Nimet'in Hakikati ve Kısımları
33 - HAVF VE RECÂ' |
Nimet'in Hakikati ve Kısımları
Lütfu ve sevabı umulan, mekrinden ve azabından korkulan Allah'a hamdolsun! O Allah ki dostlarının kalbini ümit korkusuyla tamir etmiştir. Öyle ki nimetlerinin lâtifeleriyle o dostlarını huzurunun sahasına indirmeye sevketmiştir. Düşmanlarının istikrar yeri bulunan belâ (imtihan) evinden onları uzaklaştırmıştır. Korkutma ve şiddetli ihtarının kamçısıyla huzurundan yüz çevirenlerin yüzlerini, sevap kerametinin evine çevirmiştir. Bunları, kınanmaya mâruz kalmamaları için bazen kahr ve şiddet zincirleriyle, bazen de şefkat ve lütfun gemiyle cennetine çekmek için yapmıştır.
Salât ve selâm, peygamberlerin efendisi, halkının en hayırlısı Hazret-i Peygamber'in (ve diğer peygamberlerin) , âlinin, ashâbının ve zürriyetinin üzerine olsun!
Muhakkak recâ ve havf iki kanattırlar; Allah'ın dergâhına yakın olanlar, onlarla her güzel makama uçarlar. İki binektirler; âhiret yollarından geçilmesi zor olan yollar onlarla geçilir.
Rahman'ın yakınlığına ve cennetin genişliğine, yollarının uzaklığı, yüklerinin ağırlığı, kalplerinin hoşa gitmeyen şeylerle, azalarının meşakkatlerle sarılı olması sebebiyle ancak recâ (ümit) gemisi (İnsan oğlunu) yaklaştırabilir. Cehennem ateşinden, elemli azaptan, şehvetlerin lâtifeleriyle ve lezzetlerin acaiplikleriyle sarılı olduğu için ancak korkunun kamçıları ve şiddetin sadmeleri uzaklaştırır. Durum bu iken, ümit ile korkunun hakikatlerini, faziletlerini, zıt olmalarına rağmen onları bir araya getirmenin yolunu belirtmek gerekir. İşte biz onların zikrim iki şıktan meydana gelen bir kitapta topluyoruz.
Birinci şık recâ (ümit) ,
İkinci şık da havf (korku) hakkındadır.
33-1
Birinci şık, ümidin hakikatini, faziletini, devamını ve celbedilmesinde kullanılan yolun beyanını kapsar.
Allah'ın Nimetlerinin Çokluğu, Kesintisiz ve Sonsuz Oluşu
Recâ, salihlerin makamlarının, talihlerin hallerinin kısımlarındandır. Vasfa ancak sabit olup ikame edilirse makam ismi verilir. Gelip geçici olana ise hâl ismi verilir. Nitekim sarılığın, altında olduğu gibi kalıcı, korkuda olduğu gibi geçici ve hastalıktaki gibi bu iki kısmın arasında olan kısımlara ayrıldığı gibi, kalbin sıfatları da böyle kısımlara taksim olunur. Kalpte kalıcı olmayana hâl denir. Çünkü devamlı kalmaz. Bu, kalbin bütün sıfatlarında geçerlidir. Bizim şu anda gayemiz recânın hakîkatidir. Recâ da, hâl, ilim ve amelden oluşur. İlim hali meyve veren sebeptir. Hâl ameli gerektirir. Recâ bunların üçüne birden verilen isimdir. İzahı şöyledir: Başından geçen güzel ve çirkin şeyler hal-i hazırda ve geçmişte mevcut ve gelecekte beklenen kısma ayrılır. Bu bakımdan geçmişte mevcut olan kalbine geldiğinde buna zikir ve tezekkür adı verilir.
Eğer hâl-i hazırda mevcut olan hâle ise vecd, zevk ve idrak adı verilir. Vecd adının verilmesi nefsinde mevcut olduğundan dolayı gelir. Eğer kalbine gelecekte bir şeyin varlığı düşerse ve galebe çalarsa buna da intizar ve tevekku adı verilir. Beklenen mekruh ise ondan ötürü kalpte bir elem hâsıl olursa ona havf (korku) ve işfak adı verilir.
Eğer güzel birşey beklemesinden ötürü kalbin kendisi ile alâkadar olmasından ve kalpte hutur etmesinden kalpte bir zevk belirirse buna da recâ adı verilir. Öyle ise recâ kalp nezdinde mahbub olanı beklemekten gelen sevgi demektir. Fakat o beklemenin muhakkak bir sebebi vardır. Eğer intizar edilmesi sebeplerinin çoğunun var olması için ise ona recâ ismini vermek doğru olur. Eğer sebeplerin karışmasına rağmen bir bekleyişse ona recâ demekten daha fazla ahmaklık ve gurur ismi uygun düşer.
Eğer sebeplerin ne varlığı, ne de yokluğu belli değilse bu bekleyişe sebepsiz olduğu için temenni ismi daha uygun düşer. Recâ ve havf ismi ancak içinde tereddüt olan şeye verilir. Kesin olan şeye ise bu isim verilmez. Çünkü doğuş zamanında güneşin doğuşunu ümit ediyorum, batış zamanında batışından korkuyorum denilemez; zira o zamanlarda doğuş ve batışı kesindir. Evet, yağmurun yağmasını ümit ediyorum ve kesilmesinden korkuyorum denilebilir.
Allahü teâlâ erbabına dünyanın âhiret için tarla olduğunu, kalbin de toprak olduğunu ve îmanın toprağa ekilen tohum gibi olduğunu öğretmiştir. İbadetle yerin sulanması ve temizlenmesi, ark ve arazilere su ulaştırmanın yerine geçer. Dünyaya tamamen kendisini kaptıran bir kimsenin kalbi de tohumu bitirmeyen çorak arazi gibidir. Kıyâmet günü hasad günüdür. Hiç kimse ektiğinden başkasını biçemez. Ancak îmanın tohumundan ekin biter. Tıpkı çorak yerde ekinin az bitmesi gibi. Öyle ise insanın ümidini ziraat sahibinin ümidine kıyas etmek uygundur. Bu bakımdan kim güzel bir toprak talep ederse ve çürük olmayan bir tohumu oraya ekerse sonra gerekli zamanda ona ihtiyacı olan suyu verirse, yerden fuzulî dikenleri ve otları ayıklarsa, tohumun bitmesine mâni olup ekini bozacak şeyleri temizlerse, sonra Allah'tan yıldırımlar ve ifsad edici âfetleri ziraat yetişinceye kadar def etmesini beklerse bu bekleyişe recâ denir.
Eğer tohumu çorak ve kuru bir yere tümsek ve suyun varamadığı bir araziye ekerse, ve ıslahı ile meşgul olmazsa, sonra ondan hasad beklerse bu bekleyişe recâ değil, ahmaklık ve gurur adı verilir.
Eğer tohumu güzel bir araziye ekerse, fakat o arazi susuz olursa, yağmurların yağmadığı bir zamanda yağmur beklerse, fakat aynı zamanda yağmurun yağması da muhtemel ise bu bekleyişe recâ değil temenni adı verilir.
Demek ki recâ, kulun ihtiyarında olan bütün sebeplere başvurulmuş sevimli bir işi beklemeye denir. Bu takdirde kulun ihtiyarı altına girmeyen sebepler başvurulmamış olarak kalmaktadır. O da Allah'ın engelleyici ve bozucu şeyleri fazileti ile bertaraf etmesidir. Bu bakımdan kul, imtihan tohumunu eker, ibâdet suları ile sular, kalbi kötü huylardan temizleyip Allah'tan bu durumu ölüme kadar devam ettirmesini ve mağfirete ulaştıracak güzel sonucu vermesini beklerse bu hakîkî recâ'dır. Güzel olan da budur. Bu, ölüme kadar mağfiretin sebeplerini tamamlamak için îmanı istemeye, onu devam ettirmeye ve böyle yapmaya teşvik eder. Eğer îman tohumundan ibâdet suyunu keser veya kalbi kötü ahlâklarla dolu olarak bırakırsa, dünya lezzetlerine dalarsa, sonra da mağfireti beklerse bu ahmaklık ve gurur'dur.
Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ahmak odur ki nefsini hevâsına tâbi kılmıştır. Allah'tan (böyle olduğu halde) cenneti temenni etmektedir.
Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı terkettiler. Şehvetlerine uydular. Onlar kötülük bulacaklardır. (Meryem/59)
Onların arkalarından yerlerine geçip kitaba vâris olan bir takım insanlar geldi ki onlar şu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar, 'Biz nasıl olsa bağışlanacağız' diyorlar. (A'raf/169)
Allahü teâlâ, bostanına girerken bu bostanın ebediyyen helâk olmayacağını, kıyâmetin kopmayacağını ve eğer Allah'a döndürülürse mutlaka gideceği yerin bundan daha hayırlı bir yer olacağını sanan bostan sahibini de yermiştir.
Madem durum budur, o halde ibâdetlere dalan, günahlardan sakınan kul, Allah'tan nimetin tamamını beklemeye lâyıktır. Nimetin tamamı da ancak cennete girmekle elde edilir. Asi bir kimse ise tevbe eder, eski kusurlarını telafi ederse ancak o zaman tevbesinin kabul edilmesini bekleyebilir.
Günahı istemediği zaman, günah değil, sevap hoşuna gittiği zaman nefsini kınadığı, tevbeye meylettiği zaman tevbesinin kabulü için Allah'tan ümit beklemeye lâyıktır. Çünkü günahı hor görmesi ve tevbeye şiddetle taraftar olması tevbeye götürücü sebeplerdendir. Zaten ümit de sebeplerin hazırlanmasından sonradır.
Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda savaştılar, işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. (Bakara/218)
Yani onlar Allah'ın mağfiretini ummaya müstehak olurlar, fakat ayetten sadece ümitvar olmak kastedilmemiştir. Çünkü onlardan başkası da Allah'ın mağfiretini umarlar. Allahü teâlâ ümidi, müstehak olanlara tahsis etmiştir, Allah'ın hoşuna gitmeyen şeylere dalıp nefsini kınamayan ve tevbeye azimli olmayan bir kimseye gelince, onun ümidi çorak yere tohum ekip, o tohumu sulamayan ve yabani otları temizlemeyen bir kimsenin ümidi gibi ahmaklıktır.
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Benim katımda nedamet olmaksızın af ümidi ile günahlara dalmak gururun en büyüğüdür. İbadetsiz Allah'a yaklaşmayı ummak ateş tohumu serpip cennet ziraati beklemektir. Günahlarla iştigal edip itaat edenlerin mevkiini talep etmektir.
Amelsiz mükafat beklemektir. İfrata rağmen Allah'tan temennide bulunmaktır. Şair şöyle demiştir: 'Kurtuluşu umuyorsun, fakat kurtuluş yollarından yürümüyorsun. Muhakkak ki gemi karada yürümez'.
Recâ'nın hakikatini bildiğin zaman, onun birçok sebeplerin cereyanı ve ilmin meyvesi olduğunu anlarsın. Bu ise imkân nisbetinde diğer sebepleri yerine getirme gayretini doğurur. Çünkü tohumu güzel, arazisi temiz, suyu bol olan bir kimsenin ümidi doğru olur. Ümidin doğruluğu araziyi kontrol etmeye, yabani otları ayıklamaya zorlar. Hasat zamanına kadar asla bu vazifede kusur etmez. Çünkü recâ'nın zıddı ümitsizliktir. Ümitsizlik ise insanı çalışmaktan alıkoyar. Bu bakımdan arazinin çoraklığını, suya muhtaç olduğunu, tohumun bitmeyeceğini bilen bir kimse araziyi işlemeyi bırakır, bu yoldaki yorgunluğa da katlanmaz.
Ümit övülen bir şeydir. Çünkü teşvik edicidir. Ümitsizlik ise yerilmiştir. Ümidin tam zıddıdır. Çünkü çalışmaktan alıkoyar. Korku ise ümidin zıddı değildir. Aksine bahsi geleceği gibi onun arkadaşıdır. Zira korku da, haşyet yoluyla başka bir teşvikçidir. Ümidin rağbet yolu ile teşvikçi olduğu gibi.
Bu bakımdan ümit hali, her durumda gayret gösterip ibadetlere devam etmeyi gerektirir. Daima Allah'a yönelmekten duyulan zevk onun eserlerindendir.
Onun münâcatmdan edinilen nimet ona karşı yönelmekten gelen lütuf onun eserlerindendir; zira bu haller padişahlardan veya şahıslardan birşey uman herkeste de belirmelidir. O halde Allah'ın hakkında nasıl belirmez? Eğer burada belirmezse bununla recâ makamından mahrum olmaya gurur ve temenni hâline dair delil getirilsin.
Bu bakımdan recâ halinin beyanı ve recâ'nın meyve olarak verdiği ilmin ve ondan sezilen amelin beyanı budur.
Recâ'nın bu amelleri meyve olarak vereceğine delil Zeyd el-Hayl'in hadisidir; Zeyd el-Hayl Hazret-i Peygamber'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi: 'Senden Allah'ın irade ettiği ve irade etmediği kimselerin alâmetini sormaya geldim'. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: 'Sen nasıl sabahladın?' Zeyd 'Hayri ve hayır ehlini sever olduğum halde sabahladım. Hayırdan birşeye kudretim yettiği zaman onu hemen yapar, sevabına inandığım hayırdan birşey elimden kaçtığında üzülürüm ve onu isteyerek sabahlarım' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
İşte bu, Allah'ın hayır irade ettiği bir kimsedeki alâmetidir. Eğer Allah sana şer dileseydi seni ona hazırlardı. Sonra senin o derecelerin hangisinde helâk olacağına da kıymet vermezdi.
Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) , kendisi için hayır irade edilen kimselerin alâmetlerini zikretmektedir. Bu bakımdan kim bu alâmetler olmaksızın hayır irade edildiğine inanırsa, o kimse mağrurdur.
İkinci rükün şükredilecek nimetler hakkındadır.
Recâ ile amel, korku ile amelden daha yücedir; zira Allah katında kulların en sevimlisi Allah'ı en fazla sevendir. Sevgi ise, recâ ile galebe çalar. Bu, biri cezasından korkarak, diğeri de sevdiği için hizmet edilen iki hükümdarla ölçülebilir. Bu sırra binaen recâ ve güzel zan hakkında birçok terğıbler vârid olmuştur. Özellikle de ölüm vaktinde.
Sakın Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmayın! (Zümer/53)
Bu bakımdan Allahü teâlâ, ümitsizliği haram kılmıştır. Hazret-i Yakub'un haberlerinde vârid olmuştur ki Allahü teâlâ ona vahiy göndererek "Biliyor musun seninle Yûsuf'un arasını niçin ayırdım? Çünkü sen 'Siz gâfil olduğunuz bir durumdayken kurdun onu yemesinden korkuyorum' dedin. Neden kurttan korktun da benden ümidini kestin. Neden Yûsuf'un kardeşlerinin gafletini düşündün de benim Yûsuf'u koruyacağımı düşünmedin" dedi.
Sizden bir kimse Allah hakkındaki zannını düzelterek ölüme hazırlansın. 1
Allahü teâlâ (bir hadîs-i kudsî'de) şöyle buyurmaktadır:
Ben kulumun zannı üzereyim. Bu bakımdan kulum istediği şeyi zannedebilir. 2
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) ölüm sekeratında olan bir kişinin yanına girdi ve ona şöyle sordu:
-Kendini nasıl hissediyorsun?
-Günahlarımdan korktuğumu, rabbimin rahmetini umduğumu hissediyorum!
- Onların ikisi bu yerde (ölüm çağında) bir kulun kalbinde bir araya gelirse Allah o kula umduğunu verir ve onu korktuğundan emin kılar. 3
Hazret-i Ali 'Günahlarının çokluğundan korkarak ümitsizliğe kapılan bir kişiye şöyle dedi: 'Ey kişi, senin Allah'ın rahmetinden ümitsiz olman, günahlarından daha tehlikelidir'.
Süfyân es Sevrî şöyle demiştir: Kim bir günah işlerse ve Allah'ın o günahı affa kâdir olduğunu bilir ve Allah'ın affını dilerse, Allahü teâlâ o günahını bağışlar. Çünkü Allahü teâlâ bir kavmi kınayarak şöyle buyurmuştur:
İşte rabbinize karşı beslediğiniz bu zannınız sizi helâk etti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz. (Fussilet/23)
Bu (zan) gönüllerinizde süslendirildi, kötü zanda bulundunuz ve helâki hak eden bir kavim oldunuz. (Feth/12)
Allahü teâlâ kıyâmet gününde kuluna der ki: 'münkeri gördüğün halde onu reddetmekten seni meneden ne idi?' Eğer Allah o kuluna delilim telkin ederse, o kul der ki: 'Yarab, senin affını ümit ettim, halktan korktum (onun için) vazifemi yapmadım'. Allahü teâlâ 'Seni affettim' der. 4
Bir kişi halka borç verirdi, zengin borçlulara karşı müsamaha gösterir, fakirin borcundan vazgeçip affederdi. Bu kişi hayatında hiçbir güzel amel işlemediği halde Allah'ın huzuruna vardı. Allahü teâlâ ona 'Senin yaptığın benden daha fazla kime yakışır?' dedi ve onu, Allah hakkındaki güzel zannından ötürü affetti. Oysa o ibadet yönünden iflas etmişti.
Allah'ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden gizli ve âşikar sarfederler Asla ziyan etmeyecek bir ticaret (sevap) umarlar. (Fâtır/29)
Hazret-i Peygamber 'Eğer sizler benim bildiğimi bilseydiniz, muhakkak az güler çok ağlardınız. Tepelere çıkıp göğüslerinizi yumruklar ve rabbinize yalvarırdınız' deyince Cebrâîl indi ve şöyle dedi: "Rabbin sana 'Neden kullarımı ümitsizliğe düşürüyorsun?' diyor". Bunun üzerine Hazret-i Peygamber halkın huzuruna çıkıp onları Allah'ın rahmetine ümitlendirdi ve teşvik etti.
Allah Hazret-i Dâvud'a 'Beni sev, beni seveni sev ve beni halkına sevdir' diye vahiy gönderdiğinde Hazret-i Dâvud 'Yarab halkıma nasıl sevdireyim?' diye sordu. Allahü teâlâ da şöyle buyurdu:
Beni güzellikle zikret, benim nimetlerimi ve ihsanımı zikret, onlara bunu söyle; zira onlar benden ancak güzeli bilirler.
Eban b. Ebi Ayyaş rüya âleminde birisine göründü. O ölmeden önce ümit kapılarını açar, çokça zikrederdi. O kişiye dedi ki: 'Allah beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: 'Ümit kapılarını çokça zikretmeye seni teşvik eden ne idi?' Dedim ki: 'Seni kullarına sevdirmek istedim'. Allah da 'Seni affettim' dedi.
Ölümünden sonra Yahya b, Eksam rüya âleminde göründü. Ona denildi ki: 'Allah sana ne gibi bir muamele yaptı?' Dedi ki: 'Allah beni huzurunda durdurdu ve şöyle buyurdu: 'Ey fena ihtiyar, sen ne yaptın?' Beni bir korku tuttu. Sonra dedim ki: 'Yârab, ben seni bu şekilde halkına tanıtmadım'. Allahü teâlâ 'Benden nasıl bahsettin?' dedi. Dedim ki: "Abdürrezzak bana Muhammed'den, o da Zührî'den, o da Enes'den, o da senin peygamberinden, o da Cebrâîl'den rivâyet etti ki sen şöyle demişsin:
Ben kulumun zannı üzereyim. Bu bakımdan kul istediği şeyi benim hakkımda zannetsin.
Ben de senin hakkında bana azap etmeyeceğini zannediyordum". Bunun akabinde Allahü teâlâ şöyle buyurdu:
Cebrâîl doğru söylemiş, peygamberim doğru söylemiş, Zührî doğru söylemiş, Muhammed doğru söylemiş, Abdürrezzak doğru söylemiş ve sen de doğru söylüyorsun.
Bunun üzerine Allahü teâlâ tarafından bana cennet hulleleri giydirildi. Cennet vildanları önümde ta cennete kadar yürüdüler. Ben dedim ki: ' (Ey kavim!) Bu ne büyük bir sevinç, ne büyük mutluluktur'.
İsrailoğulları'ndan biri halkı ümitsiz eder, onlara fazlasıyla şiddet gösterirdi. Allahü teâlâ kıyâmet gününde ona şöyle dedi: 'Bugün seni, dünyada kullarımı rahmetimden ümitsiz bıraktığın gibi rahmetimden ümitsiz kılacağım'. 5
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir kişi cehenneme girer, orada bin sene durup ya Hannân, ya Mennân diye bağırır. Allahü teâlâ Cebrâîl'e der ki: 'Git bana kulumu getir'. Kul getirilir, Allah'ın huzurunda durdurulur. Allahü teâlâ kula, 'Yerini nasıl buldun?' diye sorar. Kul da 'Çok kötü bir yer olarak buldum' der. Allahü teâlâ 'Bu kulu geriye götürün' emrini verir. Kul hem yürür, hem de dönüp arkasına bakar. Allahü teâlâ 'Sen niye dönüp bakıyorsun?' deyince, kul 'Beni oradan çıkardıktan sonra bir daha oraya geri göndermeyeceğini ümit etmiştim' der. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurur: 'Onu cennete götürün'. 6
Bu hadîs o kulun ümidinin, onun kurtuluşunun sebebi olduğuna delâlet eder.
Allahü teâlâ'dan lütfü ve keremi ile hüsn-ü tevfîkini dileriz!
1) Müslim
2) İbn Hibbaıı
3) Tirmizî
4) Müslim
5) Beyhâkî
6) Eeyhâkî
33-2
Ümit ile Tedâvi
İki sınıf insan, ümit ile tedaviye muhtaçtır. Bunlardan biri ümitsizliğe düşüp ibadeti terkeden, diğeri de fazla korkuya kapılıp kendisine ve ailesine zarar verecek şekilde ibadete dalan kişidir. Bunların ikisi de itidâlden ayrılmış olup ifrat ve tefride kaymışlardır. Bunların kendilerini itidâle sevkedecek tedaviye ihtiyaçları vardır.
Mağrur olan, ibâdetten yüz çevirmesine rağmen Allah'tan birçok şey temenni eden ve günahlara dalan âsi için ümidin ilâçları helâk edici zehir olur. O ilâçlar soğukluğun kendisine geldiği bir kimse için şifa olan balın yerine geçer. Oysa o bal hararete mağlup olan bir kimse için öldürücü zehirdir. Mağrur için sadece korkuyu gerektiren ilaçlar kullanılır. İşte bunun için halk vaizinin lütufkâr olması, illetlere bakması, illeti arttıran ilâçla zıddını tedavi etmesi gerekir; zira maksat sıfatlar ve ahlâkların tamamında adalet ve itidâldir. İşlerin hayırlısı itidâlli olandır.
Ne zaman itidâlden kayarsa onu itidâle çevirecek şekilde tedavi etmek gerekir. İtidâlden daha fazla uzaklaştıran ilâçla tedavi edilmemelidir. Bu zaman öyle bir zamandır ki o zamanda halka ümit vermek uygun değildir. Korkutmakta mübalağa etmek de onları hak caddesine ve doğruluk yollarına çeviremeyebilir.
Fakat ümit vermek onları tamamen helâk eder. Fakat kalplere daha hafif ve nefisler katında daha lezzetli olduğu için ve vaizlerin de hedefleri zaten kalpleri celbetmek, halkı nasıl olursa olsun lehlerinde konuşturmaktan başka birşey olmadığı için vaizler bol bol ümit vermeye meylettiler. Öyle ki alabildiğine fesad çoğaldı, hatta alabildiğine tuğyana dalanlar arttı.
Nitekim Hazret-i Ali Âlim ancak o kimsedir ki halkı Allah'ın rahmetinden ümitsiz kılmadığı gibi azabından da emin kılmaz' demiştir.
Biz Kitab'a ve Sünnete uyarak ümitsizliğe düşeni ve fazla korkuya kapılanı bu çıkmazdan kurtarmak için recâ ve ümit'in sebeplerini zikredeceğiz. Kitap ve Sünnet ümit ve korkuyu kapsamaktadır. Çünkü onlar her çeşit hasta hakkında şifanın sebeplerini toplamıştır.
Amaç, peygamberlerin vârisleri olan âlimlerin ihtiyaca göre halkı bunlarla tedavi etmeleridir. Fakat reçeteyi verirken her ilacın her hastalığa şifa olduğunu sanan ahmaklar gibi değil, uzman doktor gibi olmalıdır. Recâ hali iki şeyle mûtedil olur: Onlardan biri ibret almak, ikincisi ise âyet, hadîs ve eserleri araştırmaktır. İbret almak, Şükür bölümünde nimet sınıfları hakkında zikrettiklerimizin tümünü düşünmek demektir.
O zaman, Allah'ın kullarına dünyada vermiş olduğu nimetlerinin incelikleri, insan fıtratında gözettiği hikmetlerin acaiplikleri bilinir. Dünyada insan varlığının devamında zarurî olan her şeyi; gıda aletleri, muhtaç olduğu parmak ve tırnaklar, zîneti için kaşların kavisli olması, göz renklerinin değişikliği, dudakların kırmızılığı ve yok olması ile bir gayenin değil, ancak güzellik meziyetinin ortadan kalkacağı başka şeyleri bilir.
Dolayısıyla insan ilâhî inayetin bu inceliklerin benzerlerinde kullardan esirgenmediğini, hatta kullar için zînet ve ihtiyaçtaki meziyetlerin yokluğuna bile rıza göstermediğini anlar. İlâhî inayet onları ebedî helâke sevketmeye nasıl razı olabilir? Aksine insan şifa verici bir bakışla baktığı zaman bilir ki halkın çoğu için daha dünyada saadetin sebepleri hazırlanmıştır. Hatta halkın çoğu kendisine 'Ölümden sonra azap görmeyeceksin veya asla dirilmeyeceksin!' denilse bile yine de ölümü hoş görmez.
Bu bakımdan onların yokluğu hor görmeleri, nimetin sebeplerinin daha çok olmasından ileri gelir. Ölümü temenni eden pek azdır. Sonra o temenni eden de ancak zor durumda kaldığında ölümü temenni eder.
Madem halkın çoğunun dünyadaki galip olan hali hayır ve selâmettir. Öyle ise Allah'ın sünnetinin değiştiğini görmezsin. Bu bakımdan âhiret işi de böyle olur. Çünkü dünya ve âhireti tedvir eden Bir'dir. O gafur, rahîm ve kulları için latîfdir. Onlara merhamet edicidir. Bu durum hakkı ile düşünüldüğü zaman, bu düşünce ile recâ'nın sebepleri kuvvet bulur.
Şeriatın hikmetine, dünya maslahatları hakkındaki teşriine ve onunla kullara rahmet etmesinin yönüne bakmak da ibrettir.
Hatta Âriflerden biri Bakara sûresindeki müdâyene (borçlanma) ayetini ümit sebeplerinin en kuvvetlisi olarak görürdü. Kendisine denildi ki: 'Bu ayette ümidin nesi var?' Cevap olarak dedi ki: 'Dünyanın tamamı azdır, İnsan oğlunun dünyadaki rızkı azdır. Borç ise rızıktan daha az birşeydir. Allahü teâlâ'nın borç hakkında en uzun ayetini indirip bununla kulunu dininin korunmasındaki itiyad yoluna nasıl irşad ettiğine dikkat et!' O. halde Allahü teâlâ (dünya ve âhiretinde) kulun hiçbir karşılığı kendisinden olmayan dinini nasıl korumaz.
İkincisi, ayetleri ve hadîsleri tedkik etmektir. Bu bakımdan ümit hakkındaki vârid olanlar sayılmayacak kadar çoktur.
Âyet-i Kerîmeler
De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım. Allah'ın rahmetinden ümidi kesmeyin. Allah bütün günahları mağfiret buyurur. Şüphesiz ki O, gafûr ve rahim'dir. (Zümer/53)
Hazret-i Peygamber bu âyeti okuduğunda 'O perva etmez, çünkü o gafûr ve rahimdir'7 demiştir.
Melekler rablerini hamd ile tesbih ederler; yeryüzünde bulunanlar için de mağfiret dilerler. (Şûrâ/5)
Allahü teâlâ ateşi düşmanlarına hazırladığını, ancak onunla dostlarını korkuttuğunu haber vermiştir.
O kâfirlerin üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da ateşten tabakalar var. İşte Allah kullarını bundan korkutuyor. (Zümer/16)
Kâfirler için hazırlanan ateşten sakının! (Âl-i İmrân/131)
Ben sizi, alevlendikçe alevlenen bir ateşe karşı uyardım. Ona ancak bedbaht kimse girer. O ki yalanladı ve döndü. (Leyl/14-15-16)
Şüphesiz rabbin, insanların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir. (Ra'd/6)
Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) ümmeti hakkında Allah'tan (rahmet) istediği ve ona 'Sen hâlâ razı olmuyor musun, senin üzerine şu âyet inmiştir' dendiği söylenmiştir.
Şüphesiz rabbin, insanların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir. (Ra'd/6) .
Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın! (Duhâ/5)
Bu ayetin tefsiri sadedinde 'Ümmetinden bir tek kişi cehennemde oldukça Muhammed razı olmaz' denilmiştir. Ebû Cafer Muhammed b. Ali derdi ki: Siz (Irak halkı) diyorsunuz ki Allah'ın kitabında en ümit verici âyet şu ayettir:
De ki: Ey nefislerine karşı haddi aşmış kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret buyurur. Şüphesiz ki O, gafûrdur (çok bağışlayıcıdır) , rahimdir (çok merhametlidir) .
Oysa biz ehl-i beyt deriz ki Kur'ân'da en ümit verici âyet, şu ayettir:
Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın! (Duhâ/5)
Hadîsler
Ebû Musa, Hazret-i Peygamber'den şöyle rivâyet etmektedir:
Benim ümmetime rahmet edilmiştir. Âhirette ümmetime azap yoktur, Allahü teâlâ ümmetimin azabını dünyâda zelzelelerle ve fitnelerle vermiştir. Kıyâmet günü olduğu zaman ümmetimin her birine kitab ehlinden biri teslim edilir ve denir ki 'Bu kişi senin ateşten azat edilmen için sana fedadır'. 8
Bu ümmetin her biri bir yahûdî veya hristiyanı cehenneme götürür ve der ki: 'Bu benim ateşten azat edilmemin karşılığıdır'. O getirilen hristiyan veya yahûdî ateşe atılır. 9
Sıtma, cehennemin nefesindendir. Bu bakımdan sıtma Mü'minin ateşten olan nasibidir. 10
Allah'ın peygamberleri ve onunla beraber îman edenleri utandırmayacağı günde. . (Tahrim/8)
Bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak rivâyet ediliyor ki Allahü teâlâ peygamberine vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
"Senin ümmetinin hesabını sana havale ederim'. Peygamber 'Hayır yarabbi, bana havale etme. (Çünkü) sen benden onlara daha şefkatli ve merhametlisin' dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurdu: 'ınadem durum budur, seni onlar hususunda utandırmayacağız'. 11
Enes'ten rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber, ümmetinin günahları hakkında Allahü teâlâ'dan af dileğinde şöyle demiştir:
Ey rabbim! Onların hesaplarını bana tevdî et ki benden başkası onların kusurlarına muttali olmasın!
Bunun üzerine Allahü teâlâ ona vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:
Onlar senin ümmetindir, (Fakat) benim kullarımdır. Onlar için senden daha merhametliyim. Onların hesabını başkasına vermem ki ne sen, ne de başkası onların günahlarına muttali olmayasınız. 12
Benim hayatım sizin için hayırlıdır. Ölümüm (de) sizin için hayırlıdır. Hayatıma gelince, ben sizlere ilâhî emir ve prensipleri getirip tebliğ ediyorum. Ölümüme gelince, sizin amelleriniz bana arzolunacaktır. Onların içinde bir iyilik görürsem ondan dolayı Allah'a hamdederim. . O ameller içerisinde bir kötülük görürsem, sizler için Allah'tan af talep ederim. 13
Hazret-i Peygamber 'Ya Kerîm'ul-Afiv (ey kerem sahibi affedici!) ' diye Allah'ı çağırınca, Cebrâîl 'Sen Kerîm'ul-Afiv'in tefsirini biliyor musun? Eğer O rahmetiyle günahları affederse, keremiyle onların yerine sevapları yerleştirir'dedi. 14
Hazret-i Peygamber bir kişinin şöyle dediğini duydu: 'Ey Allahım! Ben senden nimetinin tamamını isterim'. Hazret-i Peygamber ona 'Sen nimetin tamamının ne olduğunu biliyor musun?' dedi. O Hayır!' dedi. Hazret-i Peygamber 'O, cennete girmek demektir' buyurdu. 15
Âlimler dediler ki: Allahü teâlâ, bize islâm dinin seçmek sûretiyle nimetini tamamlamış bulunuyor; zira Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçtim. (Maide/3)
Kul bir günah işleyip Allah'tan af talep ettiğinde, Allahü teâlâ meleklerine şöyle der: 'Kuluma bakınız! Bir günah işledi ve kendisinin günahları affeden ve günahtan dolayı azap eden bir rabbi olduğunu hatırladı. Ben sizi şahid tutarım ki onu affettim. 16
Eğer kul, günahları göklere varıncaya kadar günah işlese, benden af dilediği ve umduğu müddetçe o günahlarını affederim. 17
Eğer kulum yeryüzü dolusu günah ile benim huzuruma gelse, ben de yeryüzü dolusu af ile onu karşılarım. 18
Kul günah işlediği zaman melek altı saat yazmaz. Eğer kul tevbe edip af talebinde bulunursa, o günahı onun defterine hiç yazmaz. Eğer tevbe etmezse tek bir günah olarak defterine yazar. 19
Melek, günahı kulun defterine yazdığı zaman, kul bir amel işlerse, sağ taraftaki melek sol taraftaki meleğin âmiri olduğu için ona der ki: 'Onun işlemiş olduğu bu günahı at ki ben de onun hasenelerinin on katından birini atayım ve dokuz hasenesini de onun için yazayım'. Böylece o günah kulun defterinden atılmış olur.
Enes'in rivâyet ettiği bir hadiste ki Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kul bir günah işlediği zaman defterine yazılır. Bunun üzerine bir bedevî şöyle sordu:
- O günahtan tevbe ederse yine de mi yazılır?
- O zaman defterinden o günah silinir!
- Eğer tekrar o günahı işlerse. . .
- Defterine yazılır!
- Eğer tevbe ederse. . .
- Defterinden silinir!
- Bu ne zamana kadar böyle devam eder?
-Kul, af talep edip Allah'a tevbe edinceye kadar devam eder. Çünkü kul affı talep etmekten usanmadıkça Allah affetmekten usanmaz. Kul bir sevabı işlemek isterse, sağ taraftaki melek, o daha sevap işlemeden önce onun niyetini sevap olarak kaydeder. Eğer sevabı işlerse, on sevap olarak kaydolunur. Allahü teâlâ onu yediyüz kata kadar çıkarır. Kul bir günah işlemeyi kasdettiği zaman defterine yazılmaz. Onu işlediği zaman bir tek günah olarak yazılır. Fakat o günahın arkasında Allahü teâlâ'nın güzel affı vardır. 20
Bir kişi Hazret-i Peygamber'in huzuruna gelerek şöyle dedi:
Ey Allah'ın Rasûlü! Ben sadece ramazan orucunu tutuyorum. Ondan fazlasını tutmam. Beş vakit namazdan fazla namaz kılmam. Malımda Allah'ın sadaka ve haccı yoktur. Öldüğüm zaman ben nerede olurum?
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber tebessüm ederek şöyle buyurmuştur:
Evet! Benimle beraber olursun, eğer kalbini hile ve hasedden; dilini gıybet ve yalandan; gözünü Allah'ın haram kıldığına bakmak ve o gözlerle bir müslümanı hafife almaktan korursan, benim beraberimde cennete girersin. 21
Enes'in rivâyet ettiği uzun bir hadiste vârid olduğuna göre, bir bedevî şöyle dedi:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Mahlukâtın hesabını kim görecek?
- Allahü teâlâ görecektir!
- Bizzat Allah mı görecektir?
- Evet!
Bunun üzerine bedevî tebessüm etti. Hazret-i Peygamber bedevîye şöyle sordu:
- Ey bedevî! Neden güldün!
- Kerîm, kudreti yettiği zaman affeder. Hesaba başladığı zaman müsamaha gösteri kolaylaştırır.
Bu söze binaen, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bedevî doğru söyledi! İyi bilin ki Allah'tan daha kerîm olan biri yoktur. Allahü teâlâ kerîmlerin en kerîmidir.
Bunu söyledikten sonra 'Bedevî bunu anladı' dedi. 22
Allahü teâlâ, Kâbe'yi şereflendirdi ve yüceltti. Eğer bir kul onu taş taş yıksa, sonra yaksa, o kimsenin günahı Allah'ın velî kullarından biriyle istihfaf edenin günahına yetişmez.
Bedevî dedi ki: 'Allah'ın velî kulları da kimlerdir?' Hazret-i Peygamber 'mü'minlerin tümü Allah'ın velî kullarıdır. Ey bedevî! Sen Allahü teâlâ'nın şu ayetini işitmedin mi?' dedi.
Allah îman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. (Bakara/257)
Bazı hadîslerde şöyle vârid olmuştur:
Mü'min kişi Kâbe'den daha üstündür. 23
Mü'min temiz ve tahirdir. 24
Mü'min Allah katında meleklerden daha kıymetlidir. 25
Allahü teâlâ, cehennemi, rahmetinin faziletinden bir kamçı olarak yarattı. Onunla kullarını cennete sevkeder. 26
Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
insanları benden kâr etsinler diye yarattım. Onların sırtından kâr edeyim diye yaratmadım,27
Ebû Said el-Hudrî'nin rivâyetine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah'ın yarattığı hiçbir şey yoktur ki ona galip gelecek birşey yaratmış olmasın. Rahmetini de öfkesine galip gelecek şekilde yaratmıştır. 28
Allahü teâlâ, halkı yaratmadan önce 'rahmetim öfkemi geçmiştir' diye kendi üzerine rahmeti yazmıştır. 29
Muaz b. Cebel ve Enes b. Mâlik'ten şöyle rivâyet ediliyor: Kim 'Lâ ilâhe illâllah' derse cennete girer. 30
Kimin konuşmasının sonu 'lâ ilâhe illâllah' ise ateş onu yakmaz. 31
Kim Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadığı halde Allah'ın huzuruna varırsa, ateş ona haram olur. 32
Kalbinde zerre kadar îmanı olan ateşe (ebedî kalmak üzere) girmez. 33
Eğer kâfir Allah'ın rahmetinin genişliğini bilseydi, Allah'ın cennetinden ümitsiz olmazdı. 34
Çünkü saatin (kıyâmetin) sarsıntısı gerçekten korkunç bir şeydir. (Hacc/l)
Hazret-i Peygamber bu âyeti okuduğu zaman şöyle buyurmuştur:
Bunun hangi gün olduğunu biliyor musunuz? Bu o gündür ki Âdem'e 'Kalk! Zürriyyetinden ateşe gidecek grubu gönder!' denir. Âdem 'Onlar ne kadardır?' diye sorunca, Âdem'e 'Her bin kişiden, dokuzyüz doksandokuzu cehenneme girecektir' denir.
Bu söz üzerine, Hazret-i Peygamber'i dinleyenler, dehşete kapılıp ağlamaya başladılar. Bütün gün meşgul olup amel etmez oldular. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber yanlarına çıkıp 'Neden amel etmiyorsunuz?' dedi. Dediler ki: 'Bunu bize söyledikten sonra kim amelle meşgul olur?'
Hazret-i Peygamber şöyle dedi: Siz ümmetler arasında ne kadarsınız ki? Tavil, Taris, Mensik, Ye'cüc ve Me'cüc nerededirler? Bunlar Allah'tan başka sayıları bilinmeyecek ümmetlerdir. Siz ancak diğer ümmetler arasında siyah öküzün derisindeki beyaz kıl gibisiniz. Yürüyen hayvanın ön ayağındaki nişan gibisiniz. 35
Hazret-i Peygamberin halkı nasıl korku kamçısı ve ümit gemiyle Allah'a doğru sevkettiğine dikkat et! Zira önce onları korku kamçısıyla sevketti. Sonra bu korku onları normal hududların dışına çıkarıp ye'se düşürdüğü zaman, Hazret-i Peygamber onları ümit ilâcıyla tedavi etti.
Onları itidale çevirdi. Bu sonuncusu, birincisine zıd değildir. Fakat Hazret-i Peygamber birincisinde 'Şifaya sebep olacağını' gördüğü şeyi zikretti ve sadece onunla yetindi. Onlar ümitle tedavi edilmeye muhtaç olduklarında işin tamamını onlara söyledi. Bu bakımdan vâizin yapması gereken vazife, vâizlerin efendisine uymaktır. Öyleyse vâiz, korku ve ümit hakkında vârid olan hadîsleri kullanırken kalp hastalıklarını tesbit ettikten sonra ihtiyaca göre hassas davranmalıdır. Eğer vâiz buna riayet etmezse, ifsad ettiği ıslah ettiğinden fazla olur!
Eğer siz günah işlememiş olsaydınız, Allah, affetmek için günah işleyen bir halk yaratırdı. 30
Sizi götürüp, affetmek için yerinize başka bir halk getirirdi. Muhakkak ki Allah çokça affeden ve çokça merhamet edendir.
Eğer siz günah işlememiş olsaydınız, günahtan daha şerli bir şeyin başınıza gelmesinden korkardım! Denildi ki: 'O nedir?' Şöyle cevap verdi: 'Ucub (nefsini beğenmek) tir'. 37
Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun! Mü'min kulu hakkında Allah, şefkatli annenin evladına merhametinden daha fazla merhametlidir. 38
Allah kıyâmet gününde öyle bir af ilan eder ki o af, hiç kimsenin kalbine bir an bile gelmiş değildir. Hatta İblis bile, kendisine isabet eder ümidiyle o affa uzanır. 39
Allah'ın yüz rahmeti vardır. Onlardan doksan dokuzunu bekletmiştir. O yüz rahmetten bir tanesini, dünyada göstermiştir. Halk birbirine o rahmetle rahmeder. Bu nedenle ana evladına şefkat gösterir. Kıyâmet günü geldiği zaman, bu rahmetini de o doksan dokuz rahmete ekler, sonra hepsini bütün halkın üzerine yayar. O rahmetin her biri, gökler ve yer dolusu kadardır.
Râvi dedi ki: 'O halde, o günde, Allah'ın katında ancak helâk olmuş bir kimse helâk olur!'40
Sizden hiçbir kimse yoktur ki ameli onu cennete soksun veya onu ateşten kurtarsın.
- Sen de mi?
- Ben de! Ancak Allah'ın rahmeti beni örtmüştür. 41
Amel edin! Müjde verin. Bilin ki hiçbir kimseyi ameli kurtaramaz. 42
Ben şefaatimi ümmetimden büyük günah işleyenlere sakladım. Siz o şefaatin, muttaki ve itaatkar kimseler için olduğunu mu sanıyorsunuz? Aksine o şefaat, mülevves olmuş günahkâr kimseler içindir. 43
Ben kolay, geniş ve bâtıldan hakka yönelmiş bir dinle gönderildim. 44
İki kitabın (İncil ve Tevrat) ehlinin bizim dinimizde semahat (genişlik) olduğunu bilmelerini istiyorum. 45
Bu hadîsin mânâsına, Allahü teâlâ'nın Mü'min kullarının şu dileklerini kabul etmesi delâlet eder:
Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! (Bakara/286)
Üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. (A'raf/157)
Muhammed b. Hanefiyye46 Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet eder: 'Veya güzel muamelede bulun!' (Hicr/85) âyeti nazil olduğu zaman, Hazret-i Peygamber, Cebrâîl'e şöyle sordu:
- Ey Cebrâîl! Ayette bahsi geçen safh-ı cemil (güzel muamele)
ne demektir?
- Sana zulmedeni affettiğin zaman onu kınama!
- Ey Cebrâîl! Allahü teâlâ affettiği kulunu kınamaktan yücedir.
Bunun üzerine Cebrâîl de, Hazret-i Peygamber da ağladılar. Allah onların ikisine Mîkâil'i gönderdi. Mikâil dedi ki:
Rabbiniz size selâm ediyor ve diyor ki: 'Affettiğim kimseyi nasıl kınarım? Bu benim keremime yakışmayan birşeydir'. 47
Recâ'nın sebepleri hakkında vârid olan haberler sayılmayacak kadar çoktur.
7) Tirmizî
8) Ebû Dâvud
9) Müslim, (Ebû Musa'dan)
10) İmâm-ı Ahmed .
11) İbn Eb'id-Dünya
12) Irâkî hadisin aslına rastlamadığını söylemiştir.
13) Bezzâr
14) Irâkî bu konuşmanın Hazret-i Peygamber ile değil, Hazret-i İbrahim ile Cebrâîl arasında geçtiğinin rivâyet edildiğini gördüğünü söylemiştir.
15) Daha önce geçmişti.
16) Müslim, Buhârî
17) Tirmizî
18) Müslim
19) Beyhâkî, Şuab
20) Beyhâkî
21) Daha önce geçmişti.
22) Irâkî rivâyetin aslını görmediğini söylemiştir.
23) İbn Mâce
24) Müslim, Buhârî
25) İbn Mâce
26) Irâkî rivâyetin aslını görmediğim söylemiştir.
27) Irâkî rivâyetin aslını görmediğini söylemiştir.
28) İbn Hıbbân
29) Müslim, Buhârî
30) Taberânî
31) Ebû Dâvud, Hâkim
32) İmâm-ı Ahmed
33) İmâm-ı Ahmed
34) Müslim, Buhârî
35) Tirmizî, (İmrân b. Hüseyin'den)
36) Müslim
37) Bezzâr, İbn Hıbbân
38) Müslim, Buhârî
39) İbn Eb'id-Dünya
40) İbn Eb'id-Dünya
41) Müslim, Buhârî
42) Müslim, Buhârî
43) Daha önce geçmişti.
44) İmâm-ı Ahmed
45) Ebû Ubeyde, İmâm-ı Ahmed
33-3
Hazret-i Ali şöyle demiştir: 'Kim bir günah işler, Allah da dünyada onun günahını örterse, Allah o örtüyü kıyâmette kaldırmaktan yücedir. Kim bir günah işlerse, dünyada onun cezasını görürse, âhirette ikinci bir defa kulundan intikam almaktan Allah yücedir'.
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Ben hesabımın anama babama bile havale edilmesini istemem. Çünkü Allah'ın onlardan bana daha merhametli olduğunu biliyorum'.
Seleften biri şöyle demiştir: 'mü'min Allah'a isyan ettiği zaman, Allahü teâlâ onu, görüp aleyhinde şahidlik yapmasınlar diye meleklerin gözünden gizler'.
Muhammed b. Mus'ab,48 Esved b. Sâlim'e kendi hattıyla (şunları) yazdı: Kul, nefsi hakkında israfçı olduğu zaman, ellerini kaldırıp yarabbi der. Melekler onun sesini perdeler. İkinci veüçüncü defa da böyle olur. Hatta kul, dördüncü defa da yarabbi deyince, Allahü teâlâ şöyle buyurur:
(Ey Melekler!) Ne zamana kadar kulumun sesinin bana gelmesini engelleyeceksiniz? Kulum benden başka günahları affeden rab olmadığını bilmiştir. O halde onu affettiğime dair sizi şahid tutuyorum!
İbrahim b. Edhem şöyle dedi: Bir gece Kâbe'yi tenha bulup tavaf etmek istedim. O gece yağmurlu ve karanlıktı. Multezem'de kapının yanında durdum ve şöyle dedim: 'Yarab! Günah işlememem için beni masum kıl!' Bunun üzerine, Kâbe'den bana şöyle seslenildi: 'Ey İbrahim! Sen benden ismet istiyorsun. Bütün Mü'min kullarım benden ismet istiyorlar! Onları da masum kıldığım zaman, kime fazilet yapar ve kimi affederim?'
Hasan-ı Basrî şöyle dedi: 'Eğer Mü'min günah işlememiş olsaydı, göklerin melekûtunda seyre çıkardı. Fakat Allahü teâlâ, günahlarla onu alıkoydu'.
Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: 'Eğer keremden bir göz belirirse, günahkârları sevap işleyenlere ilhak eder'.
Mâlik b. Dinar, Eban'a rastladı ve ona dedi ki: 'Ne zamana kadar halka ruhsatları söyleyeceğiz?' Eban 'Ey Ebû Yahya! Ben kıyâmet gününde senin şu abanı sevinçten deldirecek kadar Allah'ın affından faydalanacağını ümit ediyorum!'
Rıbî b. Hıraş kardeşinden rivâyet ettiği hadîste dedi ki: "Kardeşim vefat ettiği zaman bir elbise ile örtüldü. Onu teneşirin üzerine getirdik. Elbiseyi yüzünden kaldırıp kalkıp oturdu ve şöyle dedi: 'Rabbimin huzuruna vardım. Beni 'rev ve reyhan' ile karşıladı. Rabbim öfkeli değildi. Ben işi sizin zannettiğinizden daha kolay gördüm. Bu bakımdan gevşemeyin. Muhammed, ashâbıyla beraber onlara dönüp gitmemi bekliyor'. 49 Sonra kendiliğinden teneşirin üzerine uzandı. Sanki leğene düşen bir taş gibi oldu. Böylece onu götürüp defnettik".
İsrâîl oğulları'ndan iki kişi Allah yolunda kardeş oldu. Biri kendi aleyhinde çok israfçı, diğeri âbid idi. Abid, ona vaaz eder, onu haramdan sakındırırdı. O da âbide derdi ki: 'Beni rabbimle başbaşa bırak! Sen beni kontrol edici olarak mı gönderildin?!' Âbid onu büyük bir günah işlerken görünceye kadar dostluğuna devam etti. Fakat o zaman âbid öfkelenip şöyle dedi: 'Allah seni affetmeyecek!'
Râvî der ki: Allahü teâlâ kıyâmet gününde 'Benim rahmetimi kullarımdan menetmeye kimin gücü yeter? Ey nefsine israf eden! Sen git! Seni affettim!' der. Sonra Allahü teâlâ, âbide der ki: 'Sana cehennemi vâcib kıldım'.
Hazret-i Peygamber der ki: 'Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim. Âbid kişi öyle bir söz söyledi ki hem dünyasını, hem de âhiretini yok etti'.
Yine rivâyet ediliyor ki hırsızın biri, İsrâîl oğulları arasında kırk sene yol kesicilik yaptı. Hazret-i Îsa onun yanından geçti. Hazret-i Îsa'nın peşinde havarilerden bir âbid vardı. Hırsız içinden 'Bu geçen Allah'ın peygamberidir. Yanında bir havarisi de var. Ben de inip onların beraberinde üçüncüsü olursam ne güzel olur!' dedi. Bunun üzerine inip havariye yaklaştı.
Fakat havarinin büyüklüğünden nefsini ona yakın olmaya lâyık görmedi ve içinden 'Benim gibi bir hırsız bir âbidin yanında yürümez' dedi. Havari onun gelişini hissetti ve içinden şöyle dedi: 'Benim yanımda bu hırsız mı yürüyor?' Bunun üzerine havari, Hazret-i Îsa'nın yanına varıp onunla beraber yürümeye başladı. Hırsız arkada kaldı. Bu manzara karşısında Allahü teâlâ, Îsa kuluna şöyle vahyetti: 'Onların ikisine söyle! İkisi de yeni baştan amel etmeye başlasınlar. İkisinin de geçmiş amellerini yaktım! Havari kibre kapıldığından dolayı onun sevaplarını yaktım. Diğerine gelince, nefsini hakir gördüğünden dolayı günahlarını yaktım'. Bunun üzerine Îsa, o hırsızı yanına aldı ve onu havarilerinin arasına kattı.
Mesruk'tan şöyle rivâyet ediliyor: Peygamberlerden biri, secde halinde iken âsilerden biri gelip boynuna bastı. Öyle ki taşlar mübarek alnına battı. O peygamber öfkeli olarak başını secdeden kaldırdı ve şöyle dedi: 'Git! Allah seni affetmesin'. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle vahiy gönderip 'Sen kullarım hakkında bana yemin mi veriyorsun? Onları (affetmememi benden talep mi ediyorsun?) Muhakkak ki ben onu affettim' dedi. Mânâ bakımından, İbn-i Abbâs'dan rivâyet edilen şu eser de buna yakındır: Hazret-i Peygamber, müşrikler aleyhinde kunut okur, namazında onlara lanet ederdi. Bunun üzerine şu âyet indi:
O konuda senin yapacağın birşey yoktur!. (Âl-i İmrân/128)
Bundan sonra, Hazret-i Peygamber onlara beddua etmeyi terketti. Allahü teâlâ da o insanları İslâm'a hidayet etti.
Âbidlerden iki kişi ibâdette eşit idiler. Bunlar cennete girdikleri zaman, biri derecesiyle arkadaşından daha yüksek olur. Derecesi az olan 'Yarab! Bu arkadaş, ibâdet bakımından dünyada benden daha üstün değildi. Oysa sen onu illiyyîn de benden üstün kıldın?' der. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurur:
O dünyada benden yüksek dereceleri, sen ise ateşten kurtulmayı istiyordun! Bunun için her kula istediğni verdim.
Bu rivâyet ümit edenin korkandan daha yüksek olduğuna delâlet eder.
Padişahlar nezdinde, cezasından korkarak hizmet eden ile nimet ve ikramını umarak hizmet edenin arasında çok fark vardır. Bu sırra binaen Allahü teâlâ Mü'min kullarına güzel zannı emretmiştir.
Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Allah'tan yüce dereceleri isteyin! Çünkü siz kerîm olandan istiyorsunuz. Allah'tan istediğiniz zaman en yüce Firdevs'i isteyiniz; zira Allah'a hiçbir şey büyük gelmez.
Bekir es-Sevvaf b. Selim50 şöyle demiştir: "Biz Mâlik b. Enes'in huzuruna öleceği gece girdik ve dedik ki: 'Ey Ebû Abdullah! Kendini nasıl hissediyorsun?' Mâlik 'Ne söyleyeceğimi bilmiyorum! Sizler, Allah'ın affından o kadar faydalanacaksınız ki o kadarı aklınızdan bile geçmez!' dedi. Sonra biz Mâlik'in -gözlerini kapatmcaya kadar yanından ayrılmadık".
Yahya b. Muaz münâcatında Günahlarla olan ümidim, amellerle olan ümidime nerdeyse galip gelecektir. Çünkü amellerde ihlasa itimat ediyorum. Ben ki afetle marufum, onu nasıl koruyabilirim? Günahta ise kendimi senin affına güvenmiş görüyorum. Sen ki cömertlikle mevsufsun, onu nasıl affetmezsin?' demiştir.
Bir mecusî, Hazret-i İbrahim'den misafir edilmesini istedi. Hazret-i İbrahim 'Eğer müslüman olursan seni misafir ederim' dedi. Bunun üzerine mecusî gitti. Bundan dolayı Allahü teâlâ Hazret-i İbrahim'e vahyederek şöyle buyurdu:
Ey İbrahim! Neden ona dinini değiştirmeden yedirmedin. Oysa ben yetmiş seneden beri onun küfrüne rağmen kendisine yediririm. Eğer onu bir gece misafir etseydin ne zararın olurdu?
Bu vahiyden sonra İbrahim, mecusînin ardına düştü. Onu çevirip misafir etti. Mecusî İbrahim'e 'Senin bu şekilde hareket etmenin sebebi nedir?'dedi. İbrahim, hâdiseyi olduğu gibi mecusîye anlattı. Mecusî hadiseyi dinledikten sonra 'Allah bana böyle mi muamele yapıyor?' deyip sonra İbrahim'e 'Bana İslâm dinini telkin et'dedi ve müslüman oldu.
Üstad Ebû Sehl es-Salukî, Ebû Sehl Züccacî'yi rüyasında gördü. Rüyada görülen zat, ebedî vaîde kaail idi. Salukî, ona "Senin durumun nasıl oldu?' diye sordu. Züccacî 'Durumu zannettiğimizden daha kolay buldum' dedi. Bir kişi Ebû es-Sehl Salukî'yi öldükten sonra, rüya âleminde son derece güzel bir durumda gördü ve şöyle sordu: 'Ey üstad! Ne ile bu dereceye vardın?' Salukî 'Rabbim hakkındaki güzel zannımla bu mertebeye vardım' dedi.
Hikâye ediliyor ki Ebû Abbas b. Atâ Sureye, ölüm hastalığında rüyasında kıyâmetin koptuğunu ve Allah'ın Âlimler nerededir?' dediğini ve o anda âlimlerin geldiğini ve Allah'ın onlara 'Dünyada öğrendiğinizi nasıl kullandınız ve onunla nasıl amel ettiniz?' dediğini ve onların da 'Ey rabbimiz! Kusur ettik ve kötülük işledik' dediklerini, Allahü teâlâ'nın verilen cevaba razı olmamış ve başka bir cevap istiyormuş gibi soruyu tekrarladığını, bunun üzerine kendisinin 'Benim defterimde şirk yoktur! Şirkin, dışındaki günahların ise, affolunacağı va'dini almıştım' dediğini, bunun üzerine, Allahü teâlâ'nın âlimlere şöyle hitap ettiğini görmüştür: 'Gidiniz! Sizi affeyledim!' Kendisi bu rüyasından üç gün sonra vefat etmiştir.
İçkici bir şahıs dostlarından bir grubu topladı. Hizmetkârına dört dirhem para verip mecliste bulunan kimseler için biraz meyve satın almasını emretti. Hizmetçi Mansur b. Ammar'ın meclisinin kapısından geçti. Mansur da bir fakir için cemaattan birşey istiyor ve şöyle diyordu: 'Kim bu fakire dört dirhem para verirse ona dört dua yapacağım!' Hizmetçi, yanındaki dört dirhem parayı Mansur'a teslim etti. Mansur dedi ki:
- Sana ne hakkında dua etmemi mi istiyorsun?
- Bir efendim vardır. Ondan kurtulmak istiyorum.
Bunun üzerine Mansur dua etti ve şöyle dedi:
- İkinci duayı hangi hususta istiyorsun?
- Allahü teâlâ'nın bu vermiş olduğum dört dirhem paranın yerini doldurmasını istiyorum.
Mansur bu hususta dua etti ve şöyle dedi:
- Öbür duayı ne için istiyorsun?
- Allah'ın efendime tevbe nasip etmesini istiyorum.
Mansur bunun için de dua etti ve sonra şöyle dedi:
- Dördüncü olarak neye dua etmemi istiyorsun?
- Allah'ın beni, efendimi, seni ve bu cemaati affetmesini diliyorum.
Mansur dua etti. Bunun üzerine hizmetçi gerisin geriye gitti. Efendisi hizmetçiye şöyle sordu:
- Neden böyle geciktin?
Hizmetçi olup biteni efendisine arzetti. Bunun üzerine efendisi şöyle sordu:
- Mansur nasıl bir dua yaptı?
- Nefsim için azad edilmeyi diledim.
- Sen hürsün! ikinci duası ne idi?
- Allahü teâlâ'nın vermiş olduğum paraların yerini doldurmasını istedim.
- Sana dört bin dirhem veriyorum! Mansur'un üçüncü duası ne idi?
- Senin tevbe etmendi!
-Allah'a tevbe ettim! deyip Mansur'un dördüncü duasını sordu.
- Dördüncü duası da Allah'ın beni, sizi, oradaki topluluğu ve
Mansur'u affetmesi hususunda idi!
- Bu, bana ait bir durum değil!
O gece yattığı zaman rüyasında kendisine şöyle dendi: 'Sana düşen vazifelerin tümünü yaptın. Ben, bana düşen vazifeyi yapmaz mıyım? Seni de, hizmetçiyi de, Mansur b. Ammar'ı da ve hazır bulunan topluluğu da affettim'.
Abdülvehhab b. Hamid es-Sakafî'den şöyle rivâyet ediliyor: Üç kişi ile bir kadının bir cenazeyi mezarlığa götürdüklerini gördüm. Kadının yerine geçtim ve kabristana vardım. Cenaze namazını kıldık. Cenazeyi defnettik, Kadına dedim ki:
- Bu ölü senin neyin olur?
- Oğlumdur!
- Sizin komşularınız yok mudur?
- Evet, vardı. Oğlumu küçümsediler de onun için cenazesine iştirak etmediler.
- Oğlun ne idi?
- Muhannes idi?
Kadına acıdım, evime götürdüm. Ona para, yiyecek ve elbise verdim. O gece rüyamda biri bana geldi. Gelenin yüzü ayın ondördü gibiydi. Üzerinde bembeyaz elbise vardı. Durmadan bana teşekkür ediyordu. Ona 'Sen kimsin?' diye sordum? O kişi 'Ben bugün defnettiğiniz o muhannes kişiyim. Halkın beni hakir görmesinden ötürü 'Rabbim bana merhamet etti' dedi.
İbrahim Ertuş dedi ki: Biz Mâruf-u Kerhî ile beraber Bağdad'da, Dicle'nin kenarında oturuyorduk. Ansızın yanımıza, bir kayıkta, sarhoşlar geldiler. Def çalıp, içki içiyor ve oynuyorlardı. Arkadaşları Mâruf'a 'Şunları görmüyor musun? Açıktan açığa Allah'a isyan ediyorlar, onların aleyhinde bedduada bulun' dediler. Bunun üzerine Mâruf iki elini kaldırıp dedi ki: 'Yarab! Onları dünyada nasıl sevindirdiysen âhirette de sevindir'. Bunun üzerine arkadaşları Mâruf'a Biz ona dua et demedik ki? Beddua et dedik! Mâruf
cevap olarak şöyle dedi: 'Allah onların âhirette sevinmelerini irade ettiğinde onları tevbeye sevkeder'.
Seleften biri duasında şöyle derdi:
Yarab! Hangi zamanın ehli vardır ki sana isyan etmemiştir? İsyanlarından sonra senin onların üzerindeki nimetin umumî ve rızkın da bol olmamıştır? Seni tenzih ediyoruz. Sen ne halimsin! Senin izzetine yemin ediyorum. Sen nimeti sayarak verir, sonra tamamlarsın. Sonra rızkı indirirsin. Ey rabbimiz! Sanki sen hiç gazaba gelmezsin!
İşte bunlar, korkanların, ümitsizlerin kalbine recânın sevincini celbeden sebeplerin ta kendileridir.
Mağrur ahmaklara gelince, onlara bu şeylerden hiç birini dinletmemek gerekir. Aksine onlar bundan sonra korku hakkında söyleyeceklerimizi dinlemelidirler. Çünkü insanların çoğu ancak korku ile ıslah olur. Kötü köle ve taşkın çocuk gibi ki ancak kamçı ve baston ile istikametim düzeltir, konuşmada sertlik göstermekle doğrulur. Bunun zıddı ise gerek din, gerek dünya hususunda onlara ıslah kapısını kapatır.
46) Ebû Kasım Muhammed b. Ali b. Ebî Tâlib el-Hâşimî el-Medenî'dir. H. 80'den sonra vefat etmiştir.
47) Karkesanlıdır. H. 88'de vefat etmiştir.
48) İbn Merduveyh
49) Kut'ul-Kulûb
50) Künyesi Tâifli Ebû Süleyman'dır. Medine'de otururda.
33-4
Havf/Korku
Korku, dinen övülmüş bir sıfattır. Çoğu zaman her korkunun dinen övüldüğü, daha kuvvetli ve daha çok olan korkunun daha fazla övüldüğü zannedilir!
Oysa bu zan yanlıştır. Korku Allah'ın kamçısıdır. Onunla kullarını, ilim ve amele devam etmeye sevkeder ki ilim ve amelle Allah'a yakınlık rütbesine varsınlar. Hayvan için en uygunu kamçıdan boşalmamasıdır. Çocuk için de böyledir. Fakat bu fazla dövmenin, dinen övülen bir haslet olduğuna delalet etmez. Korkunun da azı, çoğu ve normali vardır. Dinen övülen korku, normal olan korkudur. Korkunun az olanı, kadınların inceliğinin yerine geçen korkudur. Kadın bir âyeti dinlemekle rikkate gelir. Bu ise ağlamayı gerektirir. Şiddetli bir şeyi görme durumunda da durum böyledir. O sebep gözden uzaklaşınca kalp, eski gafletine döner! İşte bu, hayvana küçük bir çubukla vurmak gibidir. Bu vurma gereği gibi acıtmadığı için hayvanı hedefe doğru sürmez ve terbiyesine yeterli olmaz.
Bütün insanların korkusu da böyledir. Ancak ârif ve âlimler hariçtir. Âlimlerden gayem âlimlerin kisvesine bürünmüş, haksız olarak onların ismini almış kimseler değildir. Çünkü böyle kimseler, herkesten daha fazla Allah'ın korkusundan uzaktırlar! Âlimlerden maksadım; Allah'ı, Allah'ın alâmetlerini ve fiillerini bilen âlimlerdir. Böyle bir âlimin ise, şu zamanda varlığı pek nadirdir.
Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: "Sana 'Allah'tan korkar mısın?' denildiği zaman sus! Çünkü eğer 'Hayır! Korkmam' dersen kâfir olursun. 'Evet! Korkuyorum' dersen, yalan söylemiş olursun!".
Kendisi bu sözüyle azalan günahlardan alıkoyan ve ibâdetlerle bağlayan korkuya işaret etmiştir. Azalarda müsbet bir tesir meydana getirmeyen korku ise, nefse gelen bir şeydir. Ona korku demeye değmez.
Müfrit korku şiddetlenir, normalin hududunu geçer. Hatta ümitsizliğe kadar varır. Bu şekildeki korku da kötüdür. Çünkü bu durum, insanı amelden meneder. Korku da bazen insanı hastalık, zâfiyet, akılsızlık ve dehşete götürür. Bu bakımdan korkudan gaye; kamçıdan ne kastolunuyorsa o olmalıdır. O da amele zorlamaktır. Eğer bu olmasaydı, korku hiçbir zaman kemâl sayılmazdı. Çünkü korku, hadd-i zâtında eksikliktir; zira onun kaynağı cehalet ve acizliktir. Cehâlet ise, kişinin durumunun sonucunu bilmemesidir. Eğer bilseydi korkmazdı. Çünkü insanı korkutan, hakkında tereddüd edilen şeydir.
Acizliğe gelince, o kişinin defetmesine kadir olmadığı mahzurlu bir şeye maruz kalmasıdır. Öyleyse korku, Âdem oğlunun eksikliğine nisbeten, dînen övülen bir sıfattır. Haddizâtında övülen şey, ilim ve kudrettir. Allah'ın vasıflandırılmasının caiz olduğu herşey, dinen övülen şeydir.
Allah'ın kendisiyle vasıflandırılması caiz olmayan şey ise esasında kemal değildir. Ancak ondan daha büyük olan bir eksikliğe nisbeten o dinen övülür. Nitekim ilacın elemine tahammül etmenin, ölüm ve hastalık eleminden daha kolay olduğu gibi. . .
Bu bakımdan insanı ümitsizliğe sürükleyen herşey kötüdür. Korku da bazen hastalığa ve beden zâfiyetine götürür. Bazen de aklî muvazeneyi bozmaya, dehşete kapılmaya sürükler! Bazen de ölüme götürür! Bütün bu çeşitleri kötüdür. Bu tür korku, çocuğun ölümüne sebebiyet veren vurmak, hayvanı helâk eden hasta düşüren veya âzalarından birini kıran kamçılama gibidir!
