16 - UZLET ÂDÂBI |
16-1
1. Uzlet Hakkındaki Görüşler
Halk, uzlet hakkında ihtilâf etmiştir. Bu ihtilâf, tâbiîn arasında başgöstermiştir. Uzletin tercih edilmesinin halk ile kaynaşmaktan daha üstün olduğunu savunanlar Süfyân es-Sevrî, İbrahim b. Edhem, Fudayl b. Iyâz, Süleyman el-Havvas, Yûsuf b. Esbat, Huzeyfe el-Meraşî ve Bişr el-Hafî'dir.
Tâbiînin çoğu ise, halk ile oturup kalkmanın müstehab olduğunu, çok dost ve kardeş edinmenin iyiliğini, yakınlık ve dostluk kurmanın ve müslümanlarca sevilmenin faziletini, dinde 'birr' ve 'takva' yolunda müslümanlardan yardım istemeyi savunmuşlardır. Said b. Müseyyeb, Şa'bî, İbn Ebî Leylâ, Hişam b. Urve, İbn Şübrime, Şureyh, Abdullah'ın oğlu Şerik, İbn Uyeyne, İbn-i Mübârek, İmâm-ı Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve bir cemaat bu ikinci mezhebe meyletmiştir.
Alimlerden bu hususta nakledilen sözler, muhakkak iki görüşten birisine meylettiklerine işaret eden karinesiz kelimeler ile meylin illetine işaret eden karineli kelimelere ayrılabilir: Bu bakımdan biz, şimdilik o kelimelerin mutlak olanlarını nakledelim ki bu husustaki mezhebi beyan etmiş olalım. İlletle beraber nakledilenleri ise bu husutaki tehlike ve faydalara temas ettiğimiz zaman zikredeceğiz.
Hazret-i Ömer 'Uzletten nasibinizi alınız!' demiştir. İbn Sîrin 'Uzlet ibadettir' der. Fudayl b. Iyâz 'Muhib olarak Allah kâfidir. Mûnis olarak Kur'ân kâfidir. Vâiz olarak ölüm kâfidir' demiştir. Yine denilmiştir ki; 'Allah'ı arkadaş edin! İnsanları bir tarafa at!'
Ebû Rebî ez-Zâhid, Dâvud-i Tai'ye 'Ya Dâvud! Bana nasihat et' dediğinde, Dâvud 'Dünyadan oruç tut! İftarını âhiret kıl!
Arslandan ürküp kaçtığın gibi insanlardan ürküp kaç!' diye cevap vermiştir.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: Tevrattan ezberlediğim birkaç kelime şudur: İnsanoğlu kanaat etti, zengin oldu. Halktan uzaklaştı, selâmet buