleyhisselâm) elbisesi bir tane olur, fakat donu iki tane olurduBirini yıkadığı zaman diğerini giyerdi ki başına bir hâl geldiğinde avret yeri örtülü bulunsun.

Selman-ı Fârisî'ye (radıyallahü anh) şöyle denildi: 'Sen neden güzel elbise giymiyorsun?' Şöyle dedi: 'Kul nerede, güzel elbise nerede! Kul âzâd edildiği zaman, Allah'a yemin ederim, onun ebediyyen çürümeyecek bir elbisesi var demektir'.

Ömer b. Abdülaziz'in kıldan yapılmış bir cübbe ve abâsı vardıGeceleyin ibâdet ederken onları giyerdi.

Hasan, Ferkad bYakub es-Sebhî'ye129 dedi ki: 'Sen cübbenden ötürü halktan daha üstün olduğunu mu sanıyorsun? Kulağıma geldiğine göre, cehennemin arkadaşlarının çoğu, münafıklıklarından dolayı sırtlarına cübbe giyenlerdir'.

Yahya bMaîn şöyle demiştir: Ebû Muaviye el-Esvedî'nin mezbeleliklerden paçavra toplayıp yıkadığını, yamalayıp giydiğini gördümBunun üzerine kendisine 'Sen bundan daha iyisini giyebilirsin' dedimBuna karşılık şöyle dedi: 'Onlara dünyada isabet eden musibetler zarar vermezAllahü teâlâ cennet ile onlar için her musibeti cebreylemiştir!' Yahya bMaîn, bu sözü tekrarlayıp ağlardı.

III. Mesken

Zarûri olan üçüncü şey meskendirMesken hakkındaki zühdün üç derecesi vardır: En yükseği, kendine mahsus bir yer talep etmemesidirCami köşelerine, ashâb-ı suffe gibi kanaat etmesidirNormali, kendine mahsus bir yer talep etmesidirHurma dallarından, kamıştan veya onlara benzer şeylerden yapılmış bir ev gibi. . . En düşük derecesi, yapılmış bir hücreyi ya satın almak veya kiralamak sûretiyle talep etmesidirEğer meskenin genişliği, ihtiyacı kadarsa ve içinde süs yoksa, bu miktar onu zühd derecelerinin sonuncusundan çıkarmazEğer sağlam yapmak, sıvamak, genişletmek ve dört zira'dan daha fazla yükseltmek talebinde bulunursa, mesken hususunda zühdün hududunu tamamen aşmış demektirKireçten, kamıştan, çamurdan ve tuğladan olan binanın değişik cinsi, genişlik ve darlık hususundaki miktarının değişikliği, mülkü olmak veya kiralamak veya emanet almak sûretiyle olan değişikliğinde zaruretin müdahalesi vardırKısacası; zaruret için istenilen her şeyin, zaruretin hududunu aşmaması gerekirDünyadan zaruret miktarı, dinin alet ve vesilesidirBunu geçen miktar ise dine ters düşer.

Meskenden gaye; yağmur, soğuk ve yabancıların bakışını ve eziyetlerini defetmektirBuradaki derecelerin en azı malûmdurFazla olan fuzulîdirBütün fuzulî şeyler de ateştedirFuzulî şeyleri isteyen ve fuzulî şeyler için koşan zâhidlikten uzaktır.

Hazret-i Peygamber'den sonra ilk ortaya çıkan şeyin uzun emel, tedriz ve teşdid olduğu söylenmiştirTedriz elbiseleri güzel bir şekilde dikmektirElbiseler Hazret-i Peygamber'in zamanında, birbirlerine tutuşturulan parçalar halindeydiTeşdid ise kireç ve tuğladan yapılan binalardırOysa Asr-ı Saadet'te hurma dalları ve ağaçlarıyla bina yapılırdı.

Haberde şöyle vârid olmuştur: 'Halk üzerine bir zaman gelecektir ki Yemen mamülü kürklerin nakışlandığı gibi, halk, elbiselerini nakışlayacaktır!'

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) amcası Abbas'a yüksek yaptığı bir evi yıkmasını emretti130

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) yüksek bir kubbenin yanından geçerken 'Bu kimindir?' diye sordu'Filân adamındır' dedilerEv sahibi Hazret-i Peygamber'e geldiğinde ondan yüzünü çevirdiEskiden olduğu gibi ona yönelmez olduBunun üzerine kişi, ashâba, Hazret-i Peygamber'in neden değiştiğini sorduDurum kendisine anlatılınca gidip o kubbeyi yıktı.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber oradan geçerken kubbeyi görmeyince ona ne olduğunu sordu ashâb Hazret-i Peygamber'e hâdiseyi anlattılarHazret-i Peygamber o adama hayır duada bulundu131

Hasan der ki: 'Hazret-i Peygamber bir kerpiçi kerpiç üzerine, kamışı kamış üzerine koymadan dünyadan göç edip gitti132

Allah bir kuluna şer irade ettiğinde onun malını su ile çamurda helâk eder133

Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh) der ki: Kamıştan bir ev yapıyordukHazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) yanımızdan geçerken 'Bu nedir?' diye sorduBizde 'Bizim çürümeye yüz tutan kamıştan evimizdirTamir ediyoruz!' dedikHazret-i Peygamber şöyle dedi: 'Ben âhiret işini bundan daha acele görüyorum'134

Nûh (aleyhisselâm) kamıştan bir ev yaptıKendisine 'Keşke çamurdan iyi bir ev yapsaydın!' denildiğinde, şöyle demiştir: 'Ölecek bir insan için bu da çoktur'.

Hasan-ı Basrî şöyle anlatıyor: Safvan bMuhayrız135 yıkılmaya yüz tutan kamıştan yapılan bir evde otururken yanına girdimKendisine 'Keşke bunu tamir etseydin!' deyince, şöyle dedi: 'Nice kişiler öldü de bu hâlâ bu haliyle ayakta duruyor'.

Kim ihtiyaçtan fazla bina yaparsa kıyâmet gününde o binayı sırtlaması istenir136

Kulun bütün nafakalarından dolayı kendisine ecir yazılırAncak su ve çamura harcadığı hariç!

İşte âhiret yurdu: Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz. (Güzel) sonuç, sakınanlarındır. (Kasas/83)

Ayette kötülenen sıfatın, riyaset davası gütmek ve yüksek binalar yapmak olduğu söylenmiştir.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Her bina kıyâmet gününde sahibinin boynuna bir vebâldirAncak sıcak ve soğuktan koruyan bina müstesnadır137

Hazret-i Peygamber kendisine evinin darlığından şikayet eden bir kişiye 'Göktekini (cennette) genişlet' buyurmuştur138

Hazret-i Ömer, Şam yolunda, kireç ve kerpiçten yapılı, oldukça yüksek bir bina gördüAllahu Ekber diyerek şöyle dedi: 'Bu ümmette, Hâman'ın Firavun'a yapmış olduğu binayı yapanların bulunacağını zannetmiyordum'Hazret-i Ömer bu sözüyle Firavun'un şu sözünü kastediyor:

Haydi benim için çamurun üzerinde ateş yakarak tuğla imal et de bana bir kule yap. (Kasas/38)

Çamurdan pişirilen kerpiçten maksad, binalarda kullanılan tuğladırDeniliyor ki: Kendisi için kireç ve kerpiçten ilk bina yapan Firavun'durBunu ilk kullanan da Hâman'dır. . . Sonra zâlimler onların izini takib ettilerİşte 'Zuhruf' budur.

Seleften biri bir şehirde bir cami gördüDedi ki: 'Ben bu mescidin hurma ağacından ve yapraklarından yapılı olduğu zamana yetiştimDuvarlarının çok alçak olduğu zamanı gördümŞu anda da tuğla ile yapıldığını görüyorumHurma yapraklarıyla yapanlar, duvarlarını alçak yapanlardan daha hayırlıydılarOnlar da tuğla ile yapanlardan daha hayırlıdır'Seleften öyleleri vardı ki çürük yaptığı, emeli kısa olduğu ve binaları kuvvetli yapmak hususunda zâhid olduğu için hayatında, binasını birkaç defa yeniden yapmaya mecbur kalırdıOnlardan öyleleri vardı ki hacca gittiğinde veya gazaya çıktığında evini elden çıkarır veya komşularına hibe ederdiDöndüğü zaman kendisine geri verilirdiSelefin evleri ot ve deridendiBu tip evler şu anda da Yemen'de Arapların âdetidirTavan yüksekliği ayakta durup ellerini kaldırdığında değecek kadar idi.

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Hazret-i Peygamber'in odalarına girdiğimde elimi tavana vururdum'.

Amr bDinar139 der ki: Kul altı ziradan daha fazla binayı yükselttiğinde bir melek ona şöyle haykırır: 'Ey fâsıkların en fâsığı nereye?'

Süfyân es-Sevrî, mükemmel yapılan bir binaya bakmayı yasaklayarak şöyle demiştir: 'Eğer o binalara hayran hayran bakılmasaydı sahipleri onları öyle yapmazdıBu bakımdan o binalara bakmak onları o şekilde yapmaya yardım etmek demektir'.

Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: 'Ben yapıp da terkedene hayret etmiyorumFakat bakıp da ibret almayana hayret ediyorum!'

İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Bir kavim gelecek ve çamuru yükseltecek, dini alçaltacaktır! (Rum) atlarına binecekler, kıblenize durup namaz kılacaklar, fakat dininizin gayrisi üzerinde öleceklerdir!'

IV. Ev Eşyaları

Dördüncüsü ev eşyalarıdırBu hususta da zühd'ün birçok dereceleri vardırO derecelerin en yükseği Hazret-i Îsa'nın halidir; zira Hazret-i Îsa beraberinde ne tarak, ne testi taşımazdıSakalını parmaklarıyla tarayan birini gördüYanındaki tarağı attıNehirden elleriyle su içen birini gördüYanındaki testiyi attıİşte bu, bütün ev eşyaları hakkındaki hükümdürÇünkü o ancak bir hedef için istenilir, kişi ondan müstağni oldu mu, o hem dünya hem de âhiret için kişinin boynuna vebâl olurİnsan müstağni olmadığı şeyin de en azıyla yetinmelidirÇamurdan yapılmış kaplar kifayet ettiği yerde çamur kap, o kabın bir tarafı kırık ise ona aldırış edilmez; zira maksat onunla hâsıl olur.

Mertebelerin normali ise, ihtiyaç miktarı ev eşyasının olmasıdırFakat (bu takdirde) bir tek alet birçok maksat için kullanılırTıpkı beraberinde bulunan bir çanaktan yemek yiyen, su içen ve içine bazı nevalelerini koyan kimse gibi. . .

Selef âlimleri azaltmak için birçok yerde bir aleti kullanmayı severlerdiMertebelerin en düşüğü, her ihtiyaç için düşük cinsten bir âletin olmasıdırEğer sayı veya kaliteyi artırırsa, zühdün bütün kapılarından dışarı çıkmış ve fuzulîye meyletmiş olurBu bakımdan Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) ve ashâb-ı kirâmın (radıyallahü anh) yaşantısına bakmalıdır!

Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) der ki: 'Hazret-i Peygamber'in üzerinde yaslanıp yattığı döşek, tabaklanmış deriden yapılmış ve içi hurma lifiyle dolu bir yastıktı'140

Fudayl bIyâz der ki: 'Hazret-i Peygamber'in yaygısı iki katlı bir aba, içi hurma lifiyle dolu ve tabaklanmış deriden yapılmış bir yastıktan fazla birşey değildi'141

Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'in huzuruna geldiHazret-i Peygamber de bir hasır üzerine yatıyorduHazret-i Ömer hasırın Hazret-i Peygamber'in yanlarında iz bıraktığını görünce gözlerinden yaşlar aktıHazret-i Peygamber 'Seni ağlatan nedir ey Ömer?!' buyurunca, Ömer 'Kisrâ ile Kayser'i ve içinde yüzdükleri zevk ve sefayı hatırladımSen Allah'ın habîbi, seçilmiş kulu ve rasûlü olduğun halde hasır üzerinde yatıyorsun' dediBunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle dedi: 'Ey Ömer! Onlar için dünyanın bizler için de âhiretin rahatlığına razı değil misin?' Ömer 'Evet, ey Allah'ın Rasûlü! Razıyım' deyince şöyle dedi: 'İşte o durum öyledir!'142

Bir kişi, Ebû Zer-i Gifârî'nin yanına girdiGözünü Ebû Zer'in evine gezdirdi ve dedi ki: 'Ey Ebû Zer! Senin evinde bir meta görmüyorum ve bir ev eşyası da gözüme çarpmıyor!' Ebû Zer 'Bizim bir evimiz vardırGüzel eşyalarımızı oraya gönderiyoruz' dediAdam 'Sen burada durduğun müddetçe sana mutlaka bir meta lâzımdır' dediEbû Zer 'Bu evin sahibi bizi burada bırakmaz' dedi.

Umeyr bSa'd143 Humus valisi iken Hazret-i Ömer'in huzuruna vardıHazret-i Ömer valiye 'Beraberinde dünyadan ne var?' diye sorduVali 'Beraberimde âsam vardırOna yaslanarak gidiyorumRastlarsam onunla yılan öldürüyorumDağarcığım vardırOnunla içecek ve namaz için abdest suyumu taşıyorumBunlardan geri kalanı benim beraberimde olanlarındır!' dediBunun üzerine Hazret-i Ömer 'Allah senden razı olsun! Doğru söyledin' dedi144

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir seferden gelip Fâtıma'nın evine girdiKapısında sarkıtılmış bir perde, ellerinde gümüşten yapılmış bir bilezik gördüGeri döndü. Sonra Ebû Râfi, Hazret-i Fâtıma'nın evine girdiBaktı ki Fâtıma ağlıyorFâtıma, ağlayışının sebebini Hazret-i Peygamber'in dönüp içeri girmeyişinden ileri geldiğini söyleyince, Ebû Râfi Hazret-i Peygamber'e, bu dönüşün sebebini sorduHazret-i Peygamber 'O perde ile iki bilezik için geri dönüp geldim' dediBunun üzerine Fâtıma (radıyallahü anh) o iki bileziği Bilâl'in eline verip Hazret-i Peygamber'e göndererek şöyle dedi: 'Bunların ikisini de sadaka verdimİstediğin yerde harcayabilirsin!' Hazret-i Peygamber Bilâl'e 'O halde git, bu bilezikleri satParasını ashâb-ı suffe'ye ver!' dediBilâl, bilezikleri iki buçuk dirheme satıp parayı ashâb-ı suffe'ye verdiBu hâdiseden sonra Hazret-i Peygamber Fâtıma'nın evine gidip şöyle dedi: 'Ey Fâtıma! Anam babam sana fedâ olsunGüzel olanı yaptın, sen bendensin!'145

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Âişe'nin kapısında bir perde gördüğünde yırtıp şöyle buyurmuştur:

Bu perdeyi her gördüğümde dünyayı hatırlıyorumBu perdeyi filanın ailesine gönder146

Hazret-i Âişe bir gece Hazret-i Peygamber'e yeni bir döşek serdiHazret-i Peygamber o zamana kadar katlanmış abanın üzerinde yatıyorduBütün gece durmadan yan değiştirdiSabahladığı zaman, Âişe'ye dedi ki: O yırtık abayı geri getirBu döşeği benden uzaklaştırO beni bu gece uykusuz bıraktı147

Hazret-i Peygamber'e geceleyin beş veya altı dinar geldiOnları o gece evde bıraktıFakat uyuyamadı, onları gece dağıttı.

Hazret-i Âişe diyor ki: 'Onları çıkarıp verdikten sonra uyuduHatta uykuda horladığını bile işittim'. Sonra şöyle demiştir: 'Acaba bu para yanında olduğu halde rabbine kavuşursa, Muhammed rabbine ne cevap verecek?'148

Hasan der ki: 'Güzidelerden yetmiş kişiye yetiştimOnların hiç birinin bir elbiseden fazla elbisesi yoktuHiç biri bedeniyle toprak arasında sergi bile yaymazdı. Biri uyumak istediği zaman bedenini toprak üzerine bırakırdıElbisesini üstüne atar, öylece uyurdu'.

V. Kadın

Beşincisi hanımdırBirçok kimseler 'Nikâhın (evlenmenin) esasında ve çokluğunda zühd yapmak mânâsızdır' demişlerdir.

Sehl bAbdillah da bu fikirdedir ve şöyle demiştir: 'Zâhidlerin efendisine (Hazret-i Muhammed'e) kadınlar sevdirilmiştirO halde biz kadınlar hakkında nasıl zâhidlik yaparız?'

İbn Uyeyne de bu fikirdedir ve bununla beraber şöyle demiştir: 'Ashâb-ı kirâmın en zâhidi Hazret-i Ali idiOysa Hazret-i Ali'nin de dört karısı, on küsür cariyesi vardı'.

En sıhhatli fetva, Ebû Süleyman ed-Dârânî'nin şu sözüdür: 'Kadın, mal, evlat, ne olursa olsun, seni Allah'tan uzaklaştıran herşey senin için uğursuzdur'.

Kadın da bazen insanı Allah'tan uzaklaştırıcı olurBuradaki hakîkatin keşfi şöyledir: Nikâh bahsinde geçtiği gibi bazı hallerde, bekârlık evlilikten daha üstündürİşte bu halde evlenmeyi terketmek zâhidliktirEvlenmenin galebe çalan şehveti defetmek için daha üstün olduğu yerde ise evlenmek vâcib olurVâcib olduktan sonra onu bırakmak nasıl zâhidlik olabilir? Eğer kişinin ne evlenmemekte, ne de evlenmekte herhangi bir âfeti yoksa, kalbinin kadınlara meyletmesi için ve Allah'tan uzaklaştırıcı bir şekilde onları düşünmemesi için evlenmek tercih edilirBu durumda evlenmeyi terketmek ise zâhidlik olurEğer kadının kendisini Allah'ın zikrinden meşgul etmeyeceğini bilir ve fakat cima lezzetinden sakınmak için terkederse bu zâhidlik değildir.

Çünkü kişinin neslinin devam etmesi için çocuk edinmek ve Ümmet-i Muhammed'i çoğaltmak Allah'a yaklaştırcı ibâdetlerdendirHayatın zarurî icaplarından olup bu hedefin tahakkukunda insanda beliren lezzet ise zarar vermez; zira maksat ve hedef o lezzet değildirBu tıpkı yemek ve içmek lezzetinden sakınmak için ekmek yemeyi ve su içmeyi terkeden bir kimse gibidir (!) Böyle yapmanın zühdle alâkası yokturÇünkü bunları terketmekle bedenin yok olması sözkonusudurAynen bunun gibi evlenmeyi terketmekte de zürriyetin kesilmesi sözkonusudurBu bakımdan başka bir âfet korkusu olmaksızın sadece lezzet hakkında zühd göstermekten dolayı evlenmeyi terketmek caiz değildirŞüphesiz ki Sehl de bunu kastediyorduBunun için Hazret-i Peygamber evlendiBu durum sabit olduğu zaman kimi kadınların çokluğu Allah'tan meşgul etmezse, onların ıslahı ile kalbi meşgul olmazsa, onlara nafaka vermek kendisini ibâdetten alıkoymazsa sadece cinsî münasebetin ve kadınlara bakışın lezzetinden sakınarak kadınlar hakkında zâhidlik yapması mânâsızdırFakat peygamberlerin ve velî olan kulların haricinde olan bir kimse için, bu ne zaman düşünülebilir? Birçok kimseyi kadınların çoğu meşgul ederO halde kendisini meşgul ederse, evlenmeyi temelinden bile bırakması uygundurEğer kendisini meşgul etmezse ve kadınların çok olmasının kendisini meşgul etmesinden veya kadının güzelliğiyle kendisini meşgul etmesinden korkarsa, güzel olmayan bir kadını nikâh edip bu hususta kalbini gözetmelidir.

Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Kadınlar hakkında zühd, güzellik bakımından düşük veya öksüz kadını, güzel ve soylu kadına tercih etmesi demektir'.

Cüneyd şöyle demiştir: Yeni başlayan mürîd için üç şeyle kalbini meşgul etmemesi güzeldirAksi takdirde hali değişir.

1Kazanç,

2Hadîs talep etmek,

3Evlenmek.

Yine şöyle demiştir: 'Sûfî için yazmaması ve okumaması güzeldirÇünkü bu durum, sûfînin himmetinin derli toplu kalmasına daha elverişlidir'.

Bu bakımdan evlenmenin lezzetinin, yemenin lezzeti gibi olduğu tebellür ettiğinde insanı Allah'tan meşgul eden herşey bu iki hususta da mahzurludur.

VI. Mal-Mertebe

Altıncısı vesiledirZarûri olan altıncı şey, bu sayılan beş şeye vesile olan şeydirO da mal ve mertebedirMertebe'nin mânâsı; kalplerde yer edinmek için kalpleri elde etmektirBöylece hedeflerinde ve işlerinde o kalplerden yardım görmeyi düşünürKim bütün ihtiyaçlarını tek başına gidermeye muktedir değilse, kendisine hizmet eden birine muhtaçsa, hiç kuşkusuz hizmetçinin kalbinde bir mertebe edinmeye mecbur olurÇünkü hizmetçi onu saymazsa hizmetini yapmazKalplerde kıymetinin olması mertebe demektirBunun yakın bir başlangıcı vardırFakat bu, insanı derinliğinin dibi olmayan bir çukura doğru sürükleyip götürürÇünkü korunun etrafında dolaşırsa koruya girmesi pek yakın olur! Evet, insan ya bir fayda için veya zararı defedip zulümden kurtulmak için kalplerde mevkî edinmeye muhtaç olurFaydaya gelince, mal insanı ondan mütağni kılarÇünkü ücretle hizmetçi çalıştıranın hizmeti yapılır isterse çalışanın nezdinde onun hiçbir değeri olmasınAncak ücretsiz çalıştırdığının kalbinde mevkî edinmeye muhtaçtırZararın define gelince, Bunun için de adaletin tam kemâle ermediği bir memlekette veya kendisine zulmeden komşular arasında mertebeyi elde etmek için ona muhtaç olurÇünkü içinde bulunduğu insanların şerrini ancak kalplerini elde etmek veya sultanın yanında büyük bir nüfuza sahip olmak sûretiyle defedebilirBu husustaki ihtiyacın miktarı sınırlandırılamazHele buna korku ve neticeleri kötü olan düşünceler de eklenirse mevkîye olan ihtiyaç daha da artar! Mevkî ve mertebe talebine dalan bir kimse tehlikeli yolun yolcusudurHalbuki zahidliğin gereği kalplerde takdir kazanmak için çalışmamaktırÇünkü zâhidin din ve ibâdetle iştigal etmesi, kalplerde kâfirler arasında olsa dahi kendisinden eziyeti uzaklaştıran bir mevkî sağlar.

Acaba müslümanlar arasında olursa nasıl olur? Çalışmaksızın elde edilen şey üzerine bina edilen mertebeyi daha fazla elde etmek için muhtaç olunan takdirlere, faraziye ve vehimlere gelince, onlar yalan vehimlerden ibaret şeylerdir; zira mertebe ve mevkî isteyen de bazı hallerde eziyetten kurtulamazBunun tedavisi tahammül etmektirBu sıkıntıyı sabretmekle tedavi etmek, mertebeyle tedavi etmekten daha evlâdırDurum bu iken kalplerde mevkî talep etmek, asla ruhsatlı değildirÇünkü azı, insanı çoğuna götürürBunun zararı içkinin zararından daha korkunçturBu bakımdan hem azından, hem de çoğundan sakınmak gerekirMala gelince, geçim için mal zarurîdir; elbette yeterli malı kastediyorumEğer kişi çalışan bir kimse ise, çalışıp günlük nafakasını temin edince, derhal çalışmayı terketmesi uygundurSeleften biri iki habbe kazandığı zaman sergisini toplayıp giderdiBu, zühdün şartıdırEğer günlük nafakasını geçip bir senelik yiyeceğini kazanıncaya kadar çalışırsa, zâhidliğin en düşük derecesinden bile çıkmış olurEğer gayri menkulü varsa tevekkül hususunda yakîne sahip değilse, bir sene yetecek kadar kârını yanında bırakırsa, böyle yapmakla zühdden ayrılmış olmazFakat şu şartla ki bir senelik nafakasından fazla olanı sadaka vermesi gerekirAncak böyle yaptığında zâhidlerin zayıflarından sayılırEğer Üveys-i Karanî'nin (radıyallahü anh) şart koştuğu gibi tevekkül, zühd'de şart koşulursa bu kişi zâhidlerden olamaz.

Bizim daha önce 'zâhidlerin hududunu aşmış olur' demekteki gayemiz, âhirette zâhidler için va'dedilen güzel makamlara varamaz demektirYoksa fuzulî ve çokluktan ibaret olan birtakım şeyler hakkında zühde yapışmış ise onlara nisbeten kendisine zâhid de denirTek başına olan bir insanın bütün bunlardaki durumu, aile sahibi olan bir kimsenin işinden daha hafiftir.

Ebû Süleyman demiştir ki: 'Kişinin aile efradını zâhidliğe zorlaması uygun değildirOnları zâhidliğe davet ederEğer icabet ederlerse ne âlâ! Aksi takdirde, onların yakasını bırakıp kendisi dilediği şekilde hareket eder'.

Bu sözün mânâsı, şart koşulan sıkıntının sadece zâhide mahsus oluşudurZâhid bunu bütün aile efradına teşmil edemezEvet! Normalin hududunu aşan hususlarda onlara uymaması uygundurBu hususu, Hazret-i Peygamber'den öğrenmelidir; zira Hazret-i Peygamber Fâtıma'nın kapısına perde asıldığını, elinde bilezik olduğunu görünce geri dönmüştürÇünkü bunlar zarurî ihtiyaç değil süstürFakat Fâtıma'yı bunları terketmeye zorlamamıştır.

Madem durum budur, insanın kendisine mecbur olduğu mevkî ve malı edinmesi mahzurlu değildirFakat ihtiyaçtan fazlası öldürücü zehirdirSadece zarurî miktarla yetinmek faydalı ilaç gibidirBu ikisinin arasında, biri diğerine benzeyen çok dereceler vardırO derecelerden, zaruretten fazla olanları her ne kadar öldürücü zehir değilse de zarar vericidirZarurete yakın olan ise, her ne kadar faydalı ilaç gibi değilse de yine de faydalıdırZehirin içilmesi mahzurludurİlacın ise alınması farzdırBu ikisinin arasında bulunanların durumu şüphelidirBu bakımdan ihtiyatlı davranan bir kimse nefsi için yapmıştırGevşeklik gösteren bir kimse ise yine nefsinin aleyhinde gevşeklik göstermiştir.

Çünkü bir kimse dini için ihtiyatlı davranır, şüpheliyi bırakıp şüphesize giderse, nefsini zarurî olanın darlığına gönderirse, o, en kuvvetli kulpa yapışmış bir kimsedirŞüphesiz kurtuluşa eren zümredendirZarurî miktarla iktifa eden bir kimsenin dünyaya nisbet edilmesi caiz değildirAksine dünyanın bu miktarı dinin ta kendisidirÇünkü bu miktar dinin şartıdırŞart ise meşrûtun cümlesindendir.

Buna Hazret-i İbrahim'den gelen şu rivâyet delalet eder: İbrahim'in (aleyhisselâm) bir ihtiyacı başgösterdiBir dostuna gidip borç istediDostu ona borç vermeyince üzüntülü olarak geri döndüBunun üzerine Allahü teâlâ kendisine vahiy göndererek şöyle dedi: 'Eğer dostundan (Allah'tan) isteseydin muhakkak verirdi'Hazret-i İbrahim 'Yarab! Senin dünyadan nefret ettiğini biliyordumBunun için dünyanın bir şeyini senden istemekten korktum' dediBunun üzerine Allahü teâlâ vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'İhtiyaç dünyadan değildir ki!'

Madem ki durum budur, ihtiyaç miktarı dindendirOnun dışında kalan ise günahtırDünyada da günah ve sıkıntı vericidir.

Zenginlerin hallerini ve mal derlemek ve korumak hususundaki zilleti kabul etmelerindeki durumlarını gören bir kimse bunu bilirZenginin malla saadetinin son haddi, malı vârislerine terkedip onların malı yemesini sağlamaktır ve o zaman da vârisler kendisine düşman olurlarBazen de onun bıraktığı mal ile günah işlerlerİşte bu takdirde o da o günahları işlemekte onlara ortak olurBu sırra binaen dünya malını toplayıp şehvetlerin arkasına takılan bir kimse ipek böceğine benzetilmiştirBu böcek durmadan, kendisi için ipek örer. Sonra ördüğü kozadan çıkmak isterFakat yol bulamazKendi yaptığı yüzünden helâk olup gider! Bu bakımdan dünya şehvetlerine tâbi olan herkes de böyledirO da kalbini meylettiği zincirleriyle sağlamca bağlarÖyle ki kendisini bağlayan zincirler birbirini takviye etmektedirBu bakımdan mal, mevkî, aile efradı, evlat, düşmanların sevinmesi, dostların aynası ve diğer dünya lezzetleri onu bağlarEğer bu hususlarda yanıldığını sezip, dünyadan çıkmak isterse çıkamazKalbinin, kırılması mümkün olmayan zincir ve bukağılarla bağlı bulunduğunu görürEğer kendi iradesiyle sevdiklerinden birini terkederse, nefsini öldürmeye yaklaşırBu durum ölüm meleği gelip de kendisini bütün dostlarından ayırıncaya kadar devam ederO zaman onun kalbinde zincirler elden çıkan ve geride bırakılan dünya ile bağlı kalır! O zincirler onu dünyaya, ölüm meleğinin pençeleri de onun kalbinin damarlarına geçmiş olarak onu âhirete çekerBu bakımdan ölüm çağında onun en kolay durumu testere ile biçilen, parçalarının biri çekilmek sûretiyle diğerinden ayrılan bir şahsın durumu gibi olur! Testere ile ikiye bölünen bir kimsenin bedenine o elem verici alet dokunurFakat eseri bakımından sirayet yoluyla kalbi bundan elem duyarAcaba önce kalbin derinliğine sirayet yoluyla değil de direkt bir şekilde yerleşen elem hakkında ne düşünürsün? İşte a'lâ-yı illiyyine inip âlemlerin rabbinin komşuluğunda bulunmanın elden kaçmasının hasretini çekmeden önce ilk rastladığı azap budurBu bakımdan dünyaya dalan kişi Allah'ın mülâkatından perdelenirPerdelenme anında cehennem ateşi ona musallat olur; zira ateş, ancak perdelenmiş bir kimse üzerine musallat olur.