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) recânın sebeplerini ifrat derecesindeki ümitsizliğe veya bu söylediğimiz tehlikelerden birine götüren korku sadmesini tedavi etmek için çokça beyan etmiştir. Bir iş için kastolunan herşeyin ancak meşru hedefe götüren kadarı dinen övülür. Hedefe götürmeyen veya hedefin ötesine taşan ise mezmumdur. Korkunun faydası kıskanmak, takva, mücahede, ibâdet, düşünce, zikir ve Allah'a vardıran diğer sebeplerdir. Bütün bu sebepler aklın selâmeti ve bedenin sıhhatiyle beraber hayatın devamını sağlar. Bu bakımdan bu sebepleri bozan her şey dinen çirkindir.
Soru: Kim (Allah'tan) korkup korkusundan dolayı da ölürse, o şehid gibi faziletlidir. Madem durum böyledir, onun hali dinen nasıl çirkin olabilir?
Cevap: Onun şehidin faziletinde olmasının mânâsı korkudan öldüğünden ötürü bir mertebesinin olmasıdır. Eğer korku değil de başka bir sebeple ölmüş olsaydı o mertebeye varamazdı. O mertebeye nisbeten bu şekil ölüm, onun için fazilet olur. Allah'a ibâdet ve yolundaki ömrünün uzunluğu açısından bakıldığı zaman, bu şekilde ölüm fazilet değildir. Çünkü düşünce, mücahede ve her an mârifetin derecelerinde terakki etmek yoluyla Allah'a giden sâlik için bir veya birkaç şehidin mertebesi vardır! Eğer bu olmasaydı öldürülen çocuğun veya yırtıcı hayvan tarafından parçalanan delinin mertebesi, bir peygamberin veya normal eceliyle ölen bir velînin mertebesinden daha üstün olurdu. Oysa bu muhaldir. Bu bakımdan böyle sanmak uygun değildir. Saadetlerin en üstünü, Allah'a itaat ederek uzun yaşamaktır. Bu bakımdan ömrünü veya aklını veya ömrün tâtilini gerektiren, sıhhatini iptal eden herşey, insan için zarar ve eksikliktir. Tabiî ki bu da birtakım şeylere nisbeten böyledir. Her ne kadar bu kısımlardan bazısı başka şeylere nisbeten fazilet ise de. . . Nitekim şehâdet mertebesi, altındaki mertebeye nisbeten bir fazilettir. Fakat muttakîler ve sıddîkların derecesine izafeten değildir.
Madem durum budur öyle ise korku, eğer insanın amelinde müsbet bir tesir meydana getirmezse, onun varlığı ile yokluğu birdir. Hayvanın hareket etmesini sağlamayan kamçı gibidir. Eğer tesir ederse, eserinin belirmesi nisbetinde birçok dereceleri vardır. Eğer insanı iffetten başka bir şeye zorlamazsa ki o şehvetlerin isteklerinden menolunmaktır onun bir derecesi vardır. Eğer takvayı meyve olarak verirse, o yüce bir derece olur. (Fakat) onun en yüce derecesi sıddîkların derecelerini elde ettirmesidir. Bu da zâhiri ve bâtını (iç âlemi) Allah'tan başka her şeyden selbetmektir; yani Allah'tan başka şeylere kalbinde yer bırakmamaktır. İşte bu derece, korkunun en fazla övülen derecesidir. Bu sıhhat ve aklın bekasıyla beraber övülen derecedir. Eğer bu aklın ve sıhhatin gitmesine sirayet ederse hastalık olur. Eğer gücü yetiyorsa, bu hastalığı tedavi etmek şahsın üzerine farz olur. Eğer dinen övülen bir kısım olsaydı, ümit ve başka şeyin sebepleriyle ortadan kalksın diye tedavi edilmesi gerekmezdi.
Sehl et-Tüsterî birkaç gün açlığa tahammül eden müridlere derdi ki: 'Aklınızı (gıdalanmak sûretiyle) koruyun; zira Allah'ın eksik akıllı bir velîsi yoktur!'
Korku ve Ümit
Korkunun Hakîkat!, Dereceleri, Kısımları, Fazileti, Korku ve Recâ'dan Hangisinin Daha Üstün Olduğu, İlacı, Kötü Sonucun Mânâsı, Peygamberlerin ve Salihlerin Korku Halleri
Havf korku kalbin yanmasından ibarettir. Bu yanma gelecekte beklenilen istenilmeyen bir hâdisenin vukûu sebebiyle meydana gelir. Bu durum, recânın hakikati izah edilirken anlaşılmıştır! Kim Allah'a yakın olursa, hak onun kalbini kapsar, zamanının efendisi olur ve daimî bir şekilde Hakk'ın cemâlini müşâhede eder, onun istikbâle iltifatı kalmaz. Öyleyse onun ne korkusu, ne de ümidi vardır. Onun hali korku ve ümitten daha yücedir. Çünkü korku ve recâ, nefsi saldırganlığından meneden iki gemdirler.
Vâsıtî 51 buna işaret ederek şöyle demiştir: 'Korku, Allah ile kul arasında bir perdedir!'
Yine şöyle demiştir: 'Hakîkat sırlarda belirdiğinde, orada korku ve reca'nın bir fazileti kalmaz'.
Muhib (aşık) kalbini ayrılına korkusu ve mahbûbun müşâhedesiyle meşgul ettiği zaman, onun bu hareketi, şuhûdunda bir eksiklik olur. Ancak şuhûdun devamı makamâtın gayesidir.
Fakat biz şu anda makamların başlangıçlarından konuşuyoruz. Korkunun hali de ilim, hâl ve amerden tanzim edilir.
İlim, mekruha götüren sebebi bilmek demektir. Bu da meselâ bir padişaha karşı suç işlemiş, sonra o padişahın eline düşmüş ve öldürülmekten korkan bir kimse gibidir. Bu kimse aynı zamanda affedilmeyi ve kurtulmayı da mümkün görür. Fakat öldürülmesini gerektiren sebepleri kuvvetli gördüğünden dolayı kalbi korkudan müteellim olur, O da padişaha karşı işlemiş olduğu suçun çirkinliği, padişahın da kindar, öfkeli ve intikam alıcı olmasıdır.
Padişahı intikam almaya teşvik eden sebeplerin çok olması ve lehinde şefâat talep edenden mahrum bulunmasıdır. Bu insan, hervesileden yoksun, padişahın katında suçunu affettirecek her iyilikten mahrumdur.
Bu sebeplerin birinin diğerini takviye ettiğini bilmek, çok korkmasının ve kalbinin şiddetle müteellim olmasının sebebidir. Bu sebeplerin azlığı nisbetinde korkusu azalır. Bazen de insanın daha önce işlemiş olduğu bir suç yokken korku hâsıl olur. Bu korku, insanın sıfatından neşet eder. Tıpkı yırtıcı hayvanın pençesine düşen kimse gibi. . .
Bu kimse, yırtıcı hayvanın sıfatından dolayı o hayvandan korkar. Onu korkutan sıfat, yırtıcı hayvanın çoğu kez elde ettiğini paramparça etmek hırsıdır. Her ne kadar bu parçalama yırtıcı hayvanın ihtiyar ve isteğine bağlı ise de. . .
Korku bazen de kendisinden korkulan şeyin tabiatında bulunan bir sıfattan ileri gelir. Selin akıntısına kapılan veya yangının yakınında bulunan bir kimsenin korkusu gibi. . . Sudan korkulur. Çünkü apar topar götürmek ve boğmak suyun tabiatıdır. Ateşin tabiatında ise yakmak vardır, Bu bakımdan mekruhun sebeplerini bilmek, kalbin yanmasına ve elem duymasına biricik sebeptir. O yanma, Allah'tan korkmanın ta kendisidir, Bu korku bazen Allah'ı, sıfatlarını, bütün âlemi helâk etse perva etmez ve kendisini alıkoyan hiçbir mâni de bulunmaz, hakikatini bilmekten, bazen günahları işlemek sûretiyle kulun çokça işlemiş olduğu suçtan ve bazen bu iki sebebin birleşmesinden olur. Nefsinin ayıplarını bilmesi ve Allah'ın celâlini, zenginliğini, yaptığından sorumlu olmadığını, insanların ise sorumlu olması hasebiyle korkusu bazen şiddetli olur. Bu bakımdan insanların rabbinden en fazla korkanı, nefsini ve rabbini en iyi bilenidir.
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Ben sizin içinizde Allah'tan en fazla korkanınızım. 52 Allah'tan kulları içinde ancak âlimler (hakkıyla) korkarlar. (Fâtır/28)
Sonra mârifet kemâle erdiğinde kalbin yanmasını gerektirir. Sonra kalbin yangını bedene, azalara ve sıfatlara yayılır. Bedendeki etkileri zayıflama, sararma, baygınlıklar geçirme, garip sesler çıkarma ve ağlama şeklinde açığa çıkar. Bazen bundan ötürü insanın safra kesesi parçalanır ve ölümüne sebep olur veya bu yangın dimağına yükselip aklını bozar veya onu ümitsizliğe düşürür.
Azalardaki yayılmasına gelince, bu yayılma, azaları günahlardan alıkoymak ve ibâdetlere yönelmek suretiyle kendisini gösterir. Bunu da daha önce yapmış olduğu kusuru telâfi etmek ve geleceğe hazırlanmak maksadıyla yapar. Bu sırra binaen şöyle denilmiştir: Korkan, ağlayıp gözlerini silen kimse değildir. Aksine yaptığından dolayı ceza çekeceğini bilip terkedendir'.
Hakîm Ebû Kasım53 'Herhangi bir şeyden korkan o şeyden kaçar. Allah'tan korkan da Allah'a kaçıp sığınır' demiştir.
Zünnûn-i Mısrî'ye şöyle denildi:
- Kul ne zaman Allah'tan korkmuş olur?
- Kendini, hastalığın uzamasından korkarak koruyan hastanın yerine koyduğu zaman Allah'tan korkmuş olur.
Sıfatlara yayılmasına gelince, şehvetleri gemlemesi, lezzetleri bulandırması ile olur. Dolayısıyla nezdinde sevimli olan günahlar, bu sefer çirkin görünmeye başlarlar. Nitekim balın, balı sevenin nezdinde, içinde zehir olduğunu bildiği zaman çirkin göründüğü gibi. . .
Bu bakımdan şehvetler korku ile gemlenir, âzalar edeplenir. Kalpte sönüklük, korku, zillet ve meskenet hâsıl olur. Kibir, hıkd ve hased kalpten ayrılır. Kalp, bütün himmetini korkuya sarfeder, akibetin tehlikesine bakmaya yönelir ve başkasına bakmaya vakit bulamaz. Onun murakabe, muhasebe, mücahede, nefeslerini fuzulî sarfetmekten çekinmeye, nefsini kötü düşünceler, adımlar ve kelimelerden ötürü muâheze etmeye başlar. Böylece onun hali, yırtıcı bir hayvanın pençesine düşen bir kimsenin haline benzer. Bu kimse pençesinde bulunduğu hayvanın, kendisini bırakıp bırakmayacağını, kendisini parçalayıp parçalamayacağını bilemez. Bu kimsenin zâhir ve bâtını, korktuğu nokta ile meşguldür. O noktadan başka onun kalbinde herhangi bir şey bulunmaz. Bu durum, kendisine korkunun hâkim olduğu bir kimsenin durumudur. Sahabe ve tâbiînden bir cemaatin hali böyleydi.
Murakabe, muhasebe ve mücahedenin kuvveti, kalbin elem ve yanmasından ibaret olan korkunun kuvveti nisbetindedir. Korkunun kuvveti ise, Allah'ın celâlini, sıfat ve fiilerini, nefsinin ayıplarını ve önündeki tehlikeleri bilmesinin kuvveti nisbetindedir.
Amellerde eseri beliren şeylerden olan korkunun en az derecesi, kişiyi mahzurlu şeylerden menetmesidir. Kişiyi mahzurlu şeylerden menetmekten meydana gelen hâle vera denir. Eğer kuvveti artarsa, kendisine haramın katılması mümkün olan şeylerden de sakınır ve böylece haram olmadığını bildiği (birtakım) mübahlardan da sakınır. Bu hâla takva adı verilir; zira takva demek, kendisinde şüphe bulunanı bırakıp, kendisinde şüphe olmayana yönelmek demektir. Bu hareket, bazen kendisini zararsız birtakım hareketleri, zararlının korkusundan terketmeye de sürükler. Bu durura da takvada doğruluktur. Buna, hizmete hazırlanmak da eklendiği zaman, içinde oturmayacağı evi inşa etmez ve yemiyeceğini toplamaz. Kendisinden ayrılacağını bildiği dünyaya iltifat etmez. Allah'tan başka şeylere tek bir nefes dahi sarfetmez bir hale gelir. Bu ise doğruluğun ta kendisidir. Bunun sahibine sıddîk demek uygundur.
Takva doğruluğa; verâ da takvaya, iffet de verâya dahil olur. Çünkü iffet, özel olarak şehvetin isteklerinden kaçınmaktan ibarettir. Madem durum budur; öyleyse korku men olunmak ve harama dalmamak sûretiyle azalara tesir eder. Men olmak sebebiyle ona iffet ismi verilir. İffet şehvetin isteğinden geri durmak demektir.
Bundan daha yücesi verâdır. Çünkü o daha geneldir; zira verâ, her mahzurlu şeylerden uzak durmak demektir. Takva ise verâ'dan daha üstündür. Çünkü o hem mahzurludan, hem de şüpheliden uzak durmaya verilen isimdir. Onun peşinden sıddîk ve mukarreb ismi gelir. Son rütbenin, kendisinden önceki rütbeye nisbeti, özelin genele olan nisbeti gibidir. Bu bakımdan özeli zikrettiğin zaman, tümünü zikretmiş olursun. Nitekim şöyle dersin: İnsan ya Arap veya Acem aslından gelir! Arap aslından gelen ya Kureyş veya başka soydandır. Kureyş soyundan gelen de ya Hâşim kabilesinden veya başka kabiledendir. Hâşim kabilesinden gelen de ya Alevî (Hazret-i Ali'nin soyundan) veya başka soydan gelir. Alevî ise, ya Hasenî veya Hüseynîdir.
Meselâ onun Hasenî olduğunu zikrettiğin zaman, onu bütün bu sıfatlarla nitelendirmiş olursun. Onu Alevîlikle vasıflandırdığında Hasenîliğin üstünde olan ve Hasenîlikten daha genel olan bir sıfatla onu sıfatlandırmış olursun.
Böylece sıddîk dediğin zaman şunu demiş oluyorsun: 'O, müttakî, veri' ve afiftir!' Bu isimlerin çokluğundan birinin diğerine zıd birçok mânâya delâlet ettiğini düşünmek uygun değildir. Mânâları lâfızlarda arayıp lâfızları mânâlara tâbi kılmayan bir kimse için durum nasıl karışık olursa, senin için de karışık olur. Bu bakımdan bu, korkunun mânâlarını derleyici noktalara, korkuyu gerektiren mârifet gibi yüce taraftan ihtiva edene, durmak ve ilerlemek yönünden korkudan sâdır olan ameller gibi korkuyu süflî tarafından ihtiva edene işarettir.
51) Sonraları Mısır'a gelen bu zat, H. 310'da orada öldü.
52) Buhârî
53) Adı Ebû Kasım İshak b. Muhammed b. İbrahim Semerkandî'dir. Bir müddet Semerkand kadılığında bulunmuştur.
Korkunun Kısımları
Kesin korku, ancak istenilmeyen bir şeyi beklemekle tahakkuk eder. İkrah edilen de ateş gibi ya esasında istenmez veya istenmeyen bir şeye götürdüğü için istenmez. Nitekim günahlardan âhirette istenilmeyen bir duruma sürükledikleri için ikrah edilir.
Nitekim ölüme götürücü olduklarından dolayı zarar verici meyvelerden hastanın ikrah ettiği gibi. . .
Bu bakımdan her korkan kimse bu iki kısmın birinden olan istenmeyen şeyi nefsinde canlandırması gerekir. Kalbinde onu beklemeyi kuvvetlendirmelidir ki kalp onu sezince yansın! Korkanların makamı kalplerini istilâ eden sakıncalı mekruhlar hususunda değişik olur. Bu bakımdan hadd-i zâtında mekruh olmayıp da dış bir tesirden dolayı mekruh olan şeyin kalplerine galebe çaldığı kimseler, tevbeden önce ölmenin, tevbeyi bozmanın veya sözünden caymanın, Allah'ın haklarını tam ifa edememenin, kalbin rikkat ve inceliğinin katılığa dönüşmesinin, istikametten inhiraf etmenin, şehvetlerin peşine takılmaktaki âdetin istilâ etmesinin, güvendiği sevaplarına havale edileceğinin, Allah'ın kendisine fazlasıyla vermiş olduğu nimetlerden dolayı aşırı gitmenin, Allah'ın gayrısıyla meşgul olup Allah'dan gâfil olmanın, nimetlerin peşipeşine gelmesiyle aldanmaya maruz kalmanın, ummadığı şeylerin Allah tarafından kendisine verildiğinde, ibadette gailelerin inkişaf etmesinin, gıybet, hiyânet, hile ve kötülüğe niyet beslemek hususunda halkın nezdindeki haklarını, hayatının geri kalan kısmında ne olacağını bilmediği şeylerin, azabın dünyada peşinen verilmesinin, ölümden önce rezil olmasının, dünyanın aldatıcı süsleriyle mağrur olmanın, gâfil olduğu halde Allah'ın kalbine muttali olmasının, ölüm çağında kötü olmasının veyahut da ezelde kendisi için yazılan mukadderatın korkusunun galip gelmesinden korkan kimselerdir!
İşte bütün bunlar ariflerin korkularıdır. Her birinin özel bir faydası vardır. O da korkutan şeye götürücü sebepten korunma yolunu seçmektir. Bu bakımdan âdetin kendisini istilâ etmesinden korkan bir kimse âdetten kaçınmaya devam eder. Gaflet halindeyken Allah'ın kalbine muttali olmasından korkan bir kimse, kalbini vesveselerden temizlemekle meşgul olur. Diğer kısımlara da bu şekilde gidilir! Bu korkulardan yakîne en fazla galip geleni, sonucun korkusudur. Çünkü son nefeste durum tehlikelidir. Bu kısımların en yücesi ve şahsın mârifetinin kemâline en fazla delâlet edeni, ezelî takdirde yazılmış olanın korkusudur. Çünkü sonuç, ezelde yazılana tâbi olur. Bir sürü sebeplerin araya girmesinden sonra o kökten türeyen bir dal gibidir. Bu bakımdan sonuç, Ümm'ül-Kitab'daki kaza ve kaderin hükmüne göre meydana gelir. O halde sonuçtan korkan bir kimse, geçmişten korkan kimseye nisbeten tıpkı padişahın haklarında bir ferman imzaladığı iki kişi gibidir. O fermanda onların boynunun vurulmasının emredilme ihtimali olduğu gibi, ona vezirlik payesinin verilme emrinin yazılma ihtimali de vardır. Padişahın fermanı halen onların ikisinin de eline varmamıştır.
Bu bakımdan onlardan birinin kalbi fermanın varışı ve açılışı haline ve fermanda yazılı olan şeye bağlı bulunur. Diğerinin kalbi ise padişahın imza ettiği haline ve keyfiyetine bağlı bulunur. 'Padişah bunu imza ederken benim hakkımda kalbine merhamet mi öfke mi geldi' düşüncesiyle bağlı bulunur. Bu sebebe iltifat eder. Bu, o sebepten türeyen dala iltifat etmekten daha yücedir. Kalemle imzalanan ezelî kaza ve kadere iltifat etmek de, sonuçta meydana gelen hükme iltifat etmekten daha yücedir. Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) birgün minberin üzerinde sağ elini kapatıp şöyle demekle buna işaret etmiştir:
Şu Allah'ın kitabıdır. Allah bu kitabda cennet ehlini, ecdadlarının isimleriyle beraber yazmış bulunuyor. Onların içine ne bir kimse katılır, ne de onlardan biri eksilir.
Sonra sol elini kapatarak şöyle buyurmuştur:
Bu Allah'ın kitabıdır. Burada isimleriyle ve ecdadlarının isimleriyle cehennemlikleri yazmıştır. Onlara ne biri eklenir, ne de eksilir. Saadet ehli, sanki şekavet edilmiş gibi şekavet ehlinin ameliyle amel eder. Hatta 'Şekavet ehlinin ta kendileridir' denilir. Sonra Allahü teâlâ, ölümden önce bir devenin iki sağımı arası kadar bir zaman kalsa bile onları şekavetten kurtarır. Yemin olsun, şekavet ehli sanki saadet ehliymiş gibi saadet ehlinin ameliyle amel eder. Sonra ölümden önce Allahü teâlâ bir devenin iki sağımı arası kadar dahi olsa şekavet ehlini saadet ehlinin zümresinden çıkarır. Said odur ki Allah'ın kaza ve kaderiyle said olmuştur. Şakî ise, Allah'ın kazâ ve kaderiyle şakî olan kimsedir. Ameller ise sonuçlarına bağlıdır!54
Bu taksimat, günahından ve cürmünden korkan kimselerin, celâl ve korkuyu gerektiren vasıflarından ötürü Allah'ın zatından korkan kimselere taksim olunması gibidir. İşte bu sonuncusu, mertebe bakımından en yücesidir. Bu nedenle böyle bir kimse sıddîkların ibadetini yapsa bile korkusu devam eder. Diğeri ise ibâdete devam ettiğinde gurur ile emniyet arasındadır. Bu bakımdan günahtan korkmak salih kimselerin, Allah'tan korkmak ise (muvahhid) birleyici ve sıddîkların korkusudur. Bu korku, Allah'ın marifetinin meyvesidir. Kim Allah'ı ve sıfatlarını bilmiş ise onun sıfatlarından, suçsuz olsa dahi kendisinden korkması gereken kısımları tanımış olur. Belki âsî kimse hakkıyla Allah'ı tanımış olsaydı günahından değil, Allah'tan korkardı. Eğer o hadd-i zâtında kendisinden korkulan olmasaydı 'Onu günaha müsahhar kılmaz, günahın yolunu ona kolaylaştırmaz ve sebeplerini halketmezdi' diye düşünmelidir.
Zira günah sebeplerinin kolaylaştırılması, kulun uzaklaştırılması demektir! Oysa günahtan önce günaha müsahhar kılınmasını gerektiren bir günah kuldan sâdır olmamıştır ki günahın sebeplerini kulun üzerinde icra etsin; ibâdetten önce bir vesile sebkat etmemiştir ki onun vasıtasıyla kendisine ibadetlerin kolaylaştırıldığı kul ibâdete sarılsın veya Allah'a yaklaştırıcı şeylerin yolu ona kolaylaştırılsın. Bu bakımdan âsî bir kimse ister istesin, ister istemesin onun üzerine mâsiyet ile hükmedilmiştir. İtaat eden için de böyledir. Öyle ise Hazret-i Peygamber'i daha yaratılmadan önce kendisinden sebkat eden bir vesile olmaksızın a'lâ-yı illiyyîn e çıkaran, daha var olmadan önce kendisinden sebkat eden ve suç olmaksızın Ebû Cehil'i esfel-i sâfilîn'e düşüren Allah'ın celâl sıfatından ötürü korkmak gerek. Çünkü Allah'a itaat eden bir kimse şu noktadan dolayı itaat eder: İtaatin iradesini kendisine musallat kılmış, itaat kudretini kendisine vermiştir. Kesin irade ve tam kudreti yarattıktan sonra fiil zarurî olur.
İsyân eden ise şu noktadan isyân eder: Kendisine kesin ve kuvvetli bir irade musallat kılmış, sebepleri ve kudreti kendisine vermiş. . .
Bu bakımdan irade ve kudretten sonra fiil zarurî olur. Madem durum böyledir, keşke ibadet edenin ikrâmını gerektiren ve ibadetlerin iradesini kendisine vermekle kendisini tahsis eden, diğerinin (âsinin) ihanetini, mâsiyetin isteklerini musallat kılmak sûretiyle rahmetten uzaklaştırmasını gerektirenin kim olduğunu bilseydim? Bu durum nasıl kula havale edilir? Madem havale suç olmaksızın ve vesilesiz ezelî kader ve kazaya dönüşür, bu bakımdan dilediğiyle hükmeden ve iradesini yerine getirenden korkmak her akıllının alacağı en iyi tedbirdir. Bu mânânın arkasında ifşası caiz olmayan sırr-ı kader vardır. Onun sıfatlarından korkmayı ancak misâl vermekle anlayabilirsin. Eğer şeriatın izni olmasaydı hiçbir basiret sahibi onu anmaya cesaret edmezdi.
Allahü teâlâ Hazret-i Dâvud'a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur: 'Ey Dâvud! En azından yırtıcı hayvandan korktuğun gibi benden kork!'55
İşte bu misâl, her ne kadar seni mânânın sebebine vâkıf kılmazsa da mânânın özünü anlatır; zira sebebe vâkıf olmak, kaderin sırrına vâkıf olmak demektir. Bu ise ancak ehline keşfolunur.
Kısacası yırtıcı hayvandan, ona karşı bir suç işlediğin için korkmazsın. Aksine onun sıfatından, yırtıcılığından ve heybetinden ötürü korkarsın. O, yaptığını pervâ etmeksizin yapar diye korkarsın. Seni öldürdüğünde kalbine rikkat gelmez, elem duymaz, seni bıraktığında da şefkatten ötürü bırakmaz. Sen onun katında ister diri, ister ölü ol, iltifat edilmekten uzaksın, senin gibi bin kişi öldürmekle bir karınca öldürmek, onun katında eşittir; zira bu hareket onun yırtıcılık âleminde bir zarar meydana getirmez. Onun kudret ve satvetini haleldar etmez. En yüce mesel Allah içindir. Fakat Allah'ı zahirî müşahededen daha açık ve kuvvetli olan bâtınî müşâhede ile bilen bir kimse bilir ki Allahü teâlâ 'Bunlar cennete gidecektir. Şunlar da cenhennemliktir diye pervâ etmem' sözünde sâdıktır. Allah'ın müstağniliğini ve perva etmediğini bilmek, onun heybet ve korkusu için sana kâfidir.
Korkanların ikinci tabakasını nefislerinde istenilmeyen şeyin temessül etmesi korkutur. O da, ölümün elem ve şiddeti, Nekir ve Münker denilen meleklerin suali veya kabir azabı, kıyâmetin dehşeti, Allah'ın huzurunda durmanın heybeti, örtünün keşfinden gelen hayânın, küçük büyük herşeyin sualinin heybeti, köprünün ve keskinliğinin, üzerinden nasıl geçileceği endişesinin, ateşten, onun bukağılarından, şiddetlerinden, mukim bir mülk ve nimetlerin evi olan cennetten mahrum olmaktan, derecelerin eksikliğinden veya Allah'tan mahcub olmaktan korkmasıdır. Bütün bu sebepler hadd-i zâtında, istenilmeyen şeylerdir. Şüphesiz ki bunlar korkutucudurlar, fakat buradaki korkanların durumları değişir. Rütbe bakımından en yücesi, Allah'tan mahcub olma ve ayrılma korkusudur. Bu korku âriflerin korkusudur. Ondan önceki korku, her âmil, salih, zâhid ve âlimin korkusudur.
55) Irâkî rivâyetin aslını görmediğini söylemiş, sonra da bu rivâyetin müellif tarafından İsrailliyat'tan olduğuna işaret edildiğine dikkat çekmiştir.
Mârifeti kemal derecesine varmayan, basireti açılmayan bir kimse ise, misalin lezzetini duymaz. Uzaklık ve ayrılığın elemini hissetmez. Kendisine 'Ârif ateşten değil, ancak Allah'tan mahcub olmaktan korkar' denildiği zaman, bu durumu iç âlemde istenilmeyen birşey olarak görür ve hayrete düşer. Eğer şeriat onu inkârdan alıkoymamış olsaydı, Allah'ın cemâline bakmanın lezzetini de inkâr ederdi. Bu bakımdan bunu itiraf etmek taklidin zaruretinden neşet edip sadece lisan iledir. Aksi takdirde onun bâtını bunu tasdik etmemektedir. Çünkü o işkembe, tenasül aleti ve göz lezzetinden başkasını bilmez. Renklere ve güzel yüzlere bakmayı bilir. Kısacası hayvanların kendisiyle ortak olduğu lezzetleri tanır. Ariflerin lezzetine gelince, onlardan başkası onu idrâk etmez. Bu konunun tafsilâtını ehli olmayan bir kimseye anlatmak haramdır. Ehli olan bir kimse ise, nefsiyle görür, kendisine izahat vermeye ihtiyaç kalmaz. İşte korkanların korkusu bu kısımlara ayrılır.
Allahü teâlâ'dan lütûf ve keremiyle güzel tevfîkini talep ederiz!
54) Tirmizî, (Abdullah b. Âmir'den)
Korkunun Fazileti
Korku'nun fazileti bazen düşünmek ve ibret almakla, bazen de âyet ve hadîslerle bilinir.
İbret almanın yolu şudur: Bir şeyin fazileti, insanı âhirette Allah ile mülâki olma saadetine götürmekteki rolüne göredir. Çünkü saadetten başka hedef yoktur. Kulun saadeti de ancak mevlâsıyla mülâki olup ona yaklaşmadadır. Bu bakımdan o mülâkata yardım eden herşeyin fazileti vardır. Fazileti de orada oynadığı role göredir. Anlaşıldı ki âhirette Allah ile mülâki olma saadetinin varlığı, ancak muhabbetini istemekle ve dünyada O'nunla yakınlık kurmakla mümkündür.
Muhabbet de ancak mârifetle, mârifet de düşüncenin devamıyla, ünsiyet de ancak muhabbetle ve zikrin devamıyla elde edilir. Zikir ve düşünceye devam etmek ancak dünya sevgisini kalpten atmakla mümkün olur. Dünya sevgisi de ancak dünyanın lezzet ve şehvetlerini terketmekle kalpten çıkar. Nefsin isteklerinin terkedilmesi, ancak şehvetleri yok etmekle mümkündür. Şehvetler de korku ateşiyle yok oldukları gibi, hiçbir şeyle yok olmazlar. Bu bakımdan şehvetleri yakan ateş, korkudur. Zira korkunun fazileti, yaktığı şehvetler nisbetinde ve insanı günahtan alıkoyduğu ve ibadetlere teşvik ettiği nisbettedir. Bu ise, daha önce geçtiği gibi, korku derecelerinin değişikliğine göre değişir.
Korku nasıl faziletli olmasın? Çünkü iffet, verâ, takva ve mücahede ancak korku ile elde edilir. Bunlar ise, Allah'a hakkıyle yaklaştırıcı ve dinen övülen faziletli amellerdir.
Âyet ve hadîslerden öğrenmek yoluyla korkmaya gelince, korku'nun fazileti hakkında vârid olan hükümler sayılmayacak kadar çoktur. Allahü teâlâ'nın korkan kullarına hidayet, rahmet, ilim ve rızasını derlediği, korkunun faziletine delâlet etmek bakımından, sana kâfi gelse gerektir. Bunlar cennet ehlinin makamlarını bir araya getiren noktaların ta kendisidir.
Âyet-i Kerîmeler
Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardır. (A'raf/154)
Kulları içinden ancak âlimler Allah'tan (hakkıyle) korkar. (Fâtır/28)
Allahü teâlâ, bu kulları korkmalarından ötürü ilimle vasıflandırmıştır.
Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, rabbine saygı gösterene mahsustur. (Beyyine/8)
İlmin faziletine delâlet eden her delil, korkunun faziletine de delâlet eder. Çünkü korku ilmin meyvesidir. Bu sırra binaen Hazret-i Mûsa'nın haberinde şöyle vârid olmuştur: 'Korkanlar için en yüce arkadaş vardır, bu hususta kimse onlara ortak değildir'.
Hazret-i Mûsa'nın nasıl en yüce arkadaşın arkadaşlığına sadece korkanları lâyık gördüğüne dikkat et! Bunun hikmeti. şudur: Çünkü onlar âlimdirler. Âlimlerin, peygamberlerle arkadaşlık rütbesi vardır. Çünkü peygamberlerin varisleridirler. En yüce arkadaşın arkadaşlığı ise, peygamberlerin ve onlara iltihak eden âlimlerin derecesidir.
Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber, ölüm hastalığında iken, dünyada bâki kalmak ile Allah'ın huzuruna varmak arasında muhayyer kılındığında şöyle buyurmuştur: Senden en yüce arkadaşı diliyorum!56
Madem durum budur, eğer korkuyu meyve olarak veren şeye bakılırsa, onun ilim olduğu görülür. Eğer korkunun meyvesine bakılırsa o takvadır. İlim ve takvanın faziletleri hakkında vârid olan hükümler ise hiç kimseye gizli değildir. Hatta iyi sonuç takvaya verilir. Nitekim hamdin Allah'a, salâtın Rasûlüllah'a mahsus olduğu gibi. . .
Öyle ki 'Hamd âlemlerin rabbi olan Allah'a, iyi sonuç muttakîlere, sâlat da efendimiz Hazret-i Muhammed'e ve onun bütün âline mahsustur' denir.
Allahü teâlâ, takvayı nefsine izafe etmek sûretiyle tahsis kılarak şöyle buyurmuştur:
Onların ne etleri, ne kanları Allah'a ulaşmaz. Fakat sizin takvanız O'na ulaşır. (Hacc/37)
Takva ancak korku ile daha önce geçtiği gibi haramlardan sakınmaktan ibarettir.
Allah katında en üstün olanınız, takvası en fazla olanınızdır. (Hucurât/13)
Sizden önce kitab verilenlere de size de 'Allah'tan korkun!' diye tavsiye ettik. Eğer inkâr ederseniz (biliniz ki) göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. (Nisâ/131)
Eğer inanmış iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun! (Âl-i İmrân/175)
Görüldüğü gibi, Allah korkmayı emrediyor, îman için şart koşuyor. Bu nedenle bir Mü'minin ne kadar zayıf olursa olsun korkudan ayrılması düşünülemez. Mü'minin korkusunun zafiyeti mârifet ve imanının zâfiyeti nisbetindedir.
Hadîsler
Hazret-i Peygamber takvanın fazileti hakkında şöyle buyurmuştur:
Allahü teâlâ geçmiş ve gelecekleri belli bir günde topladığı zaman, en kenarda kalanları tarafından bile işitilen bir sesle karşı karşıya kalırlar, O ses sahibi der ki: 'Ey insanlar! Sizi yarattığım günden bugüne kadar sizin için susup (sizi dinledim) , siz de bugün benim için susun, (beni dinleyin) : Onlar amellerinizdir. Sizin üzerinize vârid olur'.
Ey insanlar! Ben size bir neseb seçtim. Siz de başka bir soy seçip benim seçmiş olduğum nesebi bıraktınız, kendinizin seçtiği nesebi yücelttiniz. Ben 'Allah katında sizin en şerefliniz, takvası en fazla olanınızdır' dedim. Siz bunu kabul etmekten imtina edip ille şöyle demekte israr ettiniz: 'Filan filanın oğludur! Filandan daha zengindir!'
Bugün sizin seçtiğim nesebi bırakıp, benim kılmış olduğum nesebi yücelteceğim. (Öyleyse) muttakîler nerede!? Muttakîler için bir sancak yükseltilir. Muttakîler o sancağı takip ederek Allah tarafından kendileri için takdir edilen makamlarına giderler. Dolayısıyle hesaba çekilmeden cennete girerler. 57
Hikmetin başı Allah korkusudur!58 Hazret-i Peygamber, İbn Mes'ûd'a hitaben şöyle demiştir:
Eğer benimle mülâki olmak istiyorsan benden sonra Allah'tan çokça kork!59
Fudayl b. Iyâz der ki: 'Allah'tan korkan bir insanı, Allah korkusu herşeye muttali kılar! Şiblî de şöyle der: 'Allah'tan korktuğum bir günde daha önce görmediğim hikmet ve ibretten bir kapı bana görünür!'
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Hiçbir Mü'min yoktur ki bir günah işlesin de o günaha iki sevap iltihak etmemiş olsun. O sevaplar cezanın korkusu ve affın ümididir; tıpkı iki aslan arasındaki tilki gibi. . .
Musa'nın haberinde şöyle vârid olmuştur: 'Muttakîlerden hiçbiri yoktur ki onunla münakaşa etmeyeyim ve onun elindekini teftiş etmemiş olayım. Ancak verâ sahipleri bu hükmün dışındadır. Çünkü onlardan utanır, onları hesap için durdurmayı hoş görmem'.
Verâ ve takva, şartları korku olan mânâlardan iştikak eden isimlerdir. Korku olmadığı zaman, o mânâlar bu isimlerle isimlenmezler.
Zikr'in faziletleri hakkında vârid olan şeyler de gizli değildir. Allahü teâlâ zikri korkanlara mahsus kılarak şöyle buyurmuştur:
Allah'a saygılı olan hatırlar, (öğüt alır) . (Alâ/10)
Rabbinin makamından korkan bir kimse için iki cennet vardır. (Rahmân/46)
Allahü teâlâ (bir hadîs-i kudsî'de) şöyle buyurmaktadır:
İzzetime yemin ederim ki kulum için iki korkuyu ve iki emniyeti bir araya getirmeyeceğim. Eğer kulum dünyada benden emin olursa kıyâmet gününde onu korkuturum. Eğer dünyada benden korkarsa kıyâmet gününde onu emin kılarım. 60
Allah'tan korkan bir kimseden herşey korkar. 61
Aklı en fazla olanınız, Allah'tan en fazla korkanınızdır. İbret bakımından en ileride olanınız Allah'ın emrettiğini yerine getirmek ve yasakladığını terketmek hususunda en iyi hareket edeninizdir. 62
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Âdem oğlu miskindir. Eğer fakirlikten korktuğu gibi ateşten korkmuş olsaydı cennete girerdi!'
Zünnûn-i Misrî şöyle demiştir: 'Allah'tan korkan bir insanın kalbi erir. Allah'a olan sevgisi kuvvet bulur, aklı gelişir'.
Yine Zünnûn şöyle demiştir: 'Korkunun ümitten daha fazla olması uygundur. Çünkü ümit daha fazla olduğu zaman kalp karmakarışık olur'.
Ebû Hüseyin ed-Derîr şöyle derdi: 'Saadetin alâmeti şekavetten korkmaktır. Çünkü korku, Allah ile kul arasında gemdir. Kulun gemi koptuğunda helâk olanlarla beraber helâk olur'.
Yahya b. Muaz'a şöyle soruldu:
- Yarın kıyâmette insanların en emini kimdir?
- Bugün en fazla korkandır.
Sehl şöyle demiştir: 'Helâl yemedikçe korkuyu elde edemezsin!' Hasan'a şöyle denildi:
- Ey Ebû Said! Biz ne yapalım? Bizi aklımız uçacak derecedekorkutan kavimlerle beraber oturuyoruz.
- Allah'a yemin olsun! Sizi korkutan bir kavimle arkadaşlık yapmanız, sizi emin kılan bir kavimle arkadaşlık yapmanızdan daha hayırlıdır.
Ebû Süleyman ed-Dârânî dedi ki: 'Korku herhangi bir kalbten ayrılırsa, o kalp harab olur'.
Hazret-i Âişe, Hazret-i Peygamber'e şöyle sorar:
- Ey Allah'ın Rasûlü! 'Rablerinin huzuruna varacaklarından yürekleri çarparak zekâtlarını verenler' (Mü'minûn/60)
ayetinde bahsi geçen kimseler hırsızlık ve zina yapan kişiler midir?
- Bilakis oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren ve bu ibâdetlerin kendisinden kabul edilmeyeceğinden korkan kimsedir. 63
Allah'ın azabından emîn olanları tehdit eden haberler sayılamayacak kadar çoktur. Bütün bunlar korkuyu övmektir; zira birşeyi kötülemek, o şeyi yok eden zıddını övmek demektir. Korkunun zıddı ise emîn olmaktır. Nitekim recâ'nın zıddının havf olması gibi. . .
Emîn olmanın kötülenmesi, zıddı olan korkunun faziletine delâlet eder. Recâ'nın fazileti hakkında vârid olan hükümlerin hepsi korkunun faziletine delildir. Çünkü ümit ile korku ayrılmaz iki haslettir; zira bir sevgiliyi arzulayan bir kimse, elbette onun elden kaçmasından korkar, eğer elden kaçmasından korkmazsa, onu sevmiyor demektir. Bu bakımdan onu beklemekle ümit sahibi olamaz. Korku ile recâ ayrılmaz iki haslettir. Evet! Birinin diğerine bir arada oldukları halde galebe çalması mümkündür. Kalbin hâl-i hâzırda biriyle meşgul olup gafletinden ötürü diğerine iltifat etmemesi de mümkündür.
Bunun böyle olması şu noktadan ileri gelir: Ümit ve korkunun şüpheli olan şeyle ile ilgili bulunmasmdandır; zira malûm olan birşey ne umulur, ne de ondan korkulur. Madem durum budur, varlığı mümkün olan mahbubun yokluğu da şüphesiz ki mümkündür. Bu bakımdan varlığı kalbe rahat verirse ümit olur. Yokluğu kalbi üzerse o da korkudur. Bu iki şey, şüphesiz zıttırlar. Eğer o beklenen şey şüpheli ise durum budur. Şüphenin iki tarafından biri, bir kısım sebeplerin hazır olmasından dolayı başkasına galebe çalar ve buna zan denir. Bu da birinin diğerine galebe çalmasının sebebi olur. Zannın üzerine mahbubun varlığı galebe çaldığında ümit tarafı kuvvet bulur. Ona göre korku gizlenir. Aksi de böyledir. Her durumda ümit ile korku, ayrılmaz iki haslettirler.
Gerçekten onlar hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi. (Enbiyâ/90)
Yanları yataklarından uzaklaşır, korkarak ve umarak rablerine dua ederler. (Secde/16)
Bu sırra binaen Araplar, korkuyu recâ ile ifade etmiştirler. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:
Size ne oluyor ki Allah için saygı ummuyorsunuz korkmuyorsunuz? (Nûh/13)
Çoğu kez Kur'ân'da recâ terimi korkmak mânâsında kullanılmıştır. Bu da recâ ile korku'nun ayrılmaz iki vasıf olmasından ileri gelir; zirâ Arab'ın âdeti birşeyi onun ayrılmaz parçası ile ifade etmektir. Öyleyse Allah korkusundan ağlamanın fazileti hakkında vârid olan her hüküm, korkunun faziletini belirtmektir. Çünkü o ağlama, korkunun meyvesidir.
Artık kazandıklarının cezası olarak az gülsünler ve çok ağlasınlar. (Tevbe/82)
Ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar ve Kur'ân onların derin saygısını artırır. (İsrâ/109)
Şimdi siz bu Kur'ân'a mı şaşıyorsunuz ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz ve siz baş kaldırıyorsunuz? (Necm/59-61)
Mü'min bir kulun gözlerinden, sinek başı kadar olsa dahi Allah korkusundan yaş aksa, sonra onun yüzünün kızgınlığından birşeye isabet etse, muhakkak ki Allah onu ateşe haram kılar. 64
Mü'minin kalbi Allah'ın korkusundan ürperdiği zaman, yapraklar ağaçtan döküldüğü gibi günahları dökülür. 65
Allah korkusundan ağlayan bir kimse sağılan süt memeye tekrar girmedikçe- ateşe girmez. 66
Ukbe b. Amir huzuru saadete varıp Hazret-i Peygamber'e şöyle sordu:
- Kurtuluş yolu nedir?
- Diline hâkim ol! Evin seni istiâb etsin ve hatana karşıağla!67
Hazret-i Aişe Hazret-i Peygamber'e şöyle sordu:
- Ümmetinden hesap görmeden cennete girecek bir kimse varmı?
- Günahını hatırlayıp ağlayan bir kimse hesap görmeden cennete girer. 68
Allah'ın korkusundan ötürü gözden akan bir damla yaştan veya Allah yolunda akıtılan bir damla kandan Allah katında daha sevimli bir şey yoktur. 69
Ey Allahım! Bana çokça ağlayan iki göz ihsan et ki göz damlaları akıtmak sûretiyle kalbe şifa versinler. 70
Yedi sınıf insan vardır, arşın gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı bir günde Allahü teâlâ onları gölgelendirir.
Hazret-i Peygamber bu hadîsi uzun uzadıya izah ettikten sonra şöyle demiştir:
O sınıflardan biri de tenhada bulunduğu halde Allah'ı anan ve gözlerinden yaşlar akan bir kimsedir.
56) Müslim, Buhârî
57) Taberânî
58) Beyhakî
59) Irâkî rivâyetin aslını görmediğini söylemiştir.
60) İbn Hıbbân, Beyhakî
61) İbn Hıbbân
62) Irâkî rivâyetin aslını görmediğini söylemiştir.
63) Tirmizî, İbn Mâce, Hâkim
64) Taberânî, Beyhakî
65) Taberânî, Beyhakî
66) Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce
67) Daha önce geçmişti.
68) Irâkî rivâyetin aslını görmediğim söylemiştir.
69) Tirmizî, (Ebû Ummâme'den)
70) Müslim, Buhârî
Havf ve Recada Galebe
Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) der ki: 'Bir müslüman ağlayabildiği kadar ağlasın, ağlayamayan ise kendini ağlamaya zorlasın'.
Muhammed b. el-Münkedir, Allah korkusundan ağladığı zaman göz yaşlarıyla yanaklarını ve sakalını sıvazlardı ve derdi ki: Kulağıma gelen bir hadîs-i şerifte şu hüküm vardır:
Allah korkusundan gelen damlaların değdiği yeri ateş yakmaz!
Abdullah b. Amr b. el-Âs şöyle demiştir: Ey müslümanlar! Allah korkusundan ağlayın. Eğer ağlamanız gelmiyorsa ağlamaya kendinizi zorlayın. Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, eğer sizden biriniz hakikati bilmiş olsaydı sesi kesilinceye kadar sesli bir şekilde ağlar ve beli kırılıncaya kadar namaz kılardı'.
Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Allah korkusundan yaşlarla dolan bir gözün sahibinin yüzü kıyâmet gününde zillet görmez. Eğer o kimsenin göz yaşları akarsa, Allahü teâlâ o akan yaşların ilk damlasıyla ateşten teşekkül eden denizleri söndürür. Eğer bir ümmetin içinde bir tek kişi ağlasa, onun yüzü suyu hürmetine o ümmet Mü'min ise fazla azap çekmez'.
Ebû Süleyman der ki: 'Ağlamak, Allah korkusundan, ümit ile cezbeye tutulmak ise Allahü teâlâ'nın cemâlinin şevkinden doğar'.
Ka'b'ul-Ahbâr der ki: 'Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun, Allah korkusundan ağlayıp göz yaşlarının yanakları Üzerine akması, bence bir dağ kadar altını sadaka vermekten daha sevimlidir'.
Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh. ) şöyle demiştir: 'Allah korkusundan bir damla göz yaşı akıtmam, bin dinar sadaka vermemden bana daha hoş gelir!
Hanzele şöyle anlatıyor: Bir gün Hazret-i Peygamberin huzurunda bulunuyordum. Hazret-i Peygamber bize öyle bir nasihatta bulundu ki kalpler rikkate geldi. Gözlerden şıpır şıpır yaşlar akmaya başladı ve biz nefislerimizi tanımış olduk. Sonra ben eve gittim. Hanım bana yaklaştı. Hanımla birtakım şeyler konuştuk. Hazret-i Peygamber'in katındaki o hâlim unutuldu ve dünyaya daldık. Sonra Hazret-i Peygamberin katındaki o durumu hatırladım ve kendi kendime dedim ki: 'Vallahi münafıklığa girmiş oldun. Çünkü Hazret-i Peygamberin yanındaki korku ve rikkatin kalmadı'. Bunun üzerine evimden çıktım ve gayri ihtiyari olarak Medine'nin sokaklarından 'Hanzele münafık oldu' diye bağıra bağıra mecsidi nebevî'ye doğru yürüdüm. Bu esnada Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) ile karşılaştım. Bana 'Hayır! Hanzele münafık olmadı' dedi. Böylece Hazret-i Peygamberin yanına vardım. 'Hanzele münafık, oldu' diyordum. Bu sözlerimi duyan Hazret-i Peygamber 'Hayır! Hanzele asla münafık olmaz' dedi. Bunun üzerine dedim ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz biraz önce senin yanında oturuyorduk. Sen kalplerimizi ürperten, gözlerimizden yaşlar akıtan ve nefsimizi bize tanıtan bir nasihatta bulundun. Bu sohbetimizden sonra evime vardım. Karımla beraber dünya işlerine daldık! Senin yanında elde etmiş olduğumuz mânevî havayı unuttum'. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
Ey Hanzele! Eğer daima o manevî hava içeresinde kalmış olsanız, yollarda yürürken ve yataklarınızın üzerinde uzanırken meleklerle musafaha edersiniz. Fakat ey Hanzele! Bu hâl bazen gelir, bazen kaybolur. 71
Ümit, ağlama, takva, verâ ve ilmin fazileti hakkında ve Allah'ın azabından emin olmanın da aleyhinde vârid olan bütün hükümler Allah korkusunun faziletine de delâlet ederler. Çünkü bütün bunlar korku ile bağlantılı bulunurlar, kimi korkunun sebebi ve kimi de korkudan doğan hallerdir.
71) Müslim, (Daha kısa bir ibareyle)
Korku ve Recâ' ile Tedavi
Korku ve ümid'in fazileti hakkında vârid olan haberler pek çoktur. Çoğu kez korku ile ümide bakan bir insan hangisinin daha üstün olduğunda şüpheye düşer. Kişinin 'Korku mu daha üstündür, recâ mı?' suali yanlış bir sualdir. Tıpkı 'Ekmek mi üstündür yoksa su mu?' diyenin sözüne benzer. Bunun cevabı 'Aç bir kimse için ekmek sudan daha üstündür. Susamış bir kimse için ise su daha üstündür ve bu iki durum bir arada bulunursa, duruma bakılır Eğer açlık daha galip ise, ekmek daha üstündür. Susuzluk daha galipse, su daha üstündür. Eğer eşit iseler fazilette de eşittirler' demektir.
Bunun hikmeti şudur: Bir maksat için istenilen herşeyin fazileti kendi nefsine izafeten değil, aksine o maksada izafeten belirir. Korku ile ümit iki ilaçtırlar. Onlarla kalpler tedavi edilir. Bu bakımdan onların fazileti mevcut hastalık nisbetindedir. Eğer kalbe galip olan durum Allah'ın azabından emin olmak ve ona aldanmak ise, korku daha faziletlidir. Eğer galip olan durum Allah'ın rahmetinden ümitsizlik ise, ümit daha faziletlidir. Aynen bunun gibi eğer kul üzerinde galip olan durum, günahkârlık ise, böyle bir kul için korku daha üstündür. Kayıtsız ve şartsız korku daha üstündür demek caizdir.
Fakat 'Ekmek, sekencebin denilen maddeden daha faziletlidir; zira ekmek ile açlık hastalığı tedavi edilir, sekencebin maddesiyle safra hastalığı tedavi edilir. Oysa açlık hastalığı daha galip ve daha çoktur. Bu bakımdan ekmeğe olan ihtiyaç sekencebin maddesine olan ihtiyaçtan daha fazladır. Öyleyse ekmek daha üstündür' te'viline binaen böyle denilebilir.
Bu itibarla korku daha faziletlidir. Çünkü halk arasında Allah'ın affına aldanmak ve günahlara dalmak daha yaygın bir haldir. Eğer korku ile ümidin çıkış merkezi tedkik edilirse, ümidin daha üstün olduğu görülür. Çünkü ümit rahmet denizinden, korku ise gazab denizinden alınmaktadır.
Kim Allah'ın sıfatlarından lütûf ve merhameti gerektiren bir sıfatı mülâhaza ederse, o kimsede muhabbet daha galip olur.
Muhabbetin ötesinde bir makam yoktur. Korkunun dayanağı ise şiddeti iktiza eden ilâhî sıfatlardır. Bu bakımdan muhabbetin ümide karışması gibi, muhabbet korkuya karışmaz. Kısacası başkası için kastolunan birşey hakkında en faziletliyi ifade eden efdal terimini değil de en elverişliyi ifade eden aslâh terimini kullanmak daha yerinde olur. Halkın çoğu için korku, ümitten daha elverişlidir. Çünkü günahlar onlara daha galiptir. Günahın açığını ve gizlisini bırakan muttakîye gelince, en doğru hüküm, böyle bir kimsenin korkusu ile ümidini eşit saymaktır. Bu nedenle şöyle denilmiştir; 'Eğer Mü'minin korkusu ile ümidi tartılsa muhakkak eşit çıkar'.
Rivâyet ediliyor ki Hazret-i Ali çocuklarından birine 'Ey oğul! Allah'tan öyle bir şekilde kork ki bütün yeryüzünde yaşayan insanların sevaplarıyla O'nun huzuruna varsan bile o sevapları senden kabul etmeyeceğini düşün ve Allah'tan öyle bir şekilde ümitli ol ki eğer yeryüzündeki bütün insanların kötülükleriyle O'nun huzuruna gelsen bile seni bağışlayacağını düşün' demiştir.
Bu sırra binaen Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Eğer bir kişi müstesna bütün insanlar ateşe girecek dense, o kişinin ben olmasından ümidimi kesmem ve yine bütün insanlar bir kişi müstesna cennete girecek dense, muhakkak o kişi olmaktan korkarım!'
Hazret-i Ömer'in bu sözü, korku ve ümidin son dereceye ulaşmasından kaynaklanır. Ancak bu, birinin diğerine eşit olması açısından böyledir. Hazret-i Ömer gibi bir zatın korku ve ümidinin eşit olması uygundur.
Âsî bir kimse cehenneme girmekten istisna edilen kişi olduğunu zannettiği zaman, onun bu zanna kapılması mağrur oluşuna delil olur. Eğer 'Hazret-i Ömer gibi bir insanın korku ve ümidinin eşit olmaması gerekir. Aksine Ümit kitabının başında geçtiği gibi, ümidi daha ağır olmalıdır. Tohum ve ziraatla misal getirildiği gibi Hazret-i Ömer'in kuvvetinin, sebeplerin kuvveti nisbetinde olması uygundur' dersen, malûmdur ki temiz tohumu temiz araziye eken ve onu geliştirmeye çalışan ve bütün şartlarını yerine getiren bir kimsenin kalbinde o ekinin yetişme ümidi daha fazla olur. Böyle bir kimsenin korkusu, ümidine müsavi olamaz. Bu bakımdan muttakîlerin hallerinin de böyle olması uygundur.
Mârifeti, lâfızlar ve misallerden edinen bir kimsenin hataları çoğalır. Biz onu her ne kadar bir misal ile zikretmiş isek de o her yönden bizim bahsettiğimiz hususa benzemez. Çünkü ümidin galip gelmesinin sebebi, tecrübeyle elde edilen bir ilimdir. Zira yerin temizliği, tohumun sağlamlığı, havanın güzelliği ve o yöredeki yok edici sebeplerin azlığı tecrübeyle anlaşılmıştır.
Bizim meselemizin misali, cinsi denenmemiş ve daha önce ziraat hususunda tecrübe edilmemiş bir araziye ekilen bir tohum gibidir. Üstelik o arazinin bulunduğu memlekette şimşeklerin çakmasının ve dolunun yağmasının çok olup olmadığı da bilinmemektedir. Böyle bir yerdeki çiftçinin var kuvvetiyle çalışsa bile ümidi korkusuna galip gelemez.
Bizim meselemizde tohum imandır. Onun sıhhatinin şartları incedir. Yer ise, İnsan oğlunun kalbidir. O kalbin gizli çirkinliklerden, gizli şirkten, nifak ve riyadan saf bulunmasıdır. Kalpteki gizli şeyleri çözmek gayet zordur. Âfetler ise, şehvetler ve dünya süsleridir. Kalbin bunlara gelecekte iltifat etmesidir. Her ne kadar hâl-i hâzırda kalp bunlardan selîm ise de. . .
Oysa bu, ne deneme ile bilinir ve ne de tahakkuk eden bir şeydir; zira İnsan oğlunun önüne muhalefeti mümkün olmayan sebeplerden biri benzeri denenmediği halde çıkar. Çakan şimşekler ve yağan dolular ise, ölüm anındaki dehşetlerdir ve o anda inancın sarsılmasıdır! Bu da denenmeyen şeylerdendir. Ekinin olgunlaşıp biçilmesi ise, kıyâmetten dönüp cennete varmak anında tahakkuk eder. Bu ise denenmemiştir. Bu bakımdan bütün bu şeylerin hakikatlerini bilen bir insan, eğer kalben zayıf, esasında korkak bir kimseyse, şüphesiz onun korkusu ümidine galebe çalar.
Nitekim ashâb-ı kiram ve tâbiînin ileri gelenlerinden bu durum hikâye edilecektir. Eğer o kimse, kalben kuvvetli, kahraman bir zat ve tam mârifetli ise, onun korku ile ümidi eşit olur. Ümidinin korkuya galebe çalması sözkonusu olmaz.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) kalbini inceden inceye tedkik ederdi. Hatta münâfıkları en iyi bilen Hazret-i Huzeyfe'den 'Acaba bende münafıklık var mı?' diye sorardı. Çünkü Hazret-i Peygamber, Huzeyfe'ye münafıkları bildirmişti. Madem durum budur, öyleyse kalbini gizli nifaktan ve gizlice Allah'a ortak koşmaktan temizlemeye kimin gücü yeter? Eğer kişi, kalbinin bundan temizlenmiş olduğuna inanırsa, bilâhare bozulmayacağından nasıl emin olabilir? Ayıbının kendisinden gizlendiğinden nasıl emin olabilir? Eğer buna da güveniyorsa, son nefesine kadar bu durum üzerinde kalacağına dair nereden teminat almıştır?
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kişi elli senelik ömrü boyunca cennet ehlinin ameli gibi, Allah'a ibâdet eder. Öyle ki cennetle arasında bir karış kadar mesafe kalır. (Bir rivâyette; onunla cennetin arası ancak bir devenin iki sağımı arası kadar kalır, Allah'ın kaza ve kaderi ilâhisi onun önüne geçer ve cehennem ehlinin ameliyle onun defteri sonuçlanır) . 72
Devenin iki sağımı arası kadar bir miktar, azalarla amel yapmaya müsait olmayan bir zamandır. O ancak ölüm çağında İnsan oğlunun kalbinden geçenin sığacağı kadar bir zamandır. Bu durum, kişinin sonunun kötülükle sonuçlanmasını gerektirir! Öyle ise kişi bundan nasıl emin olabilir? Madem durum budur, imanlı bir kimsenin en yüksek hedefi, Allah'tan korkması ile Allah'ın rahmetini ümit etmesinin eşit olmasıdır. Birçok kimsede ümidin galebe çalması aldanmasından ve mârifetinin azlığından kaynaklanır. Bunun için Allahü teâlâ ümit ile korkuyu, övdüğü insanların niteliği olarak bir arada cem'ederek şöyle buyurmuştur:
Korkarak ve umarak rablerine dua ederler. (Secde/16)
Gerçekten onlar hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi. (Enbiya/90)
Hazret-i Ömer gibisi nerede! Bu bakımdan bu zamanda yaşayanlar için uygun olan şey, korkunun ümide galebe çalmasıdır. Fakat korku ve ümitsizlik, onları ameli terketmeye ve Allah'ın rahmetinden ümit kesmeye götürmemek şartıyla; zira bu dereceye vardırdığı takdirde amelde tembellik ve günahlara dalmaya sebep olur.
Böyle bir durum, korku değil, Allah'ın rahmetinden ümit kesmektir. Korku insanı ibâdet etmeye teşvik eder, şehvetleri bulandırır. Kalbi dünyaya meyletmekten sakındırır. Aldanış evinden kalbi uzaklaşmaya dâvet eder. İşte dinen övülen korku bu korkudur, insanı günahlardan menetmeyen, aksine teşvik eden ve sözden ibaret olan bir durum, korku değildir. Ümitsizliği gerektiren hareket de korku değildir.
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Kim sadece korkudan Allah'a kulluk yaparsa c, düşünceler denizine garkolur. Kim sadece ümit ile Allah'a kulluk yaparsa, gururun sahrasında şaşakalır. Kim ümit ve korku arasında bulunduğu halde Allah'a ibadet ederse, o, zikirlerin caddesinde yürür'.
Mekhûl şöyle demiştir: 'Sadece korkudan ötürü Allah'a ibadet eden, Haruriyye mezhebine mensuptur. Sadece ümitle Allah'a kulluk yapan, Mürcie'dir. Sadece muhabbetten ötürü Allah'a kulluk yapan zmdık'tır. Korku, ümit ve muhabetten ötürü Allah'a ibadet eden ise muvahhiddir. 73
Madem durum budur, o halde bu üç vasfı bir araya getirmek gerekir. Fakat ölümü görmeden önce korkunun galebe çalması en uygunudur, ölüm anında ise, insan için en uygunu ümidin galebe çalması ve Allah hakkında hüsn-ü zanda bulunmasıdır. Çünkü korku, insanı çalışmaya iteleyen kamçı gibidir. Ölüm anında ise, çalışma sona ermiştir. Bu bakımdan ölüme yaklaşmış bir insanın ne çalışmaya, ne de korkunun sebeplerine gücü yetmez; zira bu, onun kalbinin damarını kesip ölümünün çabuklaşmasına yardım eder!
Ümit ise kişinin kalbini kuvvetlendirir. Umduğu, rabbini ona sevdirir.
Allah'ın dostu olmadığı halde dünyadan ayrılmak, hiç kimse için uygun değildir. Bu bakımdan dünyadan ayrılan Allah'ını sevmelidir. Çünkü Allah ile mülâki olmayı sevenle Allah da mülâki olmayı sever. Ümit ve muhabbet beraber olur. Bu bakımdan Allah'ın keremini ümit eden bir kimse, aynı zamanda, Allah'ın mahbûbudur. Zaten ilim ve amellerden gaye; Allah'ın mârifetidir ki bu mârifet muhabbet ve sevgiyi meyve olarak verir. Çünkü sonuç O'na döner.
Ölümle insan O'nun huzuruna varır. Öyleyse mahbûbunun huzuruna varan bir kimsenin sevinci muhabbeti nisbetinde büyük dur. Mahbûbundan ayrılan bir kimsenin üzüntü ve azabı da şiddetli olur. O halde ölüm anında kalpte ailesinin, evladının, malının, meskeninin, akar ve arkadaşlarının sevgisi galip ise, bu kimsenin bütün sevdikleri dünyadadır.
Bu bakımdan dünya bunun cennetidir; zira cennet bütün sevgilileri bir araya getiren bir kıtadan ibarettir. Öyleyse bunun için ölüm, kendisine ait cennetten çıkış ve kendisiyle istedikleri arasına perde geren bir durumdur. Bu bakımdan kişinin Allah'tan, O'nun zikri, mârifeti ve O'nun hakkında düşünmekten başka mahbûbu olmadığı ve dünya ile dünyanın nimetleri kendisini mahbûbundan meşgul ettiği zaman, dünya onun için hapishanedir! Zira hapishane, hapsolunan bir kimseyi sevdiklerine gitmekten alıkoyan bir yerin ismidir. Bu bakımdan bu kimsenin ölümü, mahbûbunun huzuruna varış ve hapisten kurtuluştur. Hapisten kurtulmuş ve mahbûbuyla engel olmaksızın başbaşa kalmış bir kimsenin hali ise, herkesin malûmudur. İşte ölümünden sonra dünyadan ayrılan herkesin ilk rastladığı sevap ve ceza budur. Bu da Allahü teâlâ'nın salih kulları için gözün görmediği, kulağın işitmediği, beşerin hayâl bile etmediği nimetler ve dünyayı âhirete tercih eden ve dünyaya razı olan, ona tamamen güvenen kullarına da hazırladığı bukağılar ve zincirlerdir.
Bu bakımdan biz Allahü teâlâ'dan, bizi müslüman olarak öldürmesini ve salih kullarının zümresine ilhak etmesini talep ederiz. Bu duanın kabul olunması ancak Allah'ın sevgisini elde etmek ile umulabilir ve Allah sevgisine de ancak başkasının sevgisini kalpten çıkarmak, Allah'tan başka mertebe, mal ve meskenden alâkayı kesmekle varılır. Bu bakımdan bizim için en iyisi Hazret-i Peygamber'in Allah'ı çağırdığı dua ile dua etmektir:
Ey Allahım! Bana sevgini ve seni sevenin sevgisini, beni senin sevgine yaklaştıran şeyin sevgisini ihsan et. Sevgini soğuk sudan daha fazla, bana sevdir. 74
Gaye, ölüm çağında ümidin galebe çalmasının İnsan oğlu için daha elverişli olmasıdır. Çünkü bu, muhabbeti daha celbedici olur.
Ölümden önce ise, korkunun galip gelmesi daha elverişlidir; zira o, şehvetlerin ateşini daha söndürücü ve dünya muhabbetini kalpten daha fazlasıyla söküp atıcıdır.
Sizden biriniz, ancak rabbi hakkında hüsn-ü zanda bulunduğu halde ölsün. 75
Allahü teâlâ da bir hadîs-i kudsî'de şöyle demiştir:
Ben kulumun zannı üzereyim. Bu bakımdan kulum benim hakkımda dilediği şekilde zanda bulunsun!76
Süleyman et-Teymî, ölüm döşeğinde yatarken oğluna 'Ey oğul! Bana Allah'ın şeriatındaki ruhsatları söyle. Bana ümidi zikret ki ben rabbime hüsn-i zan ile mülâki olayım!' dedi.
Süfyân es-Sevrî ölüm döşeğinde iken, üzüntüsü alabildiğine arttı. Âlimler onun etrafında toplandılar. Ona ümit veriyorlardı.
Ahmed b. Hanbel, ölüm döşeğinde iken, oğluna, İçinde ümit ve güzel zan bulunan hadîsleri zikret' dedi.
Bütün bunlardan gaye; Allah'ı, nefsine sevdirmektir.
Allahü teâlâ Hazret-i Dâvud'a vahiy göndererek şöyle buyurmuştur.
- Beni kullarıma sevdir!
- Onlara seni ne ile sevdirmiş olayım?
- Onlara nimetlerimi zikretmek sûretiyle beni sevdir.
Madem durum budur, öyleyse saadetin gayesi; şahsın Allah'ı sevdiği halde ölme sidir. Sevgi de ancak mârifetle, dünya sevgisini kalpten çıkarmakla elde edilir. Öyle ki bütün dünya, kişinin gözünde kendisini sevgilisinden ayıran bir hapishane gibi olur.
Salihlerden biri rüya âleminde Ebû Süleyman ed-Dârânî'yi uçtuğu halde gördü. Kendisine bu durumunu sorunca, Ebû Süleyman ed-Dârânî 'Şimdi kurtuldum!' diye cevap verdi. Rüya gören sabahladığı zaman ed-Dârânî'nin durumunu sordu. Ona 'Dün gece vefat etti' denildi.
72) Bezzâr ve Taberânî
73) Sadece bu hallerden biriyle îıallenen, elbette ilim veya sünnet terazisinden çıkar. Fakat hepsini bir araya getirirse ilim ve sünnet üzerinde müstakim olur. (İthaf us-Saade, IX/220)
74) Tirmizî, (Ebu'd Derda'dan)
75) Müslim
76) İbn Eb'id-Dünya, Hâkim, İbn Hıbbân, İbn Adiyy, Taberânî, Beyhakî
HAVF VE RECÂ' konusu devamı;