İHYÂ-İ ULÛMİ'D-DÎN | HAVF VE RECÂ'

 Nimet'in Hakikati ve Kısımları

Nimet'in Hakikati ve Kısımları

Lütfu ve sevabı umulan, mekrinden ve azabından korkulan Allah'a hamdolsun! O Allah ki dostlarının kalbini ümit korkusuyla tamir etmiştirÖyle ki nimetlerinin lâtifeleriyle o dostlarını huzurunun sahasına indirmeye sevketmiştirDüşmanlarının istikrar yeri bulunan belâ (imtihan) evinden onları uzaklaştırmıştırKorkutma ve şiddetli ihtarının kamçısıyla huzurundan yüz çevirenlerin yüzlerini, sevap kerametinin evine çevirmiştirBunları, kınanmaya mâruz kalmamaları için bazen kahr ve şiddet zincirleriyle, bazen de şefkat ve lütfun gemiyle cennetine çekmek için yapmıştır.

Salât ve selâm, peygamberlerin efendisi, halkının en hayırlısı Hazret-i Peygamber'in (ve diğer peygamberlerin) , âlinin, ashâbının ve zürriyetinin üzerine olsun!

Muhakkak recâ ve havf iki kanattırlar; Allah'ın dergâhına yakın olanlar, onlarla her güzel makama uçarlarİki binektirler; âhiret yollarından geçilmesi zor olan yollar onlarla geçilir.

Rahman'ın yakınlığına ve cennetin genişliğine, yollarının uzaklığı, yüklerinin ağırlığı, kalplerinin hoşa gitmeyen şeylerle, azalarının meşakkatlerle sarılı olması sebebiyle ancak recâ (ümit) gemisi (İnsan oğlunu) yaklaştırabilirCehennem ateşinden, elemli azaptan, şehvetlerin lâtifeleriyle ve lezzetlerin acaiplikleriyle sarılı olduğu için ancak korkunun kamçıları ve şiddetin sadmeleri uzaklaştırırDurum bu iken, ümit ile korkunun hakikatlerini, faziletlerini, zıt olmalarına rağmen onları bir araya getirmenin yolunu belirtmek gerekirİşte biz onların zikrim iki şıktan meydana gelen bir kitapta topluyoruz.

Birinci şık recâ (ümit) ,

İkinci şık da havf (korku) hakkındadır.

33-1

Birinci şık, ümidin hakikatini, faziletini, devamını ve celbedilmesinde kullanılan yolun beyanını kapsar.

Allah'ın Nimetlerinin Çokluğu, Kesintisiz ve Sonsuz Oluşu

Recâ, salihlerin makamlarının, talihlerin hallerinin kısımlarındandırVasfa ancak sabit olup ikame edilirse makam ismi verilirGelip geçici olana ise hâl ismi verilirNitekim sarılığın, altında olduğu gibi kalıcı, korkuda olduğu gibi geçici ve hastalıktaki gibi bu iki kısmın arasında olan kısımlara ayrıldığı gibi, kalbin sıfatları da böyle kısımlara taksim olunurKalpte kalıcı olmayana hâl denirÇünkü devamlı kalmazBu, kalbin bütün sıfatlarında geçerlidirBizim şu anda gayemiz recânın hakîkatidirRecâ da, hâl, ilim ve amelden oluşurİlim hali meyve veren sebeptirHâl ameli gerektirirRecâ bunların üçüne birden verilen isimdirİzahı şöyledir: Başından geçen güzel ve çirkin şeyler hal-i hazırda ve geçmişte mevcut ve gelecekte beklenen kısma ayrılırBu bakımdan geçmişte mevcut olan kalbine geldiğinde buna zikir ve tezekkür adı verilir.

Eğer hâl-i hazırda mevcut olan hâle ise vecd, zevk ve idrak adı verilirVecd adının verilmesi nefsinde mevcut olduğundan dolayı gelirEğer kalbine gelecekte bir şeyin varlığı düşerse ve galebe çalarsa buna da intizar ve tevekku adı verilirBeklenen mekruh ise ondan ötürü kalpte bir elem hâsıl olursa ona havf (korku) ve işfak adı verilir.

Eğer güzel birşey beklemesinden ötürü kalbin kendisi ile alâkadar olmasından ve kalpte hutur etmesinden kalpte bir zevk belirirse buna da recâ adı verilirÖyle ise recâ kalp nezdinde mahbub olanı beklemekten gelen sevgi demektirFakat o beklemenin muhakkak bir sebebi vardırEğer intizar edilmesi sebeplerinin çoğunun var olması için ise ona recâ ismini vermek doğru olurEğer sebeplerin karışmasına rağmen bir bekleyişse ona recâ demekten daha fazla ahmaklık ve gurur ismi uygun düşer.

Eğer sebeplerin ne varlığı, ne de yokluğu belli değilse bu bekleyişe sebepsiz olduğu için temenni ismi daha uygun düşerRecâ ve havf ismi ancak içinde tereddüt olan şeye verilirKesin olan şeye ise bu isim verilmezÇünkü doğuş zamanında güneşin doğuşunu ümit ediyorum, batış zamanında batışından korkuyorum denilemez; zira o zamanlarda doğuş ve batışı kesindirEvet, yağmurun yağmasını ümit ediyorum ve kesilmesinden korkuyorum denilebilir.

Allahü teâlâ erbabına dünyanın âhiret için tarla olduğunu, kalbin de toprak olduğunu ve îmanın toprağa ekilen tohum gibi olduğunu öğretmiştirİbadetle yerin sulanması ve temizlenmesi, ark ve arazilere su ulaştırmanın yerine geçerDünyaya tamamen kendisini kaptıran bir kimsenin kalbi de tohumu bitirmeyen çorak arazi gibidirKıyâmet günü hasad günüdürHiç kimse ektiğinden başkasını biçemezAncak îmanın tohumundan ekin biterTıpkı çorak yerde ekinin az bitmesi gibiÖyle ise insanın ümidini ziraat sahibinin ümidine kıyas etmek uygundurBu bakımdan kim güzel bir toprak talep ederse ve çürük olmayan bir tohumu oraya ekerse sonra gerekli zamanda ona ihtiyacı olan suyu verirse, yerden fuzulî dikenleri ve otları ayıklarsa, tohumun bitmesine mâni olup ekini bozacak şeyleri temizlerse, sonra Allah'tan yıldırımlar ve ifsad edici âfetleri ziraat yetişinceye kadar def etmesini beklerse bu bekleyişe recâ denir.

Eğer tohumu çorak ve kuru bir yere tümsek ve suyun varamadığı bir araziye ekerse, ve ıslahı ile meşgul olmazsa, sonra ondan hasad beklerse bu bekleyişe recâ değil, ahmaklık ve gurur adı verilir.

Eğer tohumu güzel bir araziye ekerse, fakat o arazi susuz olursa, yağmurların yağmadığı bir zamanda yağmur beklerse, fakat aynı zamanda yağmurun yağması da muhtemel ise bu bekleyişe recâ değil temenni adı verilir.

Demek ki recâ, kulun ihtiyarında olan bütün sebeplere başvurulmuş sevimli bir işi beklemeye denirBu takdirde kulun ihtiyarı altına girmeyen sebepler başvurulmamış olarak kalmaktadırO da Allah'ın engelleyici ve bozucu şeyleri fazileti ile bertaraf etmesidirBu bakımdan kul, imtihan tohumunu eker, ibâdet suları ile sular, kalbi kötü huylardan temizleyip Allah'tan bu durumu ölüme kadar devam ettirmesini ve mağfirete ulaştıracak güzel sonucu vermesini beklerse bu hakîkî recâ'dırGüzel olan da budurBu, ölüme kadar mağfiretin sebeplerini tamamlamak için îmanı istemeye, onu devam ettirmeye ve böyle yapmaya teşvik ederEğer îman tohumundan ibâdet suyunu keser veya kalbi kötü ahlâklarla dolu olarak bırakırsa, dünya lezzetlerine dalarsa, sonra da mağfireti beklerse bu ahmaklık ve gurur'dur.

Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Ahmak odur ki nefsini hevâsına tâbi kılmıştırAllah'tan (böyle olduğu halde) cenneti temenni etmektedir.

Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı terkettilerŞehvetlerine uydularOnlar kötülük bulacaklardır. (Meryem/59)

Onların arkalarından yerlerine geçip kitaba vâris olan bir takım insanlar geldi ki onlar şu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar, 'Biz nasıl olsa bağışlanacağız' diyorlar. (A'raf/169)

Allahü teâlâ, bostanına girerken bu bostanın ebediyyen helâk olmayacağını, kıyâmetin kopmayacağını ve eğer Allah'a döndürülürse mutlaka gideceği yerin bundan daha hayırlı bir yer olacağını sanan bostan sahibini de yermiştir.

Madem durum budur, o halde ibâdetlere dalan, günahlardan sakınan kul, Allah'tan nimetin tamamını beklemeye lâyıktırNimetin tamamı da ancak cennete girmekle elde edilirAsi bir kimse ise tevbe eder, eski kusurlarını telafi ederse ancak o zaman tevbesinin kabul edilmesini bekleyebilir.

Günahı istemediği zaman, günah değil, sevap hoşuna gittiği zaman nefsini kınadığı, tevbeye meylettiği zaman tevbesinin kabulü için Allah'tan ümit beklemeye lâyıktırÇünkü günahı hor görmesi ve tevbeye şiddetle taraftar olması tevbeye götürücü sebeplerdendirZaten ümit de sebeplerin hazırlanmasından sonradır.

Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda savaştılar, işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. (Bakara/218)

Yani onlar Allah'ın mağfiretini ummaya müstehak olurlar, fakat ayetten sadece ümitvar olmak kastedilmemiştirÇünkü onlardan başkası da Allah'ın mağfiretini umarlarAllahü teâlâ ümidi, müstehak olanlara tahsis etmiştir, Allah'ın hoşuna gitmeyen şeylere dalıp nefsini kınamayan ve tevbeye azimli olmayan bir kimseye gelince, onun ümidi çorak yere tohum ekip, o tohumu sulamayan ve yabani otları temizlemeyen bir kimsenin ümidi gibi ahmaklıktır.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Benim katımda nedamet olmaksızın af ümidi ile günahlara dalmak gururun en büyüğüdürİbadetsiz Allah'a yaklaşmayı ummak ateş tohumu serpip cennet ziraati beklemektirGünahlarla iştigal edip itaat edenlerin mevkiini talep etmektir.

Amelsiz mükafat beklemektirİfrata rağmen Allah'tan temennide bulunmaktırŞair şöyle demiştir: 'Kurtuluşu umuyorsun, fakat kurtuluş yollarından yürümüyorsunMuhakkak ki gemi karada yürümez'.

Recâ'nın hakikatini bildiğin zaman, onun birçok sebeplerin cereyanı ve ilmin meyvesi olduğunu anlarsınBu ise imkân nisbetinde diğer sebepleri yerine getirme gayretini doğururÇünkü tohumu güzel, arazisi temiz, suyu bol olan bir kimsenin ümidi doğru olurÜmidin doğruluğu araziyi kontrol etmeye, yabani otları ayıklamaya zorlarHasat zamanına kadar asla bu vazifede kusur etmezÇünkü recâ'nın zıddı ümitsizliktirÜmitsizlik ise insanı çalışmaktan alıkoyarBu bakımdan arazinin çoraklığını, suya muhtaç olduğunu, tohumun bitmeyeceğini bilen bir kimse araziyi işlemeyi bırakır, bu yoldaki yorgunluğa da katlanmaz.

Ümit övülen bir şeydirÇünkü teşvik edicidirÜmitsizlik ise yerilmiştirÜmidin tam zıddıdırÇünkü çalışmaktan alıkoyarKorku ise ümidin zıddı değildirAksine bahsi geleceği gibi onun arkadaşıdırZira korku da, haşyet yoluyla başka bir teşvikçidirÜmidin rağbet yolu ile teşvikçi olduğu gibi.

Bu bakımdan ümit hali, her durumda gayret gösterip ibadetlere devam etmeyi gerektirirDaima Allah'a yönelmekten duyulan zevk onun eserlerindendir.

Onun münâcatmdan edinilen nimet ona karşı yönelmekten gelen lütuf onun eserlerindendir; zira bu haller padişahlardan veya şahıslardan birşey uman herkeste de belirmelidirO halde Allah'ın hakkında nasıl belirmez? Eğer burada belirmezse bununla recâ makamından mahrum olmaya gurur ve temenni hâline dair delil getirilsin.

Bu bakımdan recâ halinin beyanı ve recâ'nın meyve olarak verdiği ilmin ve ondan sezilen amelin beyanı budur.

Recâ'nın bu amelleri meyve olarak vereceğine delil Zeyd el-Hayl'in hadisidir; Zeyd el-Hayl Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi: 'Senden Allah'ın irade ettiği ve irade etmediği kimselerin alâmetini sormaya geldim'Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: 'Sen nasıl sabahladın?' Zeyd 'Hayri ve hayır ehlini sever olduğum halde sabahladımHayırdan birşeye kudretim yettiği zaman onu hemen yapar, sevabına inandığım hayırdan birşey elimden kaçtığında üzülürüm ve onu isteyerek sabahlarım' dediBunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:

İşte bu, Allah'ın hayır irade ettiği bir kimsedeki alâmetidirEğer Allah sana şer dileseydi seni ona hazırlardı. Sonra senin o derecelerin hangisinde helâk olacağına da kıymet vermezdi.

Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , kendisi için hayır irade edilen kimselerin alâmetlerini zikretmektedirBu bakımdan kim bu alâmetler olmaksızın hayır irade edildiğine inanırsa, o kimse mağrurdur.

İkinci rükün şükredilecek nimetler hakkındadır.

Recâ ile amel, korku ile amelden daha yücedir; zira Allah katında kulların en sevimlisi Allah'ı en fazla sevendirSevgi ise, recâ ile galebe çalarBu, biri cezasından korkarak, diğeri de sevdiği için hizmet edilen iki hükümdarla ölçülebilirBu sırra binaen recâ ve güzel zan hakkında birçok terğıbler vârid olmuşturÖzellikle de ölüm vaktinde.

Sakın Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmayın! (Zümer/53)

Bu bakımdan Allahü teâlâ, ümitsizliği haram kılmıştırHazret-i Yakub'un haberlerinde vârid olmuştur ki Allahü teâlâ ona vahiy göndererek "Biliyor musun seninle Yûsuf'un arasını niçin ayırdım? Çünkü sen 'Siz gâfil olduğunuz bir durumdayken kurdun onu yemesinden korkuyorum' dedinNeden kurttan korktun da benden ümidini kestinNeden Yûsuf'un kardeşlerinin gafletini düşündün de benim Yûsuf'u koruyacağımı düşünmedin" dedi.

Sizden bir kimse Allah hakkındaki zannını düzelterek ölüme hazırlansın1

Allahü teâlâ (bir hadîs-i kudsî'de) şöyle buyurmaktadır:

Ben kulumun zannı üzereyimBu bakımdan kulum istediği şeyi zannedebilir2

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ölüm sekeratında olan bir kişinin yanına girdi ve ona şöyle sordu:

-Kendini nasıl hissediyorsun?

-Günahlarımdan korktuğumu, rabbimin rahmetini umduğumu hissediyorum!

- Onların ikisi bu yerde (ölüm çağında) bir kulun kalbinde bir araya gelirse Allah o kula umduğunu verir ve onu korktuğundan emin kılar3

Hazret-i Ali 'Günahlarının çokluğundan korkarak ümitsizliğe kapılan bir kişiye şöyle dedi: 'Ey kişi, senin Allah'ın rahmetinden ümitsiz olman, günahlarından daha tehlikelidir'.

Süfyân es Sevrî şöyle demiştir: Kim bir günah işlerse ve Allah'ın o günahı affa kâdir olduğunu bilir ve Allah'ın affını dilerse, Allahü teâlâ o günahını bağışlarÇünkü Allahü teâlâ bir kavmi kınayarak şöyle buyurmuştur:

İşte rabbinize karşı beslediğiniz bu zannınız sizi helâk etti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz. (Fussilet/23)

Bu (zan) gönüllerinizde süslendirildi, kötü zanda bulundunuz ve helâki hak eden bir kavim oldunuz. (Feth/12)

Allahü teâlâ kıyâmet gününde kuluna der ki: 'münkeri gördüğün halde onu reddetmekten seni meneden ne idi?' Eğer Allah o kuluna delilim telkin ederse, o kul der ki: 'Yarab, senin affını ümit ettim, halktan korktum (onun için) vazifemi yapmadım'Allahü teâlâ 'Seni affettim' der4

Bir kişi halka borç verirdi, zengin borçlulara karşı müsamaha gösterir, fakirin borcundan vazgeçip affederdiBu kişi hayatında hiçbir güzel amel işlemediği halde Allah'ın huzuruna vardıAllahü teâlâ ona 'Senin yaptığın benden daha fazla kime yakışır?' dedi ve onu, Allah hakkındaki güzel zannından ötürü affettiOysa o ibadet yönünden iflas etmişti.

Allah'ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden gizli ve âşikar sarfederler Asla ziyan etmeyecek bir ticaret (sevap) umarlar. (Fâtır/29)

Hazret-i Peygamber 'Eğer sizler benim bildiğimi bilseydiniz, muhakkak az güler çok ağlardınızTepelere çıkıp göğüslerinizi yumruklar ve rabbinize yalvarırdınız' deyince Cebrâîl indi ve şöyle dedi: "Rabbin sana 'Neden kullarımı ümitsizliğe düşürüyorsun?' diyor"Bunun üzerine Hazret-i Peygamber halkın huzuruna çıkıp onları Allah'ın rahmetine ümitlendirdi ve teşvik etti.

Allah Hazret-i Dâvud'a 'Beni sev, beni seveni sev ve beni halkına sevdir' diye vahiy gönderdiğinde Hazret-i Dâvud 'Yarab halkıma nasıl sevdireyim?' diye sorduAllahü teâlâ da şöyle buyurdu:

Beni güzellikle zikret, benim nimetlerimi ve ihsanımı zikret, onlara bunu söyle; zira onlar benden ancak güzeli bilirler.

Eban bEbi Ayyaş rüya âleminde birisine göründüO ölmeden önce ümit kapılarını açar, çokça zikrederdiO kişiye dedi ki: 'Allah beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: 'Ümit kapılarını çokça zikretmeye seni teşvik eden ne idi?' Dedim ki: 'Seni kullarına sevdirmek istedim'Allah da 'Seni affettim' dedi.

Ölümünden sonra Yahya b, Eksam rüya âleminde göründüOna denildi ki: 'Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?' Dedi ki: 'Allah beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: 'Ey fena ihtiyar, sen ne yaptın?' Beni bir korku tuttu. Sonra dedim ki: 'Yârab, ben seni bu şekilde halkına tanıtmadım'Allahü teâlâ 'Benden nasıl bahsettin?' dediDedim ki: "Abdürrezzak bana Muhammed'den, o da Zührî'den, o da Enes'den, o da senin peygamberinden, o da Cebrâîl'den rivâyet etti ki sen şöyle demişsin:

Ben kulumun zannı üzereyimBu bakımdan kul istediği şeyi benim hakkımda zannetsin.

Ben de senin hakkında bana azap etmeyeceğini zannediyordum"Bunun akabinde Allahü teâlâ şöyle buyurdu:

Cebrâîl doğru söylemiş, peygamberim doğru söylemiş, Zührî doğru söylemiş, Muhammed doğru söylemiş, Abdürrezzak doğru söylemiş ve sen de doğru söylüyorsun.

Bunun üzerine Allahü teâlâ tarafından bana cennet hulleleri giydirildiCennet vildanları önümde ta cennete kadar yürüdülerBen dedim ki: ' (Ey kavim!) Bu ne büyük bir sevinç, ne büyük mutluluktur'.

İsrailoğulları'ndan biri halkı ümitsiz eder, onlara fazlasıyla şiddet gösterirdiAllahü teâlâ kıyâmet gününde ona şöyle dedi: 'Bugün seni, dünyada kullarımı rahmetimden ümitsiz bıraktığın gibi rahmetimden ümitsiz kılacağım'5

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Bir kişi cehenneme girer, orada bin sene durup ya Hannân, ya Mennân diye bağırır. Allahü teâlâ Cebrâîl'e der ki: 'Git bana kulumu getir'Kul getirilir, Allah'ın huzurunda durdurulurAllahü teâlâ kula, 'Yerini nasıl buldun?' diye sorarKul da 'Çok kötü bir yer olarak buldum' derAllahü teâlâ 'Bu kulu geriye götürün' emrini verirKul hem yürür, hem de dönüp arkasına bakarAllahü teâlâ 'Sen niye dönüp bakıyorsun?' deyince, kul 'Beni oradan çıkardıktan sonra bir daha oraya geri göndermeyeceğini ümit etmiştim' derBunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurur: 'Onu cennete götürün'6

Bu hadîs o kulun ümidinin, onun kurtuluşunun sebebi olduğuna delâlet eder.

Allahü teâlâ'dan lütfü ve keremi ile hüsn-ü tevfîkini dileriz!

1) Müslim

2) İbn Hibbaıı

3) Tirmizî

4) Müslim

5) Beyhâkî

6) Eeyhâkî

33-2

Ümit ile Tedâvi

İki sınıf insan, ümit ile tedaviye muhtaçtırBunlardan biri ümitsizliğe düşüp ibadeti terkeden, diğeri de fazla korkuya kapılıp kendisine ve ailesine zarar verecek şekilde ibadete dalan kişidirBunların ikisi de itidâlden ayrılmış olup ifrat ve tefride kaymışlardırBunların kendilerini itidâle sevkedecek tedaviye ihtiyaçları vardır.

Mağrur olan, ibâdetten yüz çevirmesine rağmen Allah'tan birçok şey temenni eden ve günahlara dalan âsi için ümidin ilâçları helâk edici zehir olurO ilâçlar soğukluğun kendisine geldiği bir kimse için şifa olan balın yerine geçerOysa o bal hararete mağlup olan bir kimse için öldürücü zehirdirMağrur için sadece korkuyu gerektiren ilaçlar kullanılırİşte bunun için halk vaizinin lütufkâr olması, illetlere bakması, illeti arttıran ilâçla zıddını tedavi etmesi gerekir; zira maksat sıfatlar ve ahlâkların tamamında adalet ve itidâldirİşlerin hayırlısı itidâlli olandır.

Ne zaman itidâlden kayarsa onu itidâle çevirecek şekilde tedavi etmek gerekirİtidâlden daha fazla uzaklaştıran ilâçla tedavi edilmemelidirBu zaman öyle bir zamandır ki o zamanda halka ümit vermek uygun değildirKorkutmakta mübalağa etmek de onları hak caddesine ve doğruluk yollarına çeviremeyebilir.

Fakat ümit vermek onları tamamen helâk ederFakat kalplere daha hafif ve nefisler katında daha lezzetli olduğu için ve vaizlerin de hedefleri zaten kalpleri celbetmek, halkı nasıl olursa olsun lehlerinde konuşturmaktan başka birşey olmadığı için vaizler bol bol ümit vermeye meylettilerÖyle ki alabildiğine fesad çoğaldı, hatta alabildiğine tuğyana dalanlar arttı.

Nitekim Hazret-i Ali Âlim ancak o kimsedir ki halkı Allah'ın rahmetinden ümitsiz kılmadığı gibi azabından da emin kılmaz' demiştir.

Biz Kitab'a ve Sünnete uyarak ümitsizliğe düşeni ve fazla korkuya kapılanı bu çıkmazdan kurtarmak için recâ ve ümit'in sebeplerini zikredeceğizKitap ve Sünnet ümit ve korkuyu kapsamaktadırÇünkü onlar her çeşit hasta hakkında şifanın sebeplerini toplamıştır.

Amaç, peygamberlerin vârisleri olan âlimlerin ihtiyaca göre halkı bunlarla tedavi etmeleridirFakat reçeteyi verirken her ilacın her hastalığa şifa olduğunu sanan ahmaklar gibi değil, uzman doktor gibi olmalıdırRecâ hali iki şeyle mûtedil olur: Onlardan biri ibret almak, ikincisi ise âyet, hadîs ve eserleri araştırmaktırİbret almak, Şükür bölümünde nimet sınıfları hakkında zikrettiklerimizin tümünü düşünmek demektir.

O zaman, Allah'ın kullarına dünyada vermiş olduğu nimetlerinin incelikleri, insan fıtratında gözettiği hikmetlerin acaiplikleri bilinirDünyada insan varlığının devamında zarurî olan her şeyi; gıda aletleri, muhtaç olduğu parmak ve tırnaklar, zîneti için kaşların kavisli olması, göz renklerinin değişikliği, dudakların kırmızılığı ve yok olması ile bir gayenin değil, ancak güzellik meziyetinin ortadan kalkacağı başka şeyleri bilir.

Dolayısıyla insan ilâhî inayetin bu inceliklerin benzerlerinde kullardan esirgenmediğini, hatta kullar için zînet ve ihtiyaçtaki meziyetlerin yokluğuna bile rıza göstermediğini anlarİlâhî inayet onları ebedî helâke sevketmeye nasıl razı olabilir? Aksine insan şifa verici bir bakışla baktığı zaman bilir ki halkın çoğu için daha dünyada saadetin sebepleri hazırlanmıştırHatta halkın çoğu kendisine 'Ölümden sonra azap görmeyeceksin veya asla dirilmeyeceksin!' denilse bile yine de ölümü hoş görmez.

Bu bakımdan onların yokluğu hor görmeleri, nimetin sebeplerinin daha çok olmasından ileri gelirÖlümü temenni eden pek azdır. Sonra o temenni eden de ancak zor durumda kaldığında ölümü temenni eder.

Madem halkın çoğunun dünyadaki galip olan hali hayır ve selâmettirÖyle ise Allah'ın sünnetinin değiştiğini görmezsinBu bakımdan âhiret işi de böyle olurÇünkü dünya ve âhireti tedvir eden Bir'dirO gafur, rahîm ve kulları için latîfdirOnlara merhamet edicidirBu durum hakkı ile düşünüldüğü zaman, bu düşünce ile recâ'nın sebepleri kuvvet bulur.

Şeriatın hikmetine, dünya maslahatları hakkındaki teşriine ve onunla kullara rahmet etmesinin yönüne bakmak da ibrettir.

Hatta Âriflerden biri Bakara sûresindeki müdâyene (borçlanma) ayetini ümit sebeplerinin en kuvvetlisi olarak görürdüKendisine denildi ki: 'Bu ayette ümidin nesi var?' Cevap olarak dedi ki: 'Dünyanın tamamı azdır, İnsan oğlunun dünyadaki rızkı azdırBorç ise rızıktan daha az birşeydirAllahü teâlâ'nın borç hakkında en uzun ayetini indirip bununla kulunu dininin korunmasındaki itiyad yoluna nasıl irşad ettiğine dikkat et!' Ohalde Allahü teâlâ (dünya ve âhiretinde) kulun hiçbir karşılığı kendisinden olmayan dinini nasıl korumaz.

İkincisi, ayetleri ve hadîsleri tedkik etmektirBu bakımdan ümit hakkındaki vârid olanlar sayılmayacak kadar çoktur.

Âyet-i Kerîmeler

De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarımAllah'ın rahmetinden ümidi kesmeyinAllah bütün günahları mağfiret buyururŞüphesiz ki O, gafûr ve rahim'dir. (Zümer/53)

Hazret-i Peygamber bu âyeti okuduğunda 'O perva etmez, çünkü o gafûr ve rahimdir'7 demiştir.

Melekler rablerini hamd ile tesbih ederler; yeryüzünde bulunanlar için de mağfiret dilerler. (Şûrâ/5)

Allahü teâlâ ateşi düşmanlarına hazırladığını, ancak onunla dostlarını korkuttuğunu haber vermiştir.

O kâfirlerin üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da ateşten tabakalar varİşte Allah kullarını bundan korkutuyor. (Zümer/16)

Kâfirler için hazırlanan ateşten sakının! (Âl-i İmrân/131)

Ben sizi, alevlendikçe alevlenen bir ateşe karşı uyardımOna ancak bedbaht kimse girerO ki yalanladı ve döndü. (Leyl/14-15-16)

Şüphesiz rabbin, insanların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir. (Ra'd/6)

Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) ümmeti hakkında Allah'tan (rahmet) istediği ve ona 'Sen hâlâ razı olmuyor musun, senin üzerine şu âyet inmiştir' dendiği söylenmiştir.

Şüphesiz rabbin, insanların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir. (Ra'd/6) .

Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın! (Duhâ/5)

Bu ayetin tefsiri sadedinde 'Ümmetinden bir tek kişi cehennemde oldukça Muhammed razı olmaz' denilmiştirEbû Cafer Muhammed bAli derdi ki: Siz (Irak halkı) diyorsunuz ki Allah'ın kitabında en ümit verici âyet şu ayettir:

De ki: Ey nefislerine karşı haddi aşmış kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyinÇünkü Allah bütün günahları mağfiret buyururŞüphesiz ki O, gafûrdur (çok bağışlayıcıdır) , rahimdir (çok merhametlidir) .

Oysa biz ehl-i beyt deriz ki Kur'ân'da en ümit verici âyet, şu ayettir:

Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın! (Duhâ/5)

Hadîsler

Ebû Musa, Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet etmektedir:

Benim ümmetime rahmet edilmiştirÂhirette ümmetime azap yoktur, Allahü teâlâ ümmetimin azabını dünyâda zelzelelerle ve fitnelerle vermiştirKıyâmet günü olduğu zaman ümmetimin her birine kitab ehlinden biri teslim edilir ve denir ki 'Bu kişi senin ateşten azat edilmen için sana fedadır'8

Bu ümmetin her biri bir yahûdî veya hristiyanı cehenneme götürür ve der ki: 'Bu benim ateşten azat edilmemin karşılığıdır'O getirilen hristiyan veya yahûdî ateşe atılır9

Sıtma, cehennemin nefesindendirBu bakımdan sıtma Mü'minin ateşten olan nasibidir10

Allah'ın peygamberleri ve onunla beraber îman edenleri utandırmayacağı günde. . (Tahrim/8)

Bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:

"Senin ümmetinin hesabını sana havale ederim'Peygamber 'Hayır yarabbi, bana havale etme. (Çünkü) sen benden onlara daha şefkatli ve merhametlisin' dediBunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurdu: 'ınadem durum budur, seni onlar hususunda utandırmayacağız'11

Enes'ten rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber, ümmetinin günahları hakkında Allahü teâlâ'dan af dileğinde şöyle demiştir:

Ey rabbim! Onların hesaplarını bana tevdî et ki benden başkası onların kusurlarına muttali olmasın!

Bunun üzerine Allahü teâlâ ona vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:

Onlar senin ümmetindir, (Fakat) benim kullarımdırOnlar için senden daha merhametliyimOnların hesabını başkasına vermem ki ne sen, ne de başkası onların günahlarına muttali olmayasınız12

Benim hayatım sizin için hayırlıdırÖlümüm (de) sizin için hayırlıdırHayatıma gelince, ben sizlere ilâhî emir ve prensipleri getirip tebliğ ediyorumÖlümüme gelince, sizin amelleriniz bana arzolunacaktırOnların içinde bir iyilik görürsem ondan dolayı Allah'a hamdederim. . O ameller içerisinde bir kötülük görürsem, sizler için Allah'tan af talep ederim13

Hazret-i Peygamber 'Ya Kerîm'ul-Afiv (ey kerem sahibi affedici!) ' diye Allah'ı çağırınca, Cebrâîl 'Sen Kerîm'ul-Afiv'in tefsirini biliyor musun? Eğer O rahmetiyle günahları affederse, keremiyle onların yerine sevapları yerleştirir'dedi14

Hazret-i Peygamber bir kişinin şöyle dediğini duydu: 'Ey Allahım! Ben senden nimetinin tamamını isterim'Hazret-i Peygamber ona 'Sen nimetin tamamının ne olduğunu biliyor musun?' dediO Hayır!' dediHazret-i Peygamber 'O, cennete girmek demektir' buyurdu15

Âlimler dediler ki: Allahü teâlâ, bize islâm dinin seçmek sûretiyle nimetini tamamlamış bulunuyor; zira Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçtim. (Maide/3)

Kul bir günah işleyip Allah'tan af talep ettiğinde, Allahü teâlâ meleklerine şöyle der: 'Kuluma bakınız! Bir günah işledi ve kendisinin günahları affeden ve günahtan dolayı azap eden bir rabbi olduğunu hatırladıBen sizi şahid tutarım ki onu affettim16

Eğer kul, günahları göklere varıncaya kadar günah işlese, benden af dilediği ve umduğu müddetçe o günahlarını affederim17

Eğer kulum yeryüzü dolusu günah ile benim huzuruma gelse, ben de yeryüzü dolusu af ile onu karşılarım18

Kul günah işlediği zaman melek altı saat yazmazEğer kul tevbe edip af talebinde bulunursa, o günahı onun defterine hiç yazmazEğer tevbe etmezse tek bir günah olarak defterine yazar19

Melek, günahı kulun defterine yazdığı zaman, kul bir amel işlerse, sağ taraftaki melek sol taraftaki meleğin âmiri olduğu için ona der ki: 'Onun işlemiş olduğu bu günahı at ki ben de onun hasenelerinin on katından birini atayım ve dokuz hasenesini de onun için yazayım'Böylece o günah kulun defterinden atılmış olur.

Enes'in rivâyet ettiği bir hadiste ki Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kul bir günah işlediği zaman defterine yazılırBunun üzerine bir bedevî şöyle sordu:

- O günahtan tevbe ederse yine de mi yazılır?

- O zaman defterinden o günah silinir!

- Eğer tekrar o günahı işlerse. . .

- Defterine yazılır!

- Eğer tevbe ederse. . .

- Defterinden silinir!

- Bu ne zamana kadar böyle devam eder?

-Kul, af talep edip Allah'a tevbe edinceye kadar devam ederÇünkü kul affı talep etmekten usanmadıkça Allah affetmekten usanmazKul bir sevabı işlemek isterse, sağ taraftaki melek, o daha sevap işlemeden önce onun niyetini sevap olarak kaydederEğer sevabı işlerse, on sevap olarak kaydolunurAllahü teâlâ onu yediyüz kata kadar çıkarırKul bir günah işlemeyi kasdettiği zaman defterine yazılmazOnu işlediği zaman bir tek günah olarak yazılırFakat o günahın arkasında Allahü teâlâ'nın güzel affı vardır20

Bir kişi Hazret-i Peygamber'in huzuruna gelerek şöyle dedi:

Ey Allah'ın Rasûlü! Ben sadece ramazan orucunu tutuyorumOndan fazlasını tutmamBeş vakit namazdan fazla namaz kılmamMalımda Allah'ın sadaka ve haccı yokturÖldüğüm zaman ben nerede olurum?

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber tebessüm ederek şöyle buyurmuştur:

Evet! Benimle beraber olursun, eğer kalbini hile ve hasedden; dilini gıybet ve yalandan; gözünü Allah'ın haram kıldığına bakmak ve o gözlerle bir müslümanı hafife almaktan korursan, benim beraberimde cennete girersin21

Enes'in rivâyet ettiği uzun bir hadiste vârid olduğuna göre, bir bedevî şöyle dedi:

- Ey Allah'ın Rasûlü! Mahlukâtın hesabını kim görecek?

Allahü teâlâ görecektir!

- Bizzat Allah mı görecektir?

- Evet!

Bunun üzerine bedevî tebessüm ettiHazret-i Peygamber bedevîye şöyle sordu:

- Ey bedevî! Neden güldün!

- Kerîm, kudreti yettiği zaman affederHesaba başladığı zaman müsamaha gösteri kolaylaştırır.

Bu söze binaen, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Bedevî doğru söyledi! İyi bilin ki Allah'tan daha kerîm olan biri yokturAllahü teâlâ kerîmlerin en kerîmidir.

Bunu söyledikten sonra 'Bedevî bunu anladı' dedi22

Allahü teâlâ, Kâbe'yi şereflendirdi ve yücelttiEğer bir kul onu taş taş yıksa, sonra yaksa, o kimsenin günahı Allah'ın velî kullarından biriyle istihfaf edenin günahına yetişmez.

Bedevî dedi ki: 'Allah'ın velî kulları da kimlerdir?' Hazret-i Peygamber 'mü'minlerin tümü Allah'ın velî kullarıdırEy bedevî! Sen Allahü teâlâ'nın şu ayetini işitmedin mi?' dedi.

Allah îman edenlerin dostudurOnları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. (Bakara/257)

Bazı hadîslerde şöyle vârid olmuştur:

Mü'min kişi Kâbe'den daha üstündür23

Mü'min temiz ve tahirdir24

Mü'min Allah katında meleklerden daha kıymetlidir25

Allahü teâlâ, cehennemi, rahmetinin faziletinden bir kamçı olarak yarattıOnunla kullarını cennete sevkeder26

Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:

insanları benden kâr etsinler diye yarattımOnların sırtından kâr edeyim diye yaratmadım,27

Ebû Said el-Hudrî'nin rivâyetine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Allah'ın yarattığı hiçbir şey yoktur ki ona galip gelecek birşey yaratmış olmasınRahmetini de öfkesine galip gelecek şekilde yaratmıştır28

Allahü teâlâ, halkı yaratmadan önce 'rahmetim öfkemi geçmiştir' diye kendi üzerine rahmeti yazmıştır29

Muaz b. Cebel ve Enes b. Mâlik'ten şöyle rivâyet ediliyor: Kim 'Lâ ilâhe illâllah' derse cennete girer30

Kimin konuşmasının sonu 'lâ ilâhe illâllah' ise ateş onu yakmaz31

Kim Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadığı halde Allah'ın huzuruna varırsa, ateş ona haram olur32

Kalbinde zerre kadar îmanı olan ateşe (ebedî kalmak üzere) girmez33

Eğer kâfir Allah'ın rahmetinin genişliğini bilseydi, Allah'ın cennetinden ümitsiz olmazdı34

Çünkü saatin (kıyâmetin) sarsıntısı gerçekten korkunç bir şeydir. (Hacc/l)

Hazret-i Peygamber bu âyeti okuduğu zaman şöyle buyurmuştur:

Bunun hangi gün olduğunu biliyor musunuz? Bu o gündür ki Âdem'e 'Kalk! Zürriyyetinden ateşe gidecek grubu gönder!' denirÂdem 'Onlar ne kadardır?' diye sorunca, Âdem'e 'Her bin kişiden, dokuzyüz doksandokuzu cehenneme girecektir' denir.

Bu söz üzerine, Hazret-i Peygamber'i dinleyenler, dehşete kapılıp ağlamaya başladılarBütün gün meşgul olup amel etmez oldularBunun üzerine Hazret-i Peygamber yanlarına çıkıp 'Neden amel etmiyorsunuz?' dediDediler ki: 'Bunu bize söyledikten sonra kim amelle meşgul olur?'

Hazret-i Peygamber şöyle dedi: Siz ümmetler arasında ne kadarsınız ki? Tavil, Taris, Mensik, Ye'cüc ve Me'cüc nerededirler? Bunlar Allah'tan başka sayıları bilinmeyecek ümmetlerdirSiz ancak diğer ümmetler arasında siyah öküzün derisindeki beyaz kıl gibisinizYürüyen hayvanın ön ayağındaki nişan gibisiniz35

Hazret-i Peygamberin halkı nasıl korku kamçısı ve ümit gemiyle Allah'a doğru sevkettiğine dikkat et! Zira önce onları korku kamçısıyla sevketti. Sonra bu korku onları normal hududların dışına çıkarıp ye'se düşürdüğü zaman, Hazret-i Peygamber onları ümit ilâcıyla tedavi etti.

Onları itidale çevirdiBu sonuncusu, birincisine zıd değildirFakat Hazret-i Peygamber birincisinde 'Şifaya sebep olacağını' gördüğü şeyi zikretti ve sadece onunla yetindiOnlar ümitle tedavi edilmeye muhtaç olduklarında işin tamamını onlara söylediBu bakımdan vâizin yapması gereken vazife, vâizlerin efendisine uymaktırÖyleyse vâiz, korku ve ümit hakkında vârid olan hadîsleri kullanırken kalp hastalıklarını tesbit ettikten sonra ihtiyaca göre hassas davranmalıdırEğer vâiz buna riayet etmezse, ifsad ettiği ıslah ettiğinden fazla olur!

Eğer siz günah işlememiş olsaydınız, Allah, affetmek için günah işleyen bir halk yaratırdı30

Sizi götürüp, affetmek için yerinize başka bir halk getirirdiMuhakkak ki Allah çokça affeden ve çokça merhamet edendir.

Eğer siz günah işlememiş olsaydınız, günahtan daha şerli bir şeyin başınıza gelmesinden korkardım! Denildi ki: 'O nedir?' Şöyle cevap verdi: 'Ucub (nefsini beğenmek) tir'37

Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun! Mü'min kulu hakkında Allah, şefkatli annenin evladına merhametinden daha fazla merhametlidir38

Allah kıyâmet gününde öyle bir af ilan eder ki o af, hiç kimsenin kalbine bir an bile gelmiş değildirHatta İblis bile, kendisine isabet eder ümidiyle o affa uzanır39

Allah'ın yüz rahmeti vardırOnlardan doksan dokuzunu bekletmiştirO yüz rahmetten bir tanesini, dünyada göstermiştirHalk birbirine o rahmetle rahmederBu nedenle ana evladına şefkat gösterirKıyâmet günü geldiği zaman, bu rahmetini de o doksan dokuz rahmete ekler, sonra hepsini bütün halkın üzerine yayarO rahmetin her biri, gökler ve yer dolusu kadardır.

Râvi dedi ki: 'O halde, o günde, Allah'ın katında ancak helâk olmuş bir kimse helâk olur!'40

Sizden hiçbir kimse yoktur ki ameli onu cennete soksun veya onu ateşten kurtarsın.

- Sen de mi?

- Ben de! Ancak Allah'ın rahmeti beni örtmüştür41

Amel edin! Müjde verinBilin ki hiçbir kimseyi ameli kurtaramaz42

Ben şefaatimi ümmetimden büyük günah işleyenlere sakladımSiz o şefaatin, muttaki ve itaatkar kimseler için olduğunu mu sanıyorsunuz? Aksine o şefaat, mülevves olmuş günahkâr kimseler içindir43

Ben kolay, geniş ve bâtıldan hakka yönelmiş bir dinle gönderildim44

İki kitabın (İncil ve Tevrat) ehlinin bizim dinimizde semahat (genişlik) olduğunu bilmelerini istiyorum45

Bu hadîsin mânâsına, Allahü teâlâ'nın Mü'min kullarının şu dileklerini kabul etmesi delâlet eder:

Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! (Bakara/286)

Üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. (A'raf/157)

Muhammed bHanefiyye46 Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet eder: 'Veya güzel muamelede bulun!' (Hicr/85) âyeti nazil olduğu zaman, Hazret-i PeygamberCebrâîl'e şöyle sordu:

- Ey Cebrâîl! Ayette bahsi geçen safh-ı cemil (güzel muamele)

ne demektir?

- Sana zulmedeni affettiğin zaman onu kınama!

- Ey CebrâîlAllahü teâlâ affettiği kulunu kınamaktan yücedir.

Bunun üzerine Cebrâîl de, Hazret-i Peygamber da ağladılarAllah onların ikisine Mîkâil'i gönderdiMikâil dedi ki:

Rabbiniz size selâm ediyor ve diyor ki: 'Affettiğim kimseyi nasıl kınarım? Bu benim keremime yakışmayan birşeydir'47

Recâ'nın sebepleri hakkında vârid olan haberler sayılmayacak kadar çoktur.

7) Tirmizî

8) Ebû Dâvud

9) Müslim, (Ebû Musa'dan)

10) İmâm-ı Ahmed .

11) İbn Eb'id-Dünya

12) Irâkî hadisin aslına rastlamadığını söylemiştir.

13) Bezzâr

14) Irâkî bu konuşmanın Hazret-i Peygamber ile değil, Hazret-i İbrahim ile Cebrâîl arasında geçtiğinin rivâyet edildiğini gördüğünü söylemiştir.

15) Daha önce geçmişti.

16) Müslim, Buhârî

17) Tirmizî

18) Müslim

19) Beyhâkî, Şuab

20) Beyhâkî

21) Daha önce geçmişti.

22) Irâkî rivâyetin aslını görmediğini söylemiştir.

23) İbn Mâce

24) Müslim, Buhârî

25) İbn Mâce

26) Irâkî rivâyetin aslını görmediğim söylemiştir.

27) Irâkî rivâyetin aslını görmediğini söylemiştir.

28) İbn Hıbbân

29) Müslim, Buhârî

30) Taberânî

31) Ebû Dâvud, Hâkim

32) İmâm-ı Ahmed

33) İmâm-ı Ahmed

34) Müslim, Buhârî

35) Tirmizî, (İmrân b. Hüseyin'den)

36) Müslim

37) Bezzâr, İbn Hıbbân

38) Müslim, Buhârî

39) İbn Eb'id-Dünya

40) İbn Eb'id-Dünya

41) Müslim, Buhârî

42) Müslim, Buhârî

43) Daha önce geçmişti.

44) İmâm-ı Ahmed

45) Ebû Ubeyde, İmâm-ı Ahmed

33-3

Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Kim bir günah işler, Allah da dünyada onun günahını örterse, Allah o örtüyü kıyâmette kaldırmaktan yücedirKim bir günah işlerse, dünyada onun cezasını görürse, âhirette ikinci bir defa kulundan intikam almaktan Allah yücedir'.

Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Ben hesabımın anama babama bile havale edilmesini istememÇünkü Allah'ın onlardan bana daha merhametli olduğunu biliyorum'.

Seleften biri şöyle demiştir: 'mü'min Allah'a isyan ettiği zaman, Allahü teâlâ onu, görüp aleyhinde şahidlik yapmasınlar diye meleklerin gözünden gizler'.

Muhammed bMus'ab,48 Esved bSâlim'e kendi hattıyla (şunları) yazdı: Kul, nefsi hakkında israfçı olduğu zaman, ellerini kaldırıp yarabbi derMelekler onun sesini perdelerİkinci veüçüncü defa da böyle olurHatta kul, dördüncü defa da yarabbi deyince, Allahü teâlâ şöyle buyurur:

(Ey Melekler!) Ne zamana kadar kulumun sesinin bana gelmesini engelleyeceksiniz? Kulum benden başka günahları affeden rab olmadığını bilmiştirO halde onu affettiğime dair sizi şahid tutuyorum!

İbrahim b. Edhem şöyle dedi: Bir gece Kâbe'yi tenha bulup tavaf etmek istedimO gece yağmurlu ve karanlıktıMultezem'de kapının yanında durdum ve şöyle dedim: 'Yarab! Günah işlememem için beni masum kıl!' Bunun üzerine, Kâbe'den bana şöyle seslenildi: 'Ey İbrahim! Sen benden ismet istiyorsunBütün Mü'min kullarım benden ismet istiyorlar! Onları da masum kıldığım zaman, kime fazilet yapar ve kimi affederim?'

Hasan-ı Basrî şöyle dedi: 'Eğer Mü'min günah işlememiş olsaydı, göklerin melekûtunda seyre çıkardıFakat Allahü teâlâ, günahlarla onu alıkoydu'.

Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: 'Eğer keremden bir göz belirirse, günahkârları sevap işleyenlere ilhak eder'.

Mâlik bDinar, Eban'a rastladı ve ona dedi ki: 'Ne zamana kadar halka ruhsatları söyleyeceğiz?' Eban 'Ey Ebû Yahya! Ben kıyâmet gününde senin şu abanı sevinçten deldirecek kadar Allah'ın affından faydalanacağını ümit ediyorum!'

Rıbî bHıraş kardeşinden rivâyet ettiği hadîste dedi ki: "Kardeşim vefat ettiği zaman bir elbise ile örtüldüOnu teneşirin üzerine getirdikElbiseyi yüzünden kaldırıp kalkıp oturdu ve şöyle dedi: 'Rabbimin huzuruna vardımBeni 'rev ve reyhan' ile karşıladıRabbim öfkeli değildiBen işi sizin zannettiğinizden daha kolay gördümBu bakımdan gevşemeyinMuhammed, ashâbıyla beraber onlara dönüp gitmemi bekliyor'49 Sonra kendiliğinden teneşirin üzerine uzandıSanki leğene düşen bir taş gibi olduBöylece onu götürüp defnettik".

İsrâîl oğulları'ndan iki kişi Allah yolunda kardeş olduBiri kendi aleyhinde çok israfçı, diğeri âbid idiAbid, ona vaaz eder, onu haramdan sakındırırdıO da âbide derdi ki: 'Beni rabbimle başbaşa bırak! Sen beni kontrol edici olarak mı gönderildin?!' Âbid onu büyük bir günah işlerken görünceye kadar dostluğuna devam ettiFakat o zaman âbid öfkelenip şöyle dedi: 'Allah seni affetmeyecek!'

Râvî der ki: Allahü teâlâ kıyâmet gününde 'Benim rahmetimi kullarımdan menetmeye kimin gücü yeter? Ey nefsine israf eden! Sen git! Seni affettim!' der. Sonra Allahü teâlâ, âbide der ki: 'Sana cehennemi vâcib kıldım'.

Hazret-i Peygamber der ki: 'Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederimÂbid kişi öyle bir söz söyledi ki hem dünyasını, hem de âhiretini yok etti'.

Yine rivâyet ediliyor ki hırsızın biri, İsrâîl oğulları arasında kırk sene yol kesicilik yaptıHazret-i Îsa onun yanından geçtiHazret-i Îsa'nın peşinde havarilerden bir âbid vardıHırsız içinden 'Bu geçen Allah'ın peygamberidirYanında bir havarisi de varBen de inip onların beraberinde üçüncüsü olursam ne güzel olur!' dediBunun üzerine inip havariye yaklaştı.

Fakat havarinin büyüklüğünden nefsini ona yakın olmaya lâyık görmedi ve içinden 'Benim gibi bir hırsız bir âbidin yanında yürümez' dediHavari onun gelişini hissetti ve içinden şöyle dedi: 'Benim yanımda bu hırsız mı yürüyor?' Bunun üzerine havari, Hazret-i Îsa'nın yanına varıp onunla beraber yürümeye başladıHırsız arkada kaldıBu manzara karşısında Allahü teâlâÎsa kuluna şöyle vahyetti: 'Onların ikisine söyle! İkisi de yeni baştan amel etmeye başlasınlarİkisinin de geçmiş amellerini yaktım! Havari kibre kapıldığından dolayı onun sevaplarını yaktımDiğerine gelince, nefsini hakir gördüğünden dolayı günahlarını yaktım'Bunun üzerine Îsa, o hırsızı yanına aldı ve onu havarilerinin arasına kattı.

Mesruk'tan şöyle rivâyet ediliyor: Peygamberlerden biri, secde halinde iken âsilerden biri gelip boynuna bastıÖyle ki taşlar mübarek alnına battıO peygamber öfkeli olarak başını secdeden kaldırdı ve şöyle dedi: 'Git! Allah seni affetmesin'Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle vahiy gönderip 'Sen kullarım hakkında bana yemin mi veriyorsun? Onları (affetmememi benden talep mi ediyorsun?) Muhakkak ki ben onu affettim' dediMânâ bakımından, İbn-i Abbâs'dan rivâyet edilen şu eser de buna yakındır: Hazret-i Peygamber, müşrikler aleyhinde kunut okur, namazında onlara lanet ederdiBunun üzerine şu âyet indi:

O konuda senin yapacağın birşey yoktur!. (Âl-i İmrân/128)

Bundan sonraHazret-i Peygamber onlara beddua etmeyi terkettiAllahü teâlâ da o insanları İslâm'a hidayet etti.

Âbidlerden iki kişi ibâdette eşit idilerBunlar cennete girdikleri zaman, biri derecesiyle arkadaşından daha yüksek olurDerecesi az olan 'Yarab! Bu arkadaş, ibâdet bakımından dünyada benden daha üstün değildiOysa sen onu illiyyîn de benden üstün kıldın?' derBunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurur:

O dünyada benden yüksek dereceleri, sen ise ateşten kurtulmayı istiyordun! Bunun için her kula istediğni verdim.

Bu rivâyet ümit edenin korkandan daha yüksek olduğuna delâlet eder.

Padişahlar nezdinde, cezasından korkarak hizmet eden ile nimet ve ikramını umarak hizmet edenin arasında çok fark vardırBu sırra binaen Allahü teâlâ Mü'min kullarına güzel zannı emretmiştir.

Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Allah'tan yüce dereceleri isteyin! Çünkü siz kerîm olandan istiyorsunuzAllah'tan istediğiniz zaman en yüce Firdevs'i isteyiniz; zira Allah'a hiçbir şey büyük gelmez.

Bekir es-Sevvaf bSelim50 şöyle demiştir: "Biz Mâlik bEnes'in huzuruna öleceği gece girdik ve dedik ki: 'Ey Ebû Abdullah! Kendini nasıl hissediyorsun?' Mâlik 'Ne söyleyeceğimi bilmiyorum! Sizler, Allah'ın affından o kadar faydalanacaksınız ki o kadarı aklınızdan bile geçmez!' dedi. Sonra biz Mâlik'in -gözlerini kapatmcaya kadar yanından ayrılmadık".

Yahya b. Muaz münâcatında Günahlarla olan ümidim, amellerle olan ümidime nerdeyse galip gelecektirÇünkü amellerde ihlasa itimat ediyorumBen ki afetle marufum, onu nasıl koruyabilirim? Günahta ise kendimi senin affına güvenmiş görüyorumSen ki cömertlikle mevsufsun, onu nasıl affetmezsin?' demiştir.

Bir mecusî, Hazret-i İbrahim'den misafir edilmesini istediHazret-i İbrahim 'Eğer müslüman olursan seni misafir ederim' dediBunun üzerine mecusî gittiBundan dolayı Allahü teâlâ Hazret-i İbrahim'e vahyederek şöyle buyurdu:

Ey İbrahim! Neden ona dinini değiştirmeden yedirmedinOysa ben yetmiş seneden beri onun küfrüne rağmen kendisine yediririmEğer onu bir gece misafir etseydin ne zararın olurdu?

Bu vahiyden sonra İbrahim, mecusînin ardına düştüOnu çevirip misafir ettiMecusî İbrahim'e 'Senin bu şekilde hareket etmenin sebebi nedir?'dediİbrahim, hâdiseyi olduğu gibi mecusîye anlattıMecusî hadiseyi dinledikten sonra 'Allah bana böyle mi muamele yapıyor?' deyip sonra İbrahim'e 'Bana İslâm dinini telkin et'dedi ve müslüman oldu.

Üstad Ebû Sehl es-Salukî, Ebû Sehl Züccacî'yi rüyasında gördüRüyada görülen zat, ebedî vaîde kaail idiSalukî, ona "Senin durumun nasıl oldu?' diye sorduZüccacî 'Durumu zannettiğimizden daha kolay buldum' dediBir kişi Ebû es-Sehl Salukî'yi öldükten sonra, rüya âleminde son derece güzel bir durumda gördü ve şöyle sordu: 'Ey üstad! Ne ile bu dereceye vardın?' Salukî 'Rabbim hakkındaki güzel zannımla bu mertebeye vardım' dedi.

Hikâye ediliyor ki Ebû Abbas b. Atâ Sureye, ölüm hastalığında rüyasında kıyâmetin koptuğunu ve Allah'ın Âlimler nerededir?' dediğini ve o anda âlimlerin geldiğini ve Allah'ın onlara 'Dünyada öğrendiğinizi nasıl kullandınız ve onunla nasıl amel ettiniz?' dediğini ve onların da 'Ey rabbimiz! Kusur ettik ve kötülük işledik' dediklerini, Allahü teâlâ'nın verilen cevaba razı olmamış ve başka bir cevap istiyormuş gibi soruyu tekrarladığını, bunun üzerine kendisinin 'Benim defterimde şirk yoktur! Şirkin, dışındaki günahların ise, affolunacağı va'dini almıştım' dediğini, bunun üzerine, Allahü teâlâ'nın âlimlere şöyle hitap ettiğini görmüştür: 'Gidiniz! Sizi affeyledim!' Kendisi bu rüyasından üç gün sonra vefat etmiştir.

İçkici bir şahıs dostlarından bir grubu topladıHizmetkârına dört dirhem para verip mecliste bulunan kimseler için biraz meyve satın almasını emrettiHizmetçi Mansur bAmmar'ın meclisinin kapısından geçtiMansur da bir fakir için cemaattan birşey istiyor ve şöyle diyordu: 'Kim bu fakire dört dirhem para verirse ona dört dua yapacağım!' Hizmetçi, yanındaki dört dirhem parayı Mansur'a teslim ettiMansur dedi ki:

- Sana ne hakkında dua etmemi mi istiyorsun?

- Bir efendim vardırOndan kurtulmak istiyorum.

Bunun üzerine Mansur dua etti ve şöyle dedi:

İkinci duayı hangi hususta istiyorsun?

Allahü teâlâ'nın bu vermiş olduğum dört dirhem paranın yerini doldurmasını istiyorum.

Mansur bu hususta dua etti ve şöyle dedi:

- Öbür duayı ne için istiyorsun?

- Allah'ın efendime tevbe nasip etmesini istiyorum.

Mansur bunun için de dua etti ve sonra şöyle dedi:

Dördüncü olarak neye dua etmemi istiyorsun?

- Allah'ın beni, efendimi, seni ve bu cemaati affetmesini diliyorum.

Mansur dua ettiBunun üzerine hizmetçi gerisin geriye gittiEfendisi hizmetçiye şöyle sordu:

- Neden böyle geciktin?

Hizmetçi olup biteni efendisine arzettiBunun üzerine efendisi şöyle sordu:

- Mansur nasıl bir dua yaptı?

- Nefsim için azad edilmeyi diledim.

- Sen hürsün! ikinci duası ne idi?

Allahü teâlâ'nın vermiş olduğum paraların yerini doldurmasını istedim.

- Sana dört bin dirhem veriyorum! Mansur'un üçüncü duası ne idi?

- Senin tevbe etmendi!

-Allah'a tevbe ettim! deyip Mansur'un dördüncü duasını sordu.

Dördüncü duası da Allah'ın beni, sizi, oradaki topluluğu ve

Mansur'u affetmesi hususunda idi!

- Bu, bana ait bir durum değil!

O gece yattığı zaman rüyasında kendisine şöyle dendi: 'Sana düşen vazifelerin tümünü yaptınBen, bana düşen vazifeyi yapmaz mıyım? Seni de, hizmetçiyi de, Mansur bAmmar'ı da ve hazır bulunan topluluğu da affettim'.

Abdülvehhab bHamid es-Sakafî'den şöyle rivâyet ediliyor: Üç kişi ile bir kadının bir cenazeyi mezarlığa götürdüklerini gördümKadının yerine geçtim ve kabristana vardımCenaze namazını kıldıkCenazeyi defnettik, Kadına dedim ki:

- Bu ölü senin neyin olur?

- Oğlumdur!

- Sizin komşularınız yok mudur?

- Evet, vardıOğlumu küçümsediler de onun için cenazesine iştirak etmediler.

- Oğlun ne idi?

- Muhannes idi?

Kadına acıdım, evime götürdümOna para, yiyecek ve elbise verdimO gece rüyamda biri bana geldiGelenin yüzü ayın ondördü gibiydiÜzerinde bembeyaz elbise vardıDurmadan bana teşekkür ediyorduOna 'Sen kimsin?' diye sordum? O kişi 'Ben bugün defnettiğiniz o muhannes kişiyimHalkın beni hakir görmesinden ötürü 'Rabbim bana merhamet etti' dedi.

İbrahim Ertuş dedi ki: Biz Mâruf-u Kerhî ile beraber Bağdad'da, Dicle'nin kenarında oturuyordukAnsızın yanımıza, bir kayıkta, sarhoşlar geldilerDef çalıp, içki içiyor ve oynuyorlardıArkadaşları Mâruf'a 'Şunları görmüyor musun? Açıktan açığa Allah'a isyan ediyorlar, onların aleyhinde bedduada bulun' dedilerBunun üzerine Mâruf iki elini kaldırıp dedi ki: 'Yarab! Onları dünyada nasıl sevindirdiysen âhirette de sevindir'Bunun üzerine arkadaşları Mâruf'a Biz ona dua et demedik ki? Beddua et dedik! Mâruf

cevap olarak şöyle dedi: 'Allah onların âhirette sevinmelerini irade ettiğinde onları tevbeye sevkeder'.

Seleften biri duasında şöyle derdi:

Yarab! Hangi zamanın ehli vardır ki sana isyan etmemiştir? İsyanlarından sonra senin onların üzerindeki nimetin umumî ve rızkın da bol olmamıştır? Seni tenzih ediyoruzSen ne halimsin! Senin izzetine yemin ediyorumSen nimeti sayarak verir, sonra tamamlarsın. Sonra rızkı indirirsinEy rabbimiz! Sanki sen hiç gazaba gelmezsin!

İşte bunlar, korkanların, ümitsizlerin kalbine recânın sevincini celbeden sebeplerin ta kendileridir.

Mağrur ahmaklara gelince, onlara bu şeylerden hiç birini dinletmemek gerekirAksine onlar bundan sonra korku hakkında söyleyeceklerimizi dinlemelidirlerÇünkü insanların çoğu ancak korku ile ıslah olurKötü köle ve taşkın çocuk gibi ki ancak kamçı ve baston ile istikametim düzeltir, konuşmada sertlik göstermekle doğrulurBunun zıddı ise gerek din, gerek dünya hususunda onlara ıslah kapısını kapatır.

46) Ebû Kasım Muhammed b. Ali b. Ebî Tâlib el-Hâşimî el-Medenî'dir. H. 80'den sonra vefat etmiştir.

47) Karkesanlıdır. H. 88'de vefat etmiştir.

48) İbn Merduveyh

49) Kut'ul-Kulûb

50) Künyesi Tâifli Ebû Süleyman'dır. Medine'de otururda.

33-4

Havf/Korku

Korku, dinen övülmüş bir sıfattırÇoğu zaman her korkunun dinen övüldüğü, daha kuvvetli ve daha çok olan korkunun daha fazla övüldüğü zannedilir!

Oysa bu zan yanlıştırKorku Allah'ın kamçısıdırOnunla kullarını, ilim ve amele devam etmeye sevkeder ki ilim ve amelle Allah'a yakınlık rütbesine varsınlarHayvan için en uygunu kamçıdan boşalmamasıdırÇocuk için de böyledirFakat bu fazla dövmenin, dinen övülen bir haslet olduğuna delalet etmezKorkunun da azı, çoğu ve normali vardırDinen övülen korku, normal olan korkudurKorkunun az olanı, kadınların inceliğinin yerine geçen korkudurKadın bir âyeti dinlemekle rikkate gelirBu ise ağlamayı gerektirirŞiddetli bir şeyi görme durumunda da durum böyledirO sebep gözden uzaklaşınca kalp, eski gafletine döner! İşte bu, hayvana küçük bir çubukla vurmak gibidirBu vurma gereği gibi acıtmadığı için hayvanı hedefe doğru sürmez ve terbiyesine yeterli olmaz.

Bütün insanların korkusu da böyledirAncak ârif ve âlimler hariçtirÂlimlerden gayem âlimlerin kisvesine bürünmüş, haksız olarak onların ismini almış kimseler değildirÇünkü böyle kimseler, herkesten daha fazla Allah'ın korkusundan uzaktırlar! Âlimlerden maksadım; Allah'ı, Allah'ın alâmetlerini ve fiillerini bilen âlimlerdirBöyle bir âlimin ise, şu zamanda varlığı pek nadirdir.

Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: "Sana 'Allah'tan korkar mısın?' denildiği zaman sus! Çünkü eğer 'Hayır! Korkmam' dersen kâfir olursun'Evet! Korkuyorum' dersen, yalan söylemiş olursun!".

Kendisi bu sözüyle azalan günahlardan alıkoyan ve ibâdetlerle bağlayan korkuya işaret etmiştirAzalarda müsbet bir tesir meydana getirmeyen korku ise, nefse gelen bir şeydirOna korku demeye değmez.

Müfrit korku şiddetlenir, normalin hududunu geçerHatta ümitsizliğe kadar varırBu şekildeki korku da kötüdürÇünkü bu durum, insanı amelden menederKorku da bazen insanı hastalık, zâfiyet, akılsızlık ve dehşete götürürBu bakımdan korkudan gaye; kamçıdan ne kastolunuyorsa o olmalıdırO da amele zorlamaktırEğer bu olmasaydı, korku hiçbir zaman kemâl sayılmazdıÇünkü korku, hadd-i zâtında eksikliktir; zira onun kaynağı cehalet ve acizliktirCehâlet ise, kişinin durumunun sonucunu bilmemesidirEğer bilseydi korkmazdıÇünkü insanı korkutan, hakkında tereddüd edilen şeydir.

Acizliğe gelince, o kişinin defetmesine kadir olmadığı mahzurlu bir şeye maruz kalmasıdırÖyleyse korku, Âdem oğlunun eksikliğine nisbeten, dînen övülen bir sıfattırHaddizâtında övülen şey, ilim ve kudrettirAllah'ın vasıflandırılmasının caiz olduğu herşey, dinen övülen şeydir.

Allah'ın kendisiyle vasıflandırılması caiz olmayan şey ise esasında kemal değildirAncak ondan daha büyük olan bir eksikliğe nisbeten o dinen övülürNitekim ilacın elemine tahammül etmenin, ölüm ve hastalık eleminden daha kolay olduğu gibi. . .

Bu bakımdan insanı ümitsizliğe sürükleyen herşey kötüdürKorku da bazen hastalığa ve beden zâfiyetine götürürBazen de aklî muvazeneyi bozmaya, dehşete kapılmaya sürükler! Bazen de ölüme götürür! Bütün bu çeşitleri kötüdürBu tür korku, çocuğun ölümüne sebebiyet veren vurmak, hayvanı helâk eden hasta düşüren veya âzalarından birini kıran kamçılama gibidir!

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) recânın sebeplerini ifrat derecesindeki ümitsizliğe veya bu söylediğimiz tehlikelerden birine götüren korku sadmesini tedavi etmek için çokça beyan etmiştirBir iş için kastolunan herşeyin ancak meşru hedefe götüren kadarı dinen övülürHedefe götürmeyen veya hedefin ötesine taşan ise mezmumdurKorkunun faydası kıskanmak, takva, mücahede, ibâdet, düşünce, zikir ve Allah'a vardıran diğer sebeplerdirBütün bu sebepler aklın selâmeti ve bedenin sıhhatiyle beraber hayatın devamını sağlarBu bakımdan bu sebepleri bozan her şey dinen çirkindir.

Soru: Kim (Allah'tan) korkup korkusundan dolayı da ölürse, o şehid gibi faziletlidirMadem durum böyledir, onun hali dinen nasıl çirkin olabilir?

Cevap: Onun şehidin faziletinde olmasının mânâsı korkudan öldüğünden ötürü bir mertebesinin olmasıdırEğer korku değil de başka bir sebeple ölmüş olsaydı o mertebeye varamazdıO mertebeye nisbeten bu şekil ölüm, onun için fazilet olurAllah'a ibâdet ve yolundaki ömrünün uzunluğu açısından bakıldığı zaman, bu şekilde ölüm fazilet değildirÇünkü düşünce, mücahede ve her an mârifetin derecelerinde terakki etmek yoluyla Allah'a giden sâlik için bir veya birkaç şehidin mertebesi vardır! Eğer bu olmasaydı öldürülen çocuğun veya yırtıcı hayvan tarafından parçalanan delinin mertebesi, bir peygamberin veya normal eceliyle ölen bir velînin mertebesinden daha üstün olurduOysa bu muhaldirBu bakımdan böyle sanmak uygun değildirSaadetlerin en üstünü, Allah'a itaat ederek uzun yaşamaktırBu bakımdan ömrünü veya aklını veya ömrün tâtilini gerektiren, sıhhatini iptal eden herşey, insan için zarar ve eksikliktirTabiî ki bu da birtakım şeylere nisbeten böyledirHer ne kadar bu kısımlardan bazısı başka şeylere nisbeten fazilet ise de. . . Nitekim şehâdet mertebesi, altındaki mertebeye nisbeten bir fazilettirFakat muttakîler ve sıddîkların derecesine izafeten değildir.

Madem durum budur öyle ise korku, eğer insanın amelinde müsbet bir tesir meydana getirmezse, onun varlığı ile yokluğu birdirHayvanın hareket etmesini sağlamayan kamçı gibidirEğer tesir ederse, eserinin belirmesi nisbetinde birçok dereceleri vardırEğer insanı iffetten başka bir şeye zorlamazsa ki o şehvetlerin isteklerinden menolunmaktır onun bir derecesi vardırEğer takvayı meyve olarak verirse, o yüce bir derece olur. (Fakat) onun en yüce derecesi sıddîkların derecelerini elde ettirmesidirBu da zâhiri ve bâtını (iç âlemi) Allah'tan başka her şeyden selbetmektir; yani Allah'tan başka şeylere kalbinde yer bırakmamaktırİşte bu derece, korkunun en fazla övülen derecesidirBu sıhhat ve aklın bekasıyla beraber övülen derecedirEğer bu aklın ve sıhhatin gitmesine sirayet ederse hastalık olurEğer gücü yetiyorsa, bu hastalığı tedavi etmek şahsın üzerine farz olurEğer dinen övülen bir kısım olsaydı, ümit ve başka şeyin sebepleriyle ortadan kalksın diye tedavi edilmesi gerekmezdi.

Sehl et-Tüsterî birkaç gün açlığa tahammül eden müridlere derdi ki: 'Aklınızı (gıdalanmak sûretiyle) koruyun; zira Allah'ın eksik akıllı bir velîsi yoktur!'

Korku ve Ümit

Korkunun Hakîkat!, Dereceleri, Kısımları, Fazileti, Korku ve Recâ'dan Hangisinin Daha Üstün Olduğu, İlacı, Kötü Sonucun Mânâsı, Peygamberlerin ve Salihlerin Korku Halleri

Havf korku kalbin yanmasından ibarettirBu yanma gelecekte beklenilen istenilmeyen bir hâdisenin vukûu sebebiyle meydana gelirBu durum, recânın hakikati izah edilirken anlaşılmıştır! Kim Allah'a yakın olursa, hak onun kalbini kapsar, zamanının efendisi olur ve daimî bir şekilde Hakk'ın cemâlini müşâhede eder, onun istikbâle iltifatı kalmazÖyleyse onun ne korkusu, ne de ümidi vardırOnun hali korku ve ümitten daha yücedirÇünkü korku ve recâ, nefsi saldırganlığından meneden iki gemdirler.

Vâsıtî 51 buna işaret ederek şöyle demiştir: 'Korku, Allah ile kul arasında bir perdedir!'

Yine şöyle demiştir: 'Hakîkat sırlarda belirdiğinde, orada korku ve reca'nın bir fazileti kalmaz'.

Muhib (aşık) kalbini ayrılına korkusu ve mahbûbun müşâhedesiyle meşgul ettiği zaman, onun bu hareketi, şuhûdunda bir eksiklik olurAncak şuhûdun devamı makamâtın gayesidir.

Fakat biz şu anda makamların başlangıçlarından konuşuyoruzKorkunun hali de ilim, hâl ve amerden tanzim edilir.

İlim, mekruha götüren sebebi bilmek demektirBu da meselâ bir padişaha karşı suç işlemiş, sonra o padişahın eline düşmüş ve öldürülmekten korkan bir kimse gibidirBu kimse aynı zamanda affedilmeyi ve kurtulmayı da mümkün görürFakat öldürülmesini gerektiren sebepleri kuvvetli gördüğünden dolayı kalbi korkudan müteellim olur, O da padişaha karşı işlemiş olduğu suçun çirkinliği, padişahın da kindar, öfkeli ve intikam alıcı olmasıdır.

Padişahı intikam almaya teşvik eden sebeplerin çok olması ve lehinde şefâat talep edenden mahrum bulunmasıdırBu insan, hervesileden yoksun, padişahın katında suçunu affettirecek her iyilikten mahrumdur.

Bu sebeplerin birinin diğerini takviye ettiğini bilmek, çok korkmasının ve kalbinin şiddetle müteellim olmasının sebebidirBu sebeplerin azlığı nisbetinde korkusu azalırBazen de insanın daha önce işlemiş olduğu bir suç yokken korku hâsıl olurBu korku, insanın sıfatından neşet ederTıpkı yırtıcı hayvanın pençesine düşen kimse gibi. . .

Bu kimse, yırtıcı hayvanın sıfatından dolayı o hayvandan korkarOnu korkutan sıfat, yırtıcı hayvanın çoğu kez elde ettiğini paramparça etmek hırsıdırHer ne kadar bu parçalama yırtıcı hayvanın ihtiyar ve isteğine bağlı ise de. . .

Korku bazen de kendisinden korkulan şeyin tabiatında bulunan bir sıfattan ileri gelirSelin akıntısına kapılan veya yangının yakınında bulunan bir kimsenin korkusu gibi. . . Sudan korkulurÇünkü apar topar götürmek ve boğmak suyun tabiatıdırAteşin tabiatında ise yakmak vardır, Bu bakımdan mekruhun sebeplerini bilmek, kalbin yanmasına ve elem duymasına biricik sebeptirO yanma, Allah'tan korkmanın ta kendisidir, Bu korku bazen Allah'ı, sıfatlarını, bütün âlemi helâk etse perva etmez ve kendisini alıkoyan hiçbir mâni de bulunmaz, hakikatini bilmekten, bazen günahları işlemek sûretiyle kulun çokça işlemiş olduğu suçtan ve bazen bu iki sebebin birleşmesinden olurNefsinin ayıplarını bilmesi ve Allah'ın celâlini, zenginliğini, yaptığından sorumlu olmadığını, insanların ise sorumlu olması hasebiyle korkusu bazen şiddetli olurBu bakımdan insanların rabbinden en fazla korkanı, nefsini ve rabbini en iyi bilenidir.

Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

Ben sizin içinizde Allah'tan en fazla korkanınızım52 Allah'tan kulları içinde ancak âlimler (hakkıyla) korkarlar. (Fâtır/28)

Sonra mârifet kemâle erdiğinde kalbin yanmasını gerektirir. Sonra kalbin yangını bedene, azalara ve sıfatlara yayılırBedendeki etkileri zayıflama, sararma, baygınlıklar geçirme, garip sesler çıkarma ve ağlama şeklinde açığa çıkarBazen bundan ötürü insanın safra kesesi parçalanır ve ölümüne sebep olur veya bu yangın dimağına yükselip aklını bozar veya onu ümitsizliğe düşürür.

Azalardaki yayılmasına gelince, bu yayılma, azaları günahlardan alıkoymak ve ibâdetlere yönelmek suretiyle kendisini gösterirBunu da daha önce yapmış olduğu kusuru telâfi etmek ve geleceğe hazırlanmak maksadıyla yaparBu sırra binaen şöyle denilmiştir: Korkan, ağlayıp gözlerini silen kimse değildirAksine yaptığından dolayı ceza çekeceğini bilip terkedendir'.

Hakîm Ebû Kasım53 'Herhangi bir şeyden korkan o şeyden kaçarAllah'tan korkan da Allah'a kaçıp sığınır' demiştir.

Zünnûn-i Mısrî'ye şöyle denildi:

- Kul ne zaman Allah'tan korkmuş olur?

- Kendini, hastalığın uzamasından korkarak koruyan hastanın yerine koyduğu zaman Allah'tan korkmuş olur.

Sıfatlara yayılmasına gelince, şehvetleri gemlemesi, lezzetleri bulandırması ile olurDolayısıyla nezdinde sevimli olan günahlar, bu sefer çirkin görünmeye başlarlarNitekim balın, balı sevenin nezdinde, içinde zehir olduğunu bildiği zaman çirkin göründüğü gibi. . .

Bu bakımdan şehvetler korku ile gemlenir, âzalar edeplenirKalpte sönüklük, korku, zillet ve meskenet hâsıl olurKibir, hıkd ve hased kalpten ayrılırKalp, bütün himmetini korkuya sarfeder, akibetin tehlikesine bakmaya yönelir ve başkasına bakmaya vakit bulamazOnun murakabe, muhasebe, mücahede, nefeslerini fuzulî sarfetmekten çekinmeye, nefsini kötü düşünceler, adımlar ve kelimelerden ötürü muâheze etmeye başlarBöylece onun hali, yırtıcı bir hayvanın pençesine düşen bir kimsenin haline benzerBu kimse pençesinde bulunduğu hayvanın, kendisini bırakıp bırakmayacağını, kendisini parçalayıp parçalamayacağını bilemezBu kimsenin zâhir ve bâtını, korktuğu nokta ile meşguldürO noktadan başka onun kalbinde herhangi bir şey bulunmazBu durum, kendisine korkunun hâkim olduğu bir kimsenin durumudurSahabe ve tâbiînden bir cemaatin hali böyleydi.

Murakabe, muhasebe ve mücahedenin kuvveti, kalbin elem ve yanmasından ibaret olan korkunun kuvveti nisbetindedirKorkunun kuvveti ise, Allah'ın celâlini, sıfat ve fiilerini, nefsinin ayıplarını ve önündeki tehlikeleri bilmesinin kuvveti nisbetindedir.

Amellerde eseri beliren şeylerden olan korkunun en az derecesi, kişiyi mahzurlu şeylerden menetmesidirKişiyi mahzurlu şeylerden menetmekten meydana gelen hâle vera denirEğer kuvveti artarsa, kendisine haramın katılması mümkün olan şeylerden de sakınır ve böylece haram olmadığını bildiği (birtakım) mübahlardan da sakınırBu hâla takva adı verilir; zira takva demek, kendisinde şüphe bulunanı bırakıp, kendisinde şüphe olmayana yönelmek demektirBu hareket, bazen kendisini zararsız birtakım hareketleri, zararlının korkusundan terketmeye de sürüklerBu durura da takvada doğrulukturBuna, hizmete hazırlanmak da eklendiği zaman, içinde oturmayacağı evi inşa etmez ve yemiyeceğini toplamazKendisinden ayrılacağını bildiği dünyaya iltifat etmezAllah'tan başka şeylere tek bir nefes dahi sarfetmez bir hale gelirBu ise doğruluğun ta kendisidirBunun sahibine sıddîk demek uygundur.

Takva doğruluğa; verâ da takvaya, iffet de verâya dahil olurÇünkü iffet, özel olarak şehvetin isteklerinden kaçınmaktan ibarettirMadem durum budur; öyleyse korku men olunmak ve harama dalmamak sûretiyle azalara tesir ederMen olmak sebebiyle ona iffet ismi verilirİffet şehvetin isteğinden geri durmak demektir.

Bundan daha yücesi verâdırÇünkü o daha geneldir; zira verâ, her mahzurlu şeylerden uzak durmak demektirTakva ise verâ'dan daha üstündürÇünkü o hem mahzurludan, hem de şüpheliden uzak durmaya verilen isimdirOnun peşinden sıddîk ve mukarreb ismi gelirSon rütbenin, kendisinden önceki rütbeye nisbeti, özelin genele olan nisbeti gibidirBu bakımdan özeli zikrettiğin zaman, tümünü zikretmiş olursunNitekim şöyle dersin: İnsan ya Arap veya Acem aslından gelir! Arap aslından gelen ya Kureyş veya başka soydandırKureyş soyundan gelen de ya Hâşim kabilesinden veya başka kabiledendirHâşim kabilesinden gelen de ya Alevî (Hazret-i Ali'nin soyundan) veya başka soydan gelirAlevî ise, ya Hasenî veya Hüseynîdir.

Meselâ onun Hasenî olduğunu zikrettiğin zaman, onu bütün bu sıfatlarla nitelendirmiş olursunOnu Alevîlikle vasıflandırdığında Hasenîliğin üstünde olan ve Hasenîlikten daha genel olan bir sıfatla onu sıfatlandırmış olursun.

Böylece sıddîk dediğin zaman şunu demiş oluyorsun: 'O, müttakî, veri' ve afiftir!' Bu isimlerin çokluğundan birinin diğerine zıd birçok mânâya delâlet ettiğini düşünmek uygun değildirMânâları lâfızlarda arayıp lâfızları mânâlara tâbi kılmayan bir kimse için durum nasıl karışık olursa, senin için de karışık olurBu bakımdan bu, korkunun mânâlarını derleyici noktalara, korkuyu gerektiren mârifet gibi yüce taraftan ihtiva edene, durmak ve ilerlemek yönünden korkudan sâdır olan ameller gibi korkuyu süflî tarafından ihtiva edene işarettir.

51) Sonraları Mısır'a gelen bu zat, H. 310'da orada öldü.

52) Buhârî

53) Adı Ebû Kasım İshak b. Muhammed b. İbrahim Semerkandî'dir. Bir müddet Semerkand kadılığında bulunmuştur.

Korkunun Kısımları

Kesin korku, ancak istenilmeyen bir şeyi beklemekle tahakkuk ederİkrah edilen de ateş gibi ya esasında istenmez veya istenmeyen bir şeye götürdüğü için istenmezNitekim günahlardan âhirette istenilmeyen bir duruma sürükledikleri için ikrah edilir.

Nitekim ölüme götürücü olduklarından dolayı zarar verici meyvelerden hastanın ikrah ettiği gibi. . .

Bu bakımdan her korkan kimse bu iki kısmın birinden olan istenmeyen şeyi nefsinde canlandırması gerekirKalbinde onu beklemeyi kuvvetlendirmelidir ki kalp onu sezince yansın! Korkanların makamı kalplerini istilâ eden sakıncalı mekruhlar hususunda değişik olurBu bakımdan hadd-i zâtında mekruh olmayıp da dış bir tesirden dolayı mekruh olan şeyin kalplerine galebe çaldığı kimseler, tevbeden önce ölmenin, tevbeyi bozmanın veya sözünden caymanın, Allah'ın haklarını tam ifa edememenin, kalbin rikkat ve inceliğinin katılığa dönüşmesinin, istikametten inhiraf etmenin, şehvetlerin peşine takılmaktaki âdetin istilâ etmesinin, güvendiği sevaplarına havale edileceğinin, Allah'ın kendisine fazlasıyla vermiş olduğu nimetlerden dolayı aşırı gitmenin, Allah'ın gayrısıyla meşgul olup Allah'dan gâfil olmanın, nimetlerin peşipeşine gelmesiyle aldanmaya maruz kalmanın, ummadığı şeylerin Allah tarafından kendisine verildiğinde, ibadette gailelerin inkişaf etmesinin, gıybet, hiyânet, hile ve kötülüğe niyet beslemek hususunda halkın nezdindeki haklarını, hayatının geri kalan kısmında ne olacağını bilmediği şeylerin, azabın dünyada peşinen verilmesinin, ölümden önce rezil olmasının, dünyanın aldatıcı süsleriyle mağrur olmanın, gâfil olduğu halde Allah'ın kalbine muttali olmasının, ölüm çağında kötü olmasının veyahut da ezelde kendisi için yazılan mukadderatın korkusunun galip gelmesinden korkan kimselerdir!

İşte bütün bunlar ariflerin korkularıdırHer birinin özel bir faydası vardırO da korkutan şeye götürücü sebepten korunma yolunu seçmektirBu bakımdan âdetin kendisini istilâ etmesinden korkan bir kimse âdetten kaçınmaya devam ederGaflet halindeyken Allah'ın kalbine muttali olmasından korkan bir kimse, kalbini vesveselerden temizlemekle meşgul olurDiğer kısımlara da bu şekilde gidilir! Bu korkulardan yakîne en fazla galip geleni, sonucun korkusudurÇünkü son nefeste durum tehlikelidirBu kısımların en yücesi ve şahsın mârifetinin kemâline en fazla delâlet edeni, ezelî takdirde yazılmış olanın korkusudurÇünkü sonuç, ezelde yazılana tâbi olurBir sürü sebeplerin araya girmesinden sonra o kökten türeyen bir dal gibidirBu bakımdan sonuç, Ümm'ül-Kitab'daki kaza ve kaderin hükmüne göre meydana gelirO halde sonuçtan korkan bir kimse, geçmişten korkan kimseye nisbeten tıpkı padişahın haklarında bir ferman imzaladığı iki kişi gibidirO fermanda onların boynunun vurulmasının emredilme ihtimali olduğu gibi, ona vezirlik payesinin verilme emrinin yazılma ihtimali de vardırPadişahın fermanı halen onların ikisinin de eline varmamıştır.

Bu bakımdan onlardan birinin kalbi fermanın varışı ve açılışı haline ve fermanda yazılı olan şeye bağlı bulunurDiğerinin kalbi ise padişahın imza ettiği haline ve keyfiyetine bağlı bulunur'Padişah bunu imza ederken benim hakkımda kalbine merhamet mi öfke mi geldi' düşüncesiyle bağlı bulunurBu sebebe iltifat ederBu, o sebepten türeyen dala iltifat etmekten daha yücedirKalemle imzalanan ezelî kaza ve kadere iltifat etmek de, sonuçta meydana gelen hükme iltifat etmekten daha yücedirHazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) birgün minberin üzerinde sağ elini kapatıp şöyle demekle buna işaret etmiştir:

Şu Allah'ın kitabıdırAllah bu kitabda cennet ehlini, ecdadlarının isimleriyle beraber yazmış bulunuyorOnların içine ne bir kimse katılır, ne de onlardan biri eksilir.

Sonra sol elini kapatarak şöyle buyurmuştur:

Bu Allah'ın kitabıdırBurada isimleriyle ve ecdadlarının isimleriyle cehennemlikleri yazmıştırOnlara ne biri eklenir, ne de eksilirSaadet ehli, sanki şekavet edilmiş gibi şekavet ehlinin ameliyle amel ederHatta 'Şekavet ehlinin ta kendileridir' denilir. Sonra Allahü teâlâ, ölümden önce bir devenin iki sağımı arası kadar bir zaman kalsa bile onları şekavetten kurtarırYemin olsun, şekavet ehli sanki saadet ehliymiş gibi saadet ehlinin ameliyle amel eder. Sonra ölümden önce Allahü teâlâ bir devenin iki sağımı arası kadar dahi olsa şekavet ehlini saadet ehlinin zümresinden çıkarırSaid odur ki Allah'ın kaza ve kaderiyle said olmuşturŞakî ise, Allah'ın kazâ ve kaderiyle şakî olan kimsedirAmeller ise sonuçlarına bağlıdır!54

Bu taksimat, günahından ve cürmünden korkan kimselerin, celâl ve korkuyu gerektiren vasıflarından ötürü Allah'ın zatından korkan kimselere taksim olunması gibidirİşte bu sonuncusu, mertebe bakımından en yücesidirBu nedenle böyle bir kimse sıddîkların ibadetini yapsa bile korkusu devam ederDiğeri ise ibâdete devam ettiğinde gurur ile emniyet arasındadırBu bakımdan günahtan korkmak salih kimselerin, Allah'tan korkmak ise (muvahhid) birleyici ve sıddîkların korkusudurBu korku, Allah'ın marifetinin meyvesidirKim Allah'ı ve sıfatlarını bilmiş ise onun sıfatlarından, suçsuz olsa dahi kendisinden korkması gereken kısımları tanımış olurBelki âsî kimse hakkıyla Allah'ı tanımış olsaydı günahından değil, Allah'tan korkardıEğer o hadd-i zâtında kendisinden korkulan olmasaydı 'Onu günaha müsahhar kılmaz, günahın yolunu ona kolaylaştırmaz ve sebeplerini halketmezdi' diye düşünmelidir.

Zira günah sebeplerinin kolaylaştırılması, kulun uzaklaştırılması demektir! Oysa günahtan önce günaha müsahhar kılınmasını gerektiren bir günah kuldan sâdır olmamıştır ki günahın sebeplerini kulun üzerinde icra etsin; ibâdetten önce bir vesile sebkat etmemiştir ki onun vasıtasıyla kendisine ibadetlerin kolaylaştırıldığı kul ibâdete sarılsın veya Allah'a yaklaştırıcı şeylerin yolu ona kolaylaştırılsınBu bakımdan âsî bir kimse ister istesin, ister istemesin onun üzerine mâsiyet ile hükmedilmiştirİtaat eden için de böyledirÖyle ise Hazret-i Peygamber'i daha yaratılmadan önce kendisinden sebkat eden bir vesile olmaksızın a'lâ-yı illiyyîn e çıkaran, daha var olmadan önce kendisinden sebkat eden ve suç olmaksızın Ebû Cehil'i esfel-i sâfilîn'e düşüren Allah'ın celâl sıfatından ötürü korkmak gerekÇünkü Allah'a itaat eden bir kimse şu noktadan dolayı itaat eder: İtaatin iradesini kendisine musallat kılmış, itaat kudretini kendisine vermiştirKesin irade ve tam kudreti yarattıktan sonra fiil zarurî olur.

İsyân eden ise şu noktadan isyân eder: Kendisine kesin ve kuvvetli bir irade musallat kılmış, sebepleri ve kudreti kendisine vermiş. . .

Bu bakımdan irade ve kudretten sonra fiil zarurî olurMadem durum böyledir, keşke ibadet edenin ikrâmını gerektiren ve ibadetlerin iradesini kendisine vermekle kendisini tahsis eden, diğerinin (âsinin) ihanetini, mâsiyetin isteklerini musallat kılmak sûretiyle rahmetten uzaklaştırmasını gerektirenin kim olduğunu bilseydim? Bu durum nasıl kula havale edilir? Madem havale suç olmaksızın ve vesilesiz ezelî kader ve kazaya dönüşür, bu bakımdan dilediğiyle hükmeden ve iradesini yerine getirenden korkmak her akıllının alacağı en iyi tedbirdirBu mânânın arkasında ifşası caiz olmayan sırr-ı kader vardırOnun sıfatlarından korkmayı ancak misâl vermekle anlayabilirsinEğer şeriatın izni olmasaydı hiçbir basiret sahibi onu anmaya cesaret edmezdi.

Allahü teâlâ Hazret-i Dâvud'a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: 'Ey Dâvud! En azından yırtıcı hayvandan korktuğun gibi benden kork!'55

İşte bu misâl, her ne kadar seni mânânın sebebine vâkıf kılmazsa da mânânın özünü anlatır; zira sebebe vâkıf olmak, kaderin sırrına vâkıf olmak demektirBu ise ancak ehline keşfolunur.

Kısacası yırtıcı hayvandan, ona karşı bir suç işlediğin için korkmazsınAksine onun sıfatından, yırtıcılığından ve heybetinden ötürü korkarsınO, yaptığını pervâ etmeksizin yapar diye korkarsınSeni öldürdüğünde kalbine rikkat gelmez, elem duymaz, seni bıraktığında da şefkatten ötürü bırakmazSen onun katında ister diri, ister ölü ol, iltifat edilmekten uzaksın, senin gibi bin kişi öldürmekle bir karınca öldürmek, onun katında eşittir; zira bu hareket onun yırtıcılık âleminde bir zarar meydana getirmezOnun kudret ve satvetini haleldar etmezEn yüce mesel Allah içindirFakat Allah'ı zahirî müşahededen daha açık ve kuvvetli olan bâtınî müşâhede ile bilen bir kimse bilir ki Allahü teâlâ 'Bunlar cennete gidecektirŞunlar da cenhennemliktir diye pervâ etmem' sözünde sâdıktırAllah'ın müstağniliğini ve perva etmediğini bilmek, onun heybet ve korkusu için sana kâfidir.

Korkanların ikinci tabakasını nefislerinde istenilmeyen şeyin temessül etmesi korkuturO da, ölümün elem ve şiddeti, Nekir ve Münker denilen meleklerin suali veya kabir azabı, kıyâmetin dehşeti, Allah'ın huzurunda durmanın heybeti, örtünün keşfinden gelen hayânın, küçük büyük herşeyin sualinin heybeti, köprünün ve keskinliğinin, üzerinden nasıl geçileceği endişesinin, ateşten, onun bukağılarından, şiddetlerinden, mukim bir mülk ve nimetlerin evi olan cennetten mahrum olmaktan, derecelerin eksikliğinden veya Allah'tan mahcub olmaktan korkmasıdırBütün bu sebepler hadd-i zâtında, istenilmeyen şeylerdirŞüphesiz ki bunlar korkutucudurlar, fakat buradaki korkanların durumları değişirRütbe bakımından en yücesi, Allah'tan mahcub olma ve ayrılma korkusudurBu korku âriflerin korkusudurOndan önceki korku, her âmil, salih, zâhid ve âlimin korkusudur.

55) Irâkî rivâyetin aslını görmediğini söylemiş, sonra da bu rivâyetin müellif tarafından İsrailliyat'tan olduğuna işaret edildiğine dikkat çekmiştir.

Mârifeti kemal derecesine varmayan, basireti açılmayan bir kimse ise, misalin lezzetini duymazUzaklık ve ayrılığın elemini hissetmezKendisine 'Ârif ateşten değil, ancak Allah'tan mahcub olmaktan korkar' denildiği zaman, bu durumu iç âlemde istenilmeyen birşey olarak görür ve hayrete düşerEğer şeriat onu inkârdan alıkoymamış olsaydı, Allah'ın cemâline bakmanın lezzetini de inkâr ederdiBu bakımdan bunu itiraf etmek taklidin zaruretinden neşet edip sadece lisan iledirAksi takdirde onun bâtını bunu tasdik etmemektedirÇünkü o işkembe, tenasül aleti ve göz lezzetinden başkasını bilmezRenklere ve güzel yüzlere bakmayı bilirKısacası hayvanların kendisiyle ortak olduğu lezzetleri tanırAriflerin lezzetine gelince, onlardan başkası onu idrâk etmezBu konunun tafsilâtını ehli olmayan bir kimseye anlatmak haramdırEhli olan bir kimse ise, nefsiyle görür, kendisine izahat vermeye ihtiyaç kalmazİşte korkanların korkusu bu kısımlara ayrılır.

Allahü teâlâ'dan lütûf ve keremiyle güzel tevfîkini talep ederiz!

54) Tirmizî, (Abdullah b. Âmir'den)

Korkunun Fazileti

Korku'nun fazileti bazen düşünmek ve ibret almakla, bazen de âyet ve hadîslerle bilinir.

İbret almanın yolu şudur: Bir şeyin fazileti, insanı âhirette Allah ile mülâki olma saadetine götürmekteki rolüne göredirÇünkü saadetten başka hedef yokturKulun saadeti de ancak mevlâsıyla mülâki olup ona yaklaşmadadırBu bakımdan o mülâkata yardım eden herşeyin fazileti vardırFazileti de orada oynadığı role göredirAnlaşıldı ki âhirette Allah ile mülâki olma saadetinin varlığı, ancak muhabbetini istemekle ve dünyada O'nunla yakınlık kurmakla mümkündür.

Muhabbet de ancak mârifetle, mârifet de düşüncenin devamıyla, ünsiyet de ancak muhabbetle ve zikrin devamıyla elde edilirZikir ve düşünceye devam etmek ancak dünya sevgisini kalpten atmakla mümkün olurDünya sevgisi de ancak dünyanın lezzet ve şehvetlerini terketmekle kalpten çıkarNefsin isteklerinin terkedilmesi, ancak şehvetleri yok etmekle mümkündürŞehvetler de korku ateşiyle yok oldukları gibi, hiçbir şeyle yok olmazlarBu bakımdan şehvetleri yakan ateş, korkudurZira korkunun fazileti, yaktığı şehvetler nisbetinde ve insanı günahtan alıkoyduğu ve ibadetlere teşvik ettiği nisbettedirBu ise, daha önce geçtiği gibi, korku derecelerinin değişikliğine göre değişir.

Korku nasıl faziletli olmasın? Çünkü iffet, verâ, takva ve mücahede ancak korku ile elde edilirBunlar ise, Allah'a hakkıyle yaklaştırıcı ve dinen övülen faziletli amellerdir.

Âyet ve hadîslerden öğrenmek yoluyla korkmaya gelince, korku'nun fazileti hakkında vârid olan hükümler sayılmayacak kadar çokturAllahü teâlâ'nın korkan kullarına hidayet, rahmet, ilim ve rızasını derlediği, korkunun faziletine delâlet etmek bakımından, sana kâfi gelse gerektirBunlar cennet ehlinin makamlarını bir araya getiren noktaların ta kendisidir.

Âyet-i Kerîmeler

Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardır. (A'raf/154)

Kulları içinden ancak âlimler Allah'tan (hakkıyle) korkar. (Fâtır/28)

Allahü teâlâ, bu kulları korkmalarından ötürü ilimle vasıflandırmıştır.

Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardırİşte bu, rabbine saygı gösterene mahsustur. (Beyyine/8)

İlmin faziletine delâlet eden her delil, korkunun faziletine de delâlet ederÇünkü korku ilmin meyvesidirBu sırra binaen Hazret-i Mûsa'nın haberinde şöyle vârid olmuştur: 'Korkanlar için en yüce arkadaş vardır, bu hususta kimse onlara ortak değildir'.

Hazret-i Mûsa'nın nasıl en yüce arkadaşın arkadaşlığına sadece korkanları lâyık gördüğüne dikkat et! Bunun hikmetişudur: Çünkü onlar âlimdirlerÂlimlerin, peygamberlerle arkadaşlık rütbesi vardırÇünkü peygamberlerin varisleridirlerEn yüce arkadaşın arkadaşlığı ise, peygamberlerin ve onlara iltihak eden âlimlerin derecesidir.

Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber, ölüm hastalığında iken, dünyada bâki kalmak ile Allah'ın huzuruna varmak arasında muhayyer kılındığında şöyle buyurmuştur: Senden en yüce arkadaşı diliyorum!56

Madem durum budur, eğer korkuyu meyve olarak veren şeye bakılırsa, onun ilim olduğu görülürEğer korkunun meyvesine bakılırsa o takvadırİlim ve takvanın faziletleri hakkında vârid olan hükümler ise hiç kimseye gizli değildirHatta iyi sonuç takvaya verilirNitekim hamdin Allah'a, salâtın Rasûlüllah'a mahsus olduğu gibi. . .

Öyle ki 'Hamd âlemlerin rabbi olan Allah'a, iyi sonuç muttakîlere, sâlat da efendimiz Hazret-i Muhammed'e ve onun bütün âline mahsustur' denir.

Allahü teâlâ, takvayı nefsine izafe etmek sûretiyle tahsis kılarak şöyle buyurmuştur:

Onların ne etleri, ne kanları Allah'a ulaşmazFakat sizin takvanız O'na ulaşır. (Hacc/37)

Takva ancak korku ile daha önce geçtiği gibi haramlardan sakınmaktan ibarettir.

Allah katında en üstün olanınız, takvası en fazla olanınızdır. (Hucurât/13)

Sizden önce kitab verilenlere de size de 'Allah'tan korkun!' diye tavsiye ettikEğer inkâr ederseniz (biliniz ki) göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. (Nisâ/131)

Eğer inanmış iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun! (Âl-i İmrân/175)

Görüldüğü gibi, Allah korkmayı emrediyor, îman için şart koşuyorBu nedenle bir Mü'minin ne kadar zayıf olursa olsun korkudan ayrılması düşünülemezMü'minin korkusunun zafiyeti mârifet ve imanının zâfiyeti nisbetindedir.

Hadîsler

Hazret-i Peygamber takvanın fazileti hakkında şöyle buyurmuştur:

Allahü teâlâ geçmiş ve gelecekleri belli bir günde topladığı zaman, en kenarda kalanları tarafından bile işitilen bir sesle karşı karşıya kalırlar, O ses sahibi der ki: 'Ey insanlar! Sizi yarattığım günden bugüne kadar sizin için susup (sizi dinledim) , siz de bugün benim için susun, (beni dinleyin) : Onlar amellerinizdirSizin üzerinize vârid olur'.

Ey insanlar! Ben size bir neseb seçtimSiz de başka bir soy seçip benim seçmiş olduğum nesebi bıraktınız, kendinizin seçtiği nesebi yücelttinizBen 'Allah katında sizin en şerefliniz, takvası en fazla olanınızdır' dedimSiz bunu kabul etmekten imtina edip ille şöyle demekte israr ettiniz: 'Filan filanın oğludur! Filandan daha zengindir!'

Bugün sizin seçtiğim nesebi bırakıp, benim kılmış olduğum nesebi yücelteceğim. (Öyleyse) muttakîler nerede!? Muttakîler için bir sancak yükseltilirMuttakîler o sancağı takip ederek Allah tarafından kendileri için takdir edilen makamlarına giderlerDolayısıyle hesaba çekilmeden cennete girerler57

Hikmetin başı Allah korkusudur!58 Hazret-i Peygamberİbn Mes'ûd'a hitaben şöyle demiştir:

Eğer benimle mülâki olmak istiyorsan benden sonra Allah'tan çokça kork!59

Fudayl bIyâz der ki: 'Allah'tan korkan bir insanı, Allah korkusu herşeye muttali kılar! Şiblî de şöyle der: 'Allah'tan korktuğum bir günde daha önce görmediğim hikmet ve ibretten bir kapı bana görünür!'

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Hiçbir Mü'min yoktur ki bir günah işlesin de o günaha iki sevap iltihak etmemiş olsunO sevaplar cezanın korkusu ve affın ümididir; tıpkı iki aslan arasındaki tilki gibi. . .

Musa'nın haberinde şöyle vârid olmuştur: 'Muttakîlerden hiçbiri yoktur ki onunla münakaşa etmeyeyim ve onun elindekini teftiş etmemiş olayımAncak verâ sahipleri bu hükmün dışındadırÇünkü onlardan utanır, onları hesap için durdurmayı hoş görmem'.

Verâ ve takva, şartları korku olan mânâlardan iştikak eden isimlerdirKorku olmadığı zaman, o mânâlar bu isimlerle isimlenmezler.

Zikr'in faziletleri hakkında vârid olan şeyler de gizli değildirAllahü teâlâ zikri korkanlara mahsus kılarak şöyle buyurmuştur:

Allah'a saygılı olan hatırlar, (öğüt alır) . (Alâ/10)

Rabbinin makamından korkan bir kimse için iki cennet vardır. (Rahmân/46)

Allahü teâlâ (bir hadîs-i kudsî'de) şöyle buyurmaktadır:

İzzetime yemin ederim ki kulum için iki korkuyu ve iki emniyeti bir araya getirmeyeceğimEğer kulum dünyada benden emin olursa kıyâmet gününde onu korkuturumEğer dünyada benden korkarsa kıyâmet gününde onu emin kılarım60

Allah'tan korkan bir kimseden herşey korkar61

Aklı en fazla olanınız, Allah'tan en fazla korkanınızdırİbret bakımından en ileride olanınız Allah'ın emrettiğini yerine getirmek ve yasakladığını terketmek hususunda en iyi hareket edeninizdir62

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Âdem oğlu miskindirEğer fakirlikten korktuğu gibi ateşten korkmuş olsaydı cennete girerdi!'

Zünnûn-i Misrî şöyle demiştir: 'Allah'tan korkan bir insanın kalbi erirAllah'a olan sevgisi kuvvet bulur, aklı gelişir'.

Yine Zünnûn şöyle demiştir: 'Korkunun ümitten daha fazla olması uygundurÇünkü ümit daha fazla olduğu zaman kalp karmakarışık olur'.

Ebû Hüseyin ed-Derîr şöyle derdi: 'Saadetin alâmeti şekavetten korkmaktırÇünkü korku, Allah ile kul arasında gemdirKulun gemi koptuğunda helâk olanlarla beraber helâk olur'.

Yahya b. Muaz'a şöyle soruldu:

- Yarın kıyâmette insanların en emini kimdir?

- Bugün en fazla korkandır.

Sehl şöyle demiştir: 'Helâl yemedikçe korkuyu elde edemezsin!' Hasan'a şöyle denildi:

- Ey Ebû Said! Biz ne yapalım? Bizi aklımız uçacak derecedekorkutan kavimlerle beraber oturuyoruz.

- Allah'a yemin olsun! Sizi korkutan bir kavimle arkadaşlık yapmanız, sizi emin kılan bir kavimle arkadaşlık yapmanızdan daha hayırlıdır.

Ebû Süleyman ed-Dârânî dedi ki: 'Korku herhangi bir kalbten ayrılırsa, o kalp harab olur'.

Hazret-i ÂişeHazret-i Peygamber'e şöyle sorar:

- Ey Allah'ın Rasûlü! 'Rablerinin huzuruna varacaklarından yürekleri çarparak zekâtlarını verenler' (Mü'minûn/60)

ayetinde bahsi geçen kimseler hırsızlık ve zina yapan kişiler midir?

- Bilakis oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren ve bu ibâdetlerin kendisinden kabul edilmeyeceğinden korkan kimsedir63

Allah'ın azabından emîn olanları tehdit eden haberler sayılamayacak kadar çokturBütün bunlar korkuyu övmektir; zira birşeyi kötülemek, o şeyi yok eden zıddını övmek demektirKorkunun zıddı ise emîn olmaktırNitekim recâ'nın zıddının havf olması gibi. . .

Emîn olmanın kötülenmesi, zıddı olan korkunun faziletine delâlet ederRecâ'nın fazileti hakkında vârid olan hükümlerin hepsi korkunun faziletine delildirÇünkü ümit ile korku ayrılmaz iki haslettir; zira bir sevgiliyi arzulayan bir kimse, elbette onun elden kaçmasından korkar, eğer elden kaçmasından korkmazsa, onu sevmiyor demektirBu bakımdan onu beklemekle ümit sahibi olamazKorku ile recâ ayrılmaz iki haslettirEvet! Birinin diğerine bir arada oldukları halde galebe çalması mümkündürKalbin hâl-i hâzırda biriyle meşgul olup gafletinden ötürü diğerine iltifat etmemesi de mümkündür.

Bunun böyle olması şu noktadan ileri gelir: Ümit ve korkunun şüpheli olan şeyle ile ilgili bulunmasmdandır; zira malûm olan birşey ne umulur, ne de ondan korkulurMadem durum budur, varlığı mümkün olan mahbubun yokluğu da şüphesiz ki mümkündürBu bakımdan varlığı kalbe rahat verirse ümit olurYokluğu kalbi üzerse o da korkudurBu iki şey, şüphesiz zıttırlarEğer o beklenen şey şüpheli ise durum budurŞüphenin iki tarafından biri, bir kısım sebeplerin hazır olmasından dolayı başkasına galebe çalar ve buna zan denirBu da birinin diğerine galebe çalmasının sebebi olurZannın üzerine mahbubun varlığı galebe çaldığında ümit tarafı kuvvet bulurOna göre korku gizlenirAksi de böyledirHer durumda ümit ile korku, ayrılmaz iki haslettirler.

Gerçekten onlar hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi. (Enbiyâ/90)

Yanları yataklarından uzaklaşır, korkarak ve umarak rablerine dua ederler. (Secde/16)

Bu sırra binaen Araplar, korkuyu recâ ile ifade etmiştirlerNitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Size ne oluyor ki Allah için saygı ummuyorsunuz korkmuyorsunuz? (Nûh/13)

Çoğu kez Kur'ân'da recâ terimi korkmak mânâsında kullanılmıştırBu da recâ ile korku'nun ayrılmaz iki vasıf olmasından ileri gelir; zirâ Arab'ın âdeti birşeyi onun ayrılmaz parçası ile ifade etmektirÖyleyse Allah korkusundan ağlamanın fazileti hakkında vârid olan her hüküm, korkunun faziletini belirtmektirÇünkü o ağlama, korkunun meyvesidir.

Artık kazandıklarının cezası olarak az gülsünler ve çok ağlasınlar. (Tevbe/82)

Ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar ve Kur'ân onların derin saygısını artırır. (İsrâ/109)

Şimdi siz bu Kur'ân'a mı şaşıyorsunuz ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz ve siz baş kaldırıyorsunuz? (Necm/59-61)

Mü'min bir kulun gözlerinden, sinek başı kadar olsa dahi Allah korkusundan yaş aksa, sonra onun yüzünün kızgınlığından birşeye isabet etse, muhakkak ki Allah onu ateşe haram kılar64

Mü'minin kalbi Allah'ın korkusundan ürperdiği zaman, yapraklar ağaçtan döküldüğü gibi günahları dökülür65

Allah korkusundan ağlayan bir kimse sağılan süt memeye tekrar girmedikçe- ateşe girmez66

Ukbe bAmir huzuru saadete varıp Hazret-i Peygamber'e şöyle sordu:

- Kurtuluş yolu nedir?

- Diline hâkim ol! Evin seni istiâb etsin ve hatana karşıağla!67

Hazret-i Aişe Hazret-i Peygamber'e şöyle sordu:

- Ümmetinden hesap görmeden cennete girecek bir kimse varmı?

- Günahını hatırlayıp ağlayan bir kimse hesap görmeden cennete girer68

Allah'ın korkusundan ötürü gözden akan bir damla yaştan veya Allah yolunda akıtılan bir damla kandan Allah katında daha sevimli bir şey yoktur69

Ey Allahım! Bana çokça ağlayan iki göz ihsan et ki göz damlaları akıtmak sûretiyle kalbe şifa versinler70

Yedi sınıf insan vardır, arşın gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı bir günde Allahü teâlâ onları gölgelendirir.

Hazret-i Peygamber bu hadîsi uzun uzadıya izah ettikten sonra şöyle demiştir:

O sınıflardan biri de tenhada bulunduğu halde Allah'ı anan ve gözlerinden yaşlar akan bir kimsedir.

56) Müslim, Buhârî

57) Taberânî

58) Beyhakî

59) Irâkî rivâyetin aslını görmediğini söylemiştir.

60) İbn Hıbbân, Beyhakî

61) İbn Hıbbân

62) Irâkî rivâyetin aslını görmediğini söylemiştir.

63) Tirmizî, İbn Mâce, Hâkim

64) Taberânî, Beyhakî

65) Taberânî, Beyhakî

66) Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce

67) Daha önce geçmişti.

68) Irâkî rivâyetin aslını görmediğim söylemiştir.

69) Tirmizî, (Ebû Ummâme'den)

70) Müslim, Buhârî

Havf ve Recada Galebe

Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) der ki: 'Bir müslüman ağlayabildiği kadar ağlasın, ağlayamayan ise kendini ağlamaya zorlasın'.

Muhammed bel-Münkedir, Allah korkusundan ağladığı zaman göz yaşlarıyla yanaklarını ve sakalını sıvazlardı ve derdi ki: Kulağıma gelen bir hadîs-i şerifte şu hüküm vardır:

Allah korkusundan gelen damlaların değdiği yeri ateş yakmaz!

Abdullah b. Amr b. el-Âs şöyle demiştir: Ey müslümanlar! Allah korkusundan ağlayınEğer ağlamanız gelmiyorsa ağlamaya kendinizi zorlayınNefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, eğer sizden biriniz hakikati bilmiş olsaydı sesi kesilinceye kadar sesli bir şekilde ağlar ve beli kırılıncaya kadar namaz kılardı'.

Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Allah korkusundan yaşlarla dolan bir gözün sahibinin yüzü kıyâmet gününde zillet görmezEğer o kimsenin göz yaşları akarsa, Allahü teâlâ o akan yaşların ilk damlasıyla ateşten teşekkül eden denizleri söndürürEğer bir ümmetin içinde bir tek kişi ağlasa, onun yüzü suyu hürmetine o ümmet Mü'min ise fazla azap çekmez'.

Ebû Süleyman der ki: 'Ağlamak, Allah korkusundan, ümit ile cezbeye tutulmak ise Allahü teâlâ'nın cemâlinin şevkinden doğar'.

Ka'b'ul-Ahbâr der ki: 'Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun, Allah korkusundan ağlayıp göz yaşlarının yanakları Üzerine akması, bence bir dağ kadar altını sadaka vermekten daha sevimlidir'.

Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh. ) şöyle demiştir: 'Allah korkusundan bir damla göz yaşı akıtmam, bin dinar sadaka vermemden bana daha hoş gelir!

Hanzele şöyle anlatıyor: Bir gün Hazret-i Peygamberin huzurunda bulunuyordumHazret-i Peygamber bize öyle bir nasihatta bulundu ki kalpler rikkate geldiGözlerden şıpır şıpır yaşlar akmaya başladı ve biz nefislerimizi tanımış olduk. Sonra ben eve gittimHanım bana yaklaştıHanımla birtakım şeyler konuştukHazret-i Peygamber'in katındaki o hâlim unutuldu ve dünyaya daldık. Sonra Hazret-i Peygamberin katındaki o durumu hatırladım ve kendi kendime dedim ki: 'Vallahi münafıklığa girmiş oldunÇünkü Hazret-i Peygamberin yanındaki korku ve rikkatin kalmadı'Bunun üzerine evimden çıktım ve gayri ihtiyari olarak Medine'nin sokaklarından 'Hanzele münafık oldu' diye bağıra bağıra mecsidi nebevî'ye doğru yürüdümBu esnada Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) ile karşılaştımBana 'Hayır! Hanzele münafık olmadı' dediBöylece Hazret-i Peygamberin yanına vardım'Hanzele münafık, oldu' diyordumBu sözlerimi duyan Hazret-i Peygamber 'Hayır! Hanzele asla münafık olmaz' dediBunun üzerine dedim ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz biraz önce senin yanında oturuyordukSen kalplerimizi ürperten, gözlerimizden yaşlar akıtan ve nefsimizi bize tanıtan bir nasihatta bulundunBu sohbetimizden sonra evime vardımKarımla beraber dünya işlerine daldık! Senin yanında elde etmiş olduğumuz mânevî havayı unuttum'Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

Ey Hanzele! Eğer daima o manevî hava içeresinde kalmış olsanız, yollarda yürürken ve yataklarınızın üzerinde uzanırken meleklerle musafaha edersinizFakat ey Hanzele! Bu hâl bazen gelir, bazen kaybolur71

Ümit, ağlama, takva, verâ ve ilmin fazileti hakkında ve Allah'ın azabından emin olmanın da aleyhinde vârid olan bütün hükümler Allah korkusunun faziletine de delâlet ederlerÇünkü bütün bunlar korku ile bağlantılı bulunurlar, kimi korkunun sebebi ve kimi de korkudan doğan hallerdir.

71) Müslim, (Daha kısa bir ibareyle)

Korku ve Recâ' ile Tedavi

Korku ve ümid'in fazileti hakkında vârid olan haberler pek çokturÇoğu kez korku ile ümide bakan bir insan hangisinin daha üstün olduğunda şüpheye düşerKişinin 'Korku mu daha üstündür, recâ mı?' suali yanlış bir sualdirTıpkı 'Ekmek mi üstündür yoksa su mu?' diyenin sözüne benzerBunun cevabı 'Aç bir kimse için ekmek sudan daha üstündürSusamış bir kimse için ise su daha üstündür ve bu iki durum bir arada bulunursa, duruma bakılır Eğer açlık daha galip ise, ekmek daha üstündürSusuzluk daha galipse, su daha üstündürEğer eşit iseler fazilette de eşittirler' demektir.

Bunun hikmeti şudur: Bir maksat için istenilen herşeyin fazileti kendi nefsine izafeten değil, aksine o maksada izafeten belirirKorku ile ümit iki ilaçtırlarOnlarla kalpler tedavi edilirBu bakımdan onların fazileti mevcut hastalık nisbetindedirEğer kalbe galip olan durum Allah'ın azabından emin olmak ve ona aldanmak ise, korku daha faziletlidirEğer galip olan durum Allah'ın rahmetinden ümitsizlik ise, ümit daha faziletlidirAynen bunun gibi eğer kul üzerinde galip olan durum, günahkârlık ise, böyle bir kul için korku daha üstündürKayıtsız ve şartsız korku daha üstündür demek caizdir.