Hayır, onların işleyip kazandığı şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuşturHayır! Doğrusu o gün onlar, rablerinden perdelenmiştir. Sonra onlar elbette cehenneme gireceklerdir. (Mutaffîfîn/14-16)

Görüldüğü gibi Allahü teâlâ, ateşle yapılan azabı perdelenmenin elemine bağlamıştırPerdelenmenin elemi, ateş olmasa da ceza bakımından insana yeter de artar! Ona bir de ateş ilave edilirse acaba durum nasıl olur! Allah'tan, Hazret-i Peygamber'in ruhuna üflenen şeyi kulaklarımıza yerleştirmesini dileriz; zira Hazret-i Peygamber'e şöyle denilmiştir:

Sev sevdiğini! Muhakkak onlardan ayrılacaksın!149

Zikrettiğimiz misâlin mânâsı hakkında şair şöyle söylemiştir: 'İpek böceği gibi çok çalışırDurmadan örer, fakat ördüğünün arasında üzüntülü bir şekilde can verir!'

Allah'ın velî kulları, insanın kendini, nefsinin hevasının arkasına takılmak sûretiyle ipek böceğinin nefsini helâk ettiği gibi helâk ettiğini müşahede ettiklerinde dünyayı tamamen bıraktılar.

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Bedir savaşına iştirak eden yetmiş kişiyi gördümSizin haram kılınan şeyler hakkındaki zâhidliğinizden daha fazla kendilerine helâl kılınan şeyler hakkında zâhidlik yaparlardı'Başka bir lâfızda "Sizin bolluk ve genişlikten sevindiğinizden daha fazla belâya sevinirlerdiEğer onları görseydiniz'Bunlar delidir!' derdinizOnlar da sizin hayırlılarınızı görseydiler 'Bunların Allah katında hiçbir nasibi yoktur' derlerdiEğer sizin şerlilerinizi görseydiler 'Bunlar hesap gününe îman etmemişlerdir' derlerdi", şeklinde vârid olmuştur.

Onlardan birine helâl mal gelir, onu almaz ve 'Kalbimi ifsâd edeceğinden korkuyorum' derdiBu bakımdan kalp erbabı olan bir kimse, şüphesiz ki kalbinin fesada gitmesinden korkarKalpleri dünya sevgisiyle ölen kimselere gelince, Allah onlardan haber vererek şöyle buyurmuştur:

Bizimle buluşmayı ummayanlar dünya hayatına razı olup onunla bizim ayetlerimizden gaflet edenler. . . (Yunus/7)

Kalbini bizi anmaktan alıkoyup nefsinin arzusuna uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme! (Kehf/28)

(149) Daha önce geçmişti.

Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevirİşte onların ilimden erişebildikleri (sınır) budur. (Necm/29-30)

Allahü teâlâ bütün bunları gaflet ve ilimsizliğe hamletmiştir.

Bir kişi Hazret-i Îsa'ya 'Seyahatında beni de beraberinde götür' deyince şöyle demiştir: 'ınalını elden çıkar! Bana yetiş!' Kişi 'Buna gücüm yetmez' dediHazret-i Îsa (aleyhisselâm) şöyle dedi: 'Zengin hayretle veya şiddetle cennete girer!'

Bazıları şöyle demiştir: "Ziyası yayılan hiçbir gün yoktur ki o günde dört melek göklerin âfakında bağırmasınOnların ikisi doğuda, ikisi de batıda bağırırDoğuda olanların biri der ki: 'Ey hayrı talep eden! Gel! Ey şerri talep eden! Talebini kısalt!' Diğeri der ki: 'Yarab! Malını infak edene, infak edilenin yerini dolduracak miktarı ver! Malını sımsıkı tutanın malını telef eyle!' Batıda olanların biri 'Ölmek için çoğalıp üreyiniz! Harap olması için inşa ediniz!' derDiğeri de 'Hesabın uzunluğu için yeyiniz, lezzetleniniz! der".

99) İbn Mâce

100) Daha önce geçmişti.

101) Daha önce geçmişti.

102) Deylemî

103) el-Hamedânî, kendisine Umeyr de denir. Güvenilir bir âlim olan bu zat Muaviye döneminde vefat etmiştir.

104) İmâm-ı Ahmed

105) İbn Mâce

106) Ebû Yâ'lâ

107)

108) Ebû Şeyh

109) Bureyre, Ensar'dan bir kavmin cariyesi idi. Hazret-i Âişe'ye hizmet ederdi,

110) Müslim, Buhârî

111) Müslim, (Seleme b. Ekva'dan)

112) Adl Ebû Cehm b. Huzeyfe b. Gânem el-Kureşî'dir. Fetih günü müslüman olmuştur. Kureyş'in en yaşlısı ve sözü dinlenir kimselerindendi.

113) Müslim, Buhârî

114) Daha önce geçmişti.

115) Daha önce geçmişti.

116) Ebû Dâvud et-Tayalisi, Taberânî

117) Ebû Bekir b. Lâl

118) İyad b. Gânem'den

119) Ebû Ya'lâ

120) Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce

121) Tirmizî

122) İmâm-ı Ahmed, İbn Mâce

123) Tirmizî

124) Ensar'ın Evs kabilesindendir. Önce Uhud'a, sonra Hendek savaşına katılmış ve H. 73'de vefat etmiştir.

125) İmâm-ı Ahmed

126) İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvud ve Taberânî, (hadîs-i merfû olarak bir benzeri) ; 'Kim kendisini bir kavme benzetirse, o onlardandır!'

127) Taberânî

128) Mâlik, Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn Hıbbân

129) Basralı bir âbiddir ve H. 31'de vefat etmiştir.

130) Taberânî, (Ebû Aliyye'den)

131) Ebû Dâvud, (Enes'ten)

132) İbn Hıbbân

133) Ebû Dâvud

134) Ebû Dâvud, Tirmizî

135) Doğrusu Saffan b. Muharriz'dir. Mâzinî kabilesinden olan bu zat, Basralı bir âbiddir. H. 74'de Abdülmelik'in hilafeti döneminde vefat etmiştir.

136) Taberânî

137) Ebû Dâvud

138) Ebû Dâvud

139) Adı Ebû Muhammed el-Asrem el-Mekkî'dir. Güvenilir bir âlimdir. H. 126'da vefat etmiştir.

140) Ebû Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce

141) Tirmizî, Şemâil

142) Müslim ve Buhârî

143) Ensar'ın Evs kabilesindendir. Hazret-i Ömer kendisini takdîr ettiği için 'biricik şahıs' mânâsına gelen 'Nesîcu vahdehu' derdi. Ölünceye kadar Hazret-i Ömer tarafından Hıms valiliğine tayin olundu. Kendisi zâhidlerdendir.

144) Ebû Nuaym, Hilye

145) Irâkî hadîsi bu ibare ile görmediğini söylemektedir.

146) Tirmizî

147) İbn Hıbbân

148) İbn Hıbbân

34-15

Zühd'ün Alâmetleri

Bazen her malı terkeden zâhiddir zannedilirOysa hiç de öyle değildir; zira zâhidlikle övünmeyi seven bir kimse için malı terketmek, sıkıntılı yaşayışı belirtmek pek kolaydırRuhbanlardan niceleri vardır ki hergün nefislerini az bir yemeğe mecbur edip kapısız bir kiliseye kapanmışlardırOnların sevinci, halkın hallerini bilmesidirHalkın kendilerine takdirle bakıp övmesidirBöyle yapmaları, kesinlikle zühd'e delâlet etmezHem mala hem de mertebeye zâhidlik yapmak gerekirHatta nefsin dünyadan lezzetleri varken zühd kemâle ermezOysa güzel yün elbiseler giymelerine rağmen bir cemaat zâhidlik iddia etmişlerdir.

Nitekim Havvâs, bu iddiacıları vasfetmek maksadıyla demiştir ki: "Bir kavim vardır ki zühdü iddia ettilerElbisenin en iyisini giydilerBununla halkın gözünü boyamak istediler ki elbiselerinin nisbetinde kendilerine hediyeler verilsin ve fakirlere bakılan gözle kendilerine bakılıp da tahkir edilmesinlerFakirlere verildiği gibi kendilerine verilmesinZâhid olduklarına, ilme ve sünnete tâbi oldukları halde malların kendilerine geldiği, fakat kendilerinin ondan sıyrıldıkları ile delil getirmişlerdir'Biz ancak eşyayı başkasının ihtiyacı için alıyoruz' derlerOnlardan hakikatler istenildiğinde ve darlıklara zorlandıklarında böyle söylerlerOysa bütün bunlar din vasıtasıyla dünyayı isteyen kimselerdirNe kalplerini tasfiye etmeye, ne de ahlâklarını temizlemeye hiçbir zaman önem vermemişlerdirOnların sıfatları üzerlerinde belirmiş, kendilerini mağlûp etmiş ve bunu da kendileri için bir 'hâl' olarak iddia etmişlerdirOysa onlar dünyaya meyyal, hevâ-i nefse tâliptirler"Madem ki durum budur, öyleyse zühdün bilinmesi zor bir meseledirHatta zühd hali zâhide bile müşkil gelirBu bakımdan zâhid, iç âleminde, üç alâmete dayanmalıdır:

Bir

Birinci alâmet, mevcutla sevinmemesi ve yok olandan dolayı üzülmemesidir.

(Başınıza gelen olayları, önceden bir kitaba yazdık ki) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve (Allah'ın) size verdiğiyle sevinip şımarmayasınızÇünkü Allah, kendini beğenip övünen kimseleri sevmez. (Hadîd/23)

Belki tam bunun zıddı olmalıdır; yani var olana üzülmek, yokluğa sevinmek.

İki

İkinci alâmet kendisini öven ile kötüleyenin, yanında bir olmasıdırBirinci alâmet, mal hakkındaki zühdün alâmetidirİkinci alâmet ise, mertebe hakkındaki zühdün alâmetidir.

üç

Üçüncü alâmet Allah'a olan ünsiyeti olmalı, kalbine ibâdetin sevgisi galip gelmelidir; zira kalp, sevginin tadından uzak değildir: ya dünya veya Allah sevgisi. . . Bunların ikisi kalpte, fincandaki su ile hava gibidirSu fincana girince hava çıkarİkisi bir arada olmazO halde, kim Allah'a ünsiyet vermişse, ancak Allah ile meşgul olur, O'ndan başkasıyla meşgul olmaz.

Bu sırra binaen bir zâta birileri hakkında şöyle denildi: 'Zâhidlik onları nereye kadar götürdü?' Cevap olarak dedi ki: 'Allah'a ünsiyet etmeye kadar götürdüDünya ile Allah'a ünsiyet bir arada olmazlar'.

Marifet ehli demişlerdir ki: 'Îman kalbin zâhirine yapıştığında, kalp hem dünyayı, hem de âhireti birden sever ve ikisine de çalışırÎman kalbin derinliklerine dalıp nüfuz edince, kalp dünyadan nefret etmeye başlar ve dünyaya bir defacık dahi dönüp bakmaz ve dünya için çalışmaz'.

Bu sırra binaen Hazret-i Âdem'in duasında şöyle vârid olmuştur: 'Ey Allah'ım! Kalbimin derinliklerine nüfuz eden bir îman istiyorum!'

Ebû Süleyman şöyle demiştir: 'Nefsiyle meşgul olan bir kimse, halktan yüz çevirirBu ise, amel edenlerin makamıdırRabbiyle meşgul olan bir kimse ise, nefsinden yüz çevirirBu ise, âriflerin makamıdırZâhid bir kimse ise, bu iki makamdan birinde bulunmalıdırZâhidin birinci makamı nefsini nefsi ile meşgul etmesidirBu durumda övgü ile yergi, varlık ile yokluk, zâhidin nazarında birdirElinde biraz malı olduğu için zâhidliği yoktur denilemez'.

İbn Ebî Havarî der ki: Ebû Süleyman'a sordum:

Dâvud et-Tâî zâhid miydi?

- Evet!

- Oysa kulağıma geldiğine göre, babasından yirmi dinar almış ve o yirmi dinarı yirmi sene kendi nefsine harcamışYirmi sene bunu elinde tutan bir kimse nasıl zâhid olur?'.

- Sen ondan zühdün hakîkatine varmayı mı kasdettin?

Ebû Süleyman hakîkatten gayeyi kasdetmiştirÇünkü nefis sıfatlarının çokluğundan, zühdün varılabilecek bir sonu yokturZühd ancak bütün sıfatlarda zâhid olmak sûretiyle tamamlanır! Bu bakımdan dünyada herhangi birşeye kudreti olduğu halde, bunu kalbinin ve dininin korkusundan bırakan bir kimse, o şeyi bıraktığı nisbette zâhiddirZühdün en son noktası, Allah'tan başka herşeyi bırakmaktırHatta bir taşı bile Îsa (aleyhisselâm) gibi yastık yapmamaktır.

Allahü teâlâ'dan dileğimiz, zühdden az da olsa, bize bir nasip vermesidirÇünkü bizim gibiler, zühdün son noktasını ummaya cesaret edemezHer ne kadar Allah'ın fazlından ümidi kesmek ruhsatlı değilse de. . . Biz Allah'ın bize vermiş olduğu nimetlerin büyüklüklerini düşündüğümüzde, biliriz ki Allahü teâlâ'ya hiçbir şey büyük gelmezBu bakımdan her kemâli, cömertliğine yaslanarak Allah'tan istemekte bir mahzur yokturMadem ki durum budur, zühdün alâmeti, fakirlik, zenginlik, izzet, zillet, övgü ve yerginin eşit olmasıdırBu da Allah'a olan ünsiyetin galebe çalmasından doğarBu alâmetten birçok alâmetler doğarDünyayı terketmek ve ona sahip olana aldırmamak gibi. . .

Denildi ki: 'Zühdün alâmeti, dünyayı olduğu gibi terketmektir'Bu bakımdan 'Ben tekke yapacağım veya cami imar edeceğim' dememelidir.

Yahya b. Muaz dedi ki: 'Zühdün alâmeti, var olanla cömertlik yapmaktır!'

İbn Hafif şöyle demiştir: 'Zühdün alâmeti, mülkten sıyrılmakla rahat bulmaktır'Yine şöyle dedi: 'Zühd, tekellüfsüz bir şekilde dünyadan nefsi uzaklaştırmaktır!'

Ebû Süleyman şöyle demiştir: 'Yün giymek, zühdün alâmetlerinden biridir'.

Bu bakımdan, kalbinde beş dirhemin rağbeti olduğu halde üç dirhem kıymetinde bir yün elbiseden daha pahalısını giymemelidir.

Ahmed bHanbel ve Süfyân es-Sevrî şöyle demişlerdir: 'Zühdün alâmeti emeli kısaltmaktır'.

Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: 'Zâhid kişi, nefsinden başka şeyle meşgul olduğunda hayatı bulanırArif kişi de nefsi ile meşgul olduğunda hayatı bulanır!'

Nasr el-Abazî150 dedi ki: 'Zâhid, dünyada gariptir (azdır) , ârif ise âhirette gariptir'.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: "Zühdün alâmeti üçtür: İlletsiz (nedensiz ve niçinsiz) bir amel, tamahsız bir söz ve riyasetsiz bir izzettir'Yine şöyle demiştir: 'Allah için zâhid olan bir kimse, (kalbi dünyanın zilleti ile dolu olduğundan) sana sirke ile hardal danesini koklatırArif ise misk ve anberi. . . (Çünkü kalbi mârifetullah ile doludur) '.

Bir kişi Yahya'ya 'Ben ne zaman tevekkül dükkânına girip zühd'ün abasını giyip zâhidlerle beraber oturacağım?' diye sorunca, cevap olarak dedi ki: 'Gizlice nefsine verdiğin riyazet hususunda, Allah senden üç gün rızkı kestiğinde, nefsinde zayıf düşmeyecek raddeye vardığında. . . Bu dereceye yükselmediğin takdirde, zâhidlerin sergisi üzerinde oturman cehalettirBununla beraber rezil olmayacağından da emin değilim!'

Yine şöyle demiştir: 'Dünya gelin gibidirKim onu arzularsa onu süslerDünya hakkında zâhid olan kişi ise, onun yüzünü karartır, tüylerini yolar, elbiselerini yırtarArif kişi ise Allah ile meşgul olurDünyaya iltifat bile etmez'.

Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: 'Zühd'ün bütün gereklerini yaptımİstediğime vardımAncak insanlar hakkındaki zühd'e varamadım ve buna gücüm de yetmedi'.

Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: Allahü teâlâ şerrin tamamını bir eve tıktıOna dünya sevgisini anahtar yaptıHayrın tamamını bir eve bırakıp zühd'ü de ona anahtar yaptı!'

İşte zühd'ün hakîkat ve hükümlerinden zikretmek istediğimiz şeyler bu kadardırMadem ki zühd ancak tevekkül ile tamamlanır, o halde Allah'ın izniyle biz de Tevekkül bölümüne geçelim!

150) Adı Ebû Kasım İbrahim b. Muhammed'dir. Horasan'ın şeyhi idi. Şiblî'nin sohbetinde bulunmuştur. Muhaddis ve sûfî bir imamdı. Mekke'de H. 376'da vefat etmiştir.