Fakat 'Ekmek, sekencebin denilen maddeden daha faziletlidir; zira ekmek ile açlık hastalığı tedavi edilir, sekencebin maddesiyle safra hastalığı tedavi edilirOysa açlık hastalığı daha galip ve daha çokturBu bakımdan ekmeğe olan ihtiyaç sekencebin maddesine olan ihtiyaçtan daha fazladırÖyleyse ekmek daha üstündür' te'viline binaen böyle denilebilir.

Bu itibarla korku daha faziletlidirÇünkü halk arasında Allah'ın affına aldanmak ve günahlara dalmak daha yaygın bir haldirEğer korku ile ümidin çıkış merkezi tedkik edilirse, ümidin daha üstün olduğu görülürÇünkü ümit rahmet denizinden, korku ise gazab denizinden alınmaktadır.

Kim Allah'ın sıfatlarından lütûf ve merhameti gerektiren bir sıfatı mülâhaza ederse, o kimsede muhabbet daha galip olur.

Muhabbetin ötesinde bir makam yokturKorkunun dayanağı ise şiddeti iktiza eden ilâhî sıfatlardırBu bakımdan muhabbetin ümide karışması gibi, muhabbet korkuya karışmazKısacası başkası için kastolunan birşey hakkında en faziletliyi ifade eden efdal terimini değil de en elverişliyi ifade eden aslâh terimini kullanmak daha yerinde olurHalkın çoğu için korku, ümitten daha elverişlidirÇünkü günahlar onlara daha galiptirGünahın açığını ve gizlisini bırakan muttakîye gelince, en doğru hüküm, böyle bir kimsenin korkusu ile ümidini eşit saymaktırBu nedenle şöyle denilmiştir; 'Eğer Mü'minin korkusu ile ümidi tartılsa muhakkak eşit çıkar'.

Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Ali çocuklarından birine 'Ey oğul! Allah'tan öyle bir şekilde kork ki bütün yeryüzünde yaşayan insanların sevaplarıyla O'nun huzuruna varsan bile o sevapları senden kabul etmeyeceğini düşün ve Allah'tan öyle bir şekilde ümitli ol ki eğer yeryüzündeki bütün insanların kötülükleriyle O'nun huzuruna gelsen bile seni bağışlayacağını düşün' demiştir.

Bu sırra binaen Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Eğer bir kişi müstesna bütün insanlar ateşe girecek dense, o kişinin ben olmasından ümidimi kesmem ve yine bütün insanlar bir kişi müstesna cennete girecek dense, muhakkak o kişi olmaktan korkarım!'

Hazret-i Ömer'in bu sözü, korku ve ümidin son dereceye ulaşmasından kaynaklanırAncak bu, birinin diğerine eşit olması açısından böyledirHazret-i Ömer gibi bir zatın korku ve ümidinin eşit olması uygundur.

Âsî bir kimse cehenneme girmekten istisna edilen kişi olduğunu zannettiği zaman, onun bu zanna kapılması mağrur oluşuna delil olurEğer 'Hazret-i Ömer gibi bir insanın korku ve ümidinin eşit olmaması gerekirAksine Ümit kitabının başında geçtiği gibi, ümidi daha ağır olmalıdırTohum ve ziraatla misal getirildiği gibi Hazret-i Ömer'in kuvvetinin, sebeplerin kuvveti nisbetinde olması uygundur' dersen, malûmdur ki temiz tohumu temiz araziye eken ve onu geliştirmeye çalışan ve bütün şartlarını yerine getiren bir kimsenin kalbinde o ekinin yetişme ümidi daha fazla olurBöyle bir kimsenin korkusu, ümidine müsavi olamazBu bakımdan muttakîlerin hallerinin de böyle olması uygundur.

Mârifeti, lâfızlar ve misallerden edinen bir kimsenin hataları çoğalırBiz onu her ne kadar bir misal ile zikretmiş isek de o her yönden bizim bahsettiğimiz hususa benzemezÇünkü ümidin galip gelmesinin sebebi, tecrübeyle elde edilen bir ilimdirZira yerin temizliği, tohumun sağlamlığı, havanın güzelliği ve o yöredeki yok edici sebeplerin azlığı tecrübeyle anlaşılmıştır.

Bizim meselemizin misali, cinsi denenmemiş ve daha önce ziraat hususunda tecrübe edilmemiş bir araziye ekilen bir tohum gibidirÜstelik o arazinin bulunduğu memlekette şimşeklerin çakmasının ve dolunun yağmasının çok olup olmadığı da bilinmemektedirBöyle bir yerdeki çiftçinin var kuvvetiyle çalışsa bile ümidi korkusuna galip gelemez.

Bizim meselemizde tohum imandırOnun sıhhatinin şartları incedirYer ise, İnsan oğlunun kalbidirO kalbin gizli çirkinliklerden, gizli şirkten, nifak ve riyadan saf bulunmasıdırKalpteki gizli şeyleri çözmek gayet zordurÂfetler ise, şehvetler ve dünya süsleridirKalbin bunlara gelecekte iltifat etmesidirHer ne kadar hâl-i hâzırda kalp bunlardan selîm ise de. . .

Oysa bu, ne deneme ile bilinir ve ne de tahakkuk eden bir şeydir; zira İnsan oğlunun önüne muhalefeti mümkün olmayan sebeplerden biri benzeri denenmediği halde çıkarÇakan şimşekler ve yağan dolular ise, ölüm anındaki dehşetlerdir ve o anda inancın sarsılmasıdır! Bu da denenmeyen şeylerdendirEkinin olgunlaşıp biçilmesi ise, kıyâmetten dönüp cennete varmak anında tahakkuk ederBu ise denenmemiştirBu bakımdan bütün bu şeylerin hakikatlerini bilen bir insan, eğer kalben zayıf, esasında korkak bir kimseyse, şüphesiz onun korkusu ümidine galebe çalar.

Nitekim ashâb-ı kiram ve tâbiînin ileri gelenlerinden bu durum hikâye edilecektirEğer o kimse, kalben kuvvetli, kahraman bir zat ve tam mârifetli ise, onun korku ile ümidi eşit olurÜmidinin korkuya galebe çalması sözkonusu olmaz.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) kalbini inceden inceye tedkik ederdiHatta münâfıkları en iyi bilen Hazret-i Huzeyfe'den 'Acaba bende münafıklık var mı?' diye sorardıÇünkü Hazret-i Peygamber, Huzeyfe'ye münafıkları bildirmiştiMadem durum budur, öyleyse kalbini gizli nifaktan ve gizlice Allah'a ortak koşmaktan temizlemeye kimin gücü yeter? Eğer kişi, kalbinin bundan temizlenmiş olduğuna inanırsa, bilâhare bozulmayacağından nasıl emin olabilir? Ayıbının kendisinden gizlendiğinden nasıl emin olabilir? Eğer buna da güveniyorsa, son nefesine kadar bu durum üzerinde kalacağına dair nereden teminat almıştır?

Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kişi elli senelik ömrü boyunca cennet ehlinin ameli gibi, Allah'a ibâdet ederÖyle ki cennetle arasında bir karış kadar mesafe kalır. (Bir rivâyette; onunla cennetin arası ancak bir devenin iki sağımı arası kadar kalır, Allah'ın kaza ve kaderi ilâhisi onun önüne geçer ve cehennem ehlinin ameliyle onun defteri sonuçlanır) 72

Devenin iki sağımı arası kadar bir miktar, azalarla amel yapmaya müsait olmayan bir zamandırO ancak ölüm çağında İnsan oğlunun kalbinden geçenin sığacağı kadar bir zamandırBu durum, kişinin sonunun kötülükle sonuçlanmasını gerektirir! Öyle ise kişi bundan nasıl emin olabilir? Madem durum budur, imanlı bir kimsenin en yüksek hedefi, Allah'tan korkması ile Allah'ın rahmetini ümit etmesinin eşit olmasıdırBirçok kimsede ümidin galebe çalması aldanmasından ve mârifetinin azlığından kaynaklanırBunun için Allahü teâlâ ümit ile korkuyu, övdüğü insanların niteliği olarak bir arada cem'ederek şöyle buyurmuştur:

Korkarak ve umarak rablerine dua ederler. (Secde/16)

Gerçekten onlar hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi. (Enbiya/90)

Hazret-i Ömer gibisi nerede! Bu bakımdan bu zamanda yaşayanlar için uygun olan şey, korkunun ümide galebe çalmasıdırFakat korku ve ümitsizlik, onları ameli terketmeye ve Allah'ın rahmetinden ümit kesmeye götürmemek şartıyla; zira bu dereceye vardırdığı takdirde amelde tembellik ve günahlara dalmaya sebep olur.

Böyle bir durum, korku değil, Allah'ın rahmetinden ümit kesmektirKorku insanı ibâdet etmeye teşvik eder, şehvetleri bulandırırKalbi dünyaya meyletmekten sakındırırAldanış evinden kalbi uzaklaşmaya dâvet ederİşte dinen övülen korku bu korkudur, insanı günahlardan menetmeyen, aksine teşvik eden ve sözden ibaret olan bir durum, korku değildirÜmitsizliği gerektiren hareket de korku değildir.

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Kim sadece korkudan Allah'a kulluk yaparsa c, düşünceler denizine garkolurKim sadece ümit ile Allah'a kulluk yaparsa, gururun sahrasında şaşakalırKim ümit ve korku arasında bulunduğu halde Allah'a ibadet ederse, o, zikirlerin caddesinde yürür'.

Mekhûl şöyle demiştir: 'Sadece korkudan ötürü Allah'a ibadet eden, Haruriyye mezhebine mensupturSadece ümitle Allah'a kulluk yapan, Mürcie'dirSadece muhabbetten ötürü Allah'a kulluk yapan zmdık'tırKorku, ümit ve muhabetten ötürü Allah'a ibadet eden ise muvahhiddir73

Madem durum budur, o halde bu üç vasfı bir araya getirmek gerekirFakat ölümü görmeden önce korkunun galebe çalması en uygunudur, ölüm anında ise, insan için en uygunu ümidin galebe çalması ve Allah hakkında hüsn-ü zanda bulunmasıdırÇünkü korku, insanı çalışmaya iteleyen kamçı gibidirÖlüm anında ise, çalışma sona ermiştirBu bakımdan ölüme yaklaşmış bir insanın ne çalışmaya, ne de korkunun sebeplerine gücü yetmez; zira bu, onun kalbinin damarını kesip ölümünün çabuklaşmasına yardım eder!

Ümit ise kişinin kalbini kuvvetlendirirUmduğu, rabbini ona sevdirir.

Allah'ın dostu olmadığı halde dünyadan ayrılmak, hiç kimse için uygun değildirBu bakımdan dünyadan ayrılan Allah'ını sevmelidirÇünkü Allah ile mülâki olmayı sevenle Allah da mülâki olmayı severÜmit ve muhabbet beraber olurBu bakımdan Allah'ın keremini ümit eden bir kimse, aynı zamanda, Allah'ın mahbûbudurZaten ilim ve amellerden gaye; Allah'ın mârifetidir ki bu mârifet muhabbet ve sevgiyi meyve olarak verirÇünkü sonuç O'na döner.

Ölümle insan O'nun huzuruna varırÖyleyse mahbûbunun huzuruna varan bir kimsenin sevinci muhabbeti nisbetinde büyük durMahbûbundan ayrılan bir kimsenin üzüntü ve azabı da şiddetli olurO halde ölüm anında kalpte ailesinin, evladının, malının, meskeninin, akar ve arkadaşlarının sevgisi galip ise, bu kimsenin bütün sevdikleri dünyadadır.

Bu bakımdan dünya bunun cennetidir; zira cennet bütün sevgilileri bir araya getiren bir kıtadan ibarettirÖyleyse bunun için ölüm, kendisine ait cennetten çıkış ve kendisiyle istedikleri arasına perde geren bir durumdurBu bakımdan kişinin Allah'tan, O'nun zikri, mârifeti ve O'nun hakkında düşünmekten başka mahbûbu olmadığı ve dünya ile dünyanın nimetleri kendisini mahbûbundan meşgul ettiği zaman, dünya onun için hapishanedir! Zira hapishane, hapsolunan bir kimseyi sevdiklerine gitmekten alıkoyan bir yerin ismidirBu bakımdan bu kimsenin ölümü, mahbûbunun huzuruna varış ve hapisten kurtuluşturHapisten kurtulmuş ve mahbûbuyla engel olmaksızın başbaşa kalmış bir kimsenin hali ise, herkesin malûmudurİşte ölümünden sonra dünyadan ayrılan herkesin ilk rastladığı sevap ve ceza budurBu da Allahü teâlâ'nın salih kulları için gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin hayâl bile etmediği nimetler ve dünyayı âhirete tercih eden ve dünyaya razı olan, ona tamamen güvenen kullarına da hazırladığı bukağılar ve zincirlerdir.

Bu bakımdan biz Allahü teâlâ'dan, bizi müslüman olarak öldürmesini ve salih kullarının zümresine ilhak etmesini talep ederizBu duanın kabul olunması ancak Allah'ın sevgisini elde etmek ile umulabilir ve Allah sevgisine de ancak başkasının sevgisini kalpten çıkarmak, Allah'tan başka mertebe, mal ve meskenden alâkayı kesmekle varılırBu bakımdan bizim için en iyisi Hazret-i Peygamber'in Allah'ı çağırdığı dua ile dua etmektir:

Ey Allahım! Bana sevgini ve seni sevenin sevgisini, beni senin sevgine yaklaştıran şeyin sevgisini ihsan etSevgini soğuk sudan daha fazla, bana sevdir74

Gaye, ölüm çağında ümidin galebe çalmasının İnsan oğlu için daha elverişli olmasıdırÇünkü bu, muhabbeti daha celbedici olur.

Ölümden önce ise, korkunun galip gelmesi daha elverişlidir; zira o, şehvetlerin ateşini daha söndürücü ve dünya muhabbetini kalpten daha fazlasıyla söküp atıcıdır.

Sizden biriniz, ancak rabbi hakkında hüsn-ü zanda bulunduğu halde ölsün75

Allahü teâlâ da bir hadîs-i kudsî'de şöyle demiştir:

Ben kulumun zannı üzereyimBu bakımdan kulum benim hakkımda dilediği şekilde zanda bulunsun!76

Süleyman et-Teymî, ölüm döşeğinde yatarken oğluna 'Ey oğul! Bana Allah'ın şeriatındaki ruhsatları söyleBana ümidi zikret ki ben rabbime hüsn-i zan ile mülâki olayım!' dedi.

Süfyân es-Sevrî ölüm döşeğinde iken, üzüntüsü alabildiğine arttıÂlimler onun etrafında toplandılarOna ümit veriyorlardı.

Ahmed bHanbel, ölüm döşeğinde iken, oğluna, İçinde ümit ve güzel zan bulunan hadîsleri zikret' dedi.

Bütün bunlardan gaye; Allah'ı, nefsine sevdirmektir.

Allahü teâlâ Hazret-i Dâvud'a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur.

- Beni kullarıma sevdir!

- Onlara seni ne ile sevdirmiş olayım?

- Onlara nimetlerimi zikretmek sûretiyle beni sevdir.

Madem durum budur, öyleyse saadetin gayesi; şahsın Allah'ı sevdiği halde ölme sidirSevgi de ancak mârifetle, dünya sevgisini kalpten çıkarmakla elde edilirÖyle ki bütün dünya, kişinin gözünde kendisini sevgilisinden ayıran bir hapishane gibi olur.

Salihlerden biri rüya âleminde Ebû Süleyman ed-Dârânî'yi uçtuğu halde gördüKendisine bu durumunu sorunca, Ebû Süleyman ed-Dârânî 'Şimdi kurtuldum!' diye cevap verdiRüya gören sabahladığı zaman ed-Dârânî'nin durumunu sorduOna 'Dün gece vefat etti' denildi.

72) Bezzâr ve Taberânî

73) Sadece bu hallerden biriyle îıallenen, elbette ilim veya sünnet terazisinden çıkar. Fakat hepsini bir araya getirirse ilim ve sünnet üzerinde müstakim olur. (İthaf us-Saade, IX/220)

74) Tirmizî, (Ebu'd Derda'dan)

75) Müslim

76) İbn Eb'id-Dünya, Hâkim, İbn Hıbbân, İbn Adiyy, Taberânî, Beyhakî


HAVF VE RECÂ' konusu devamı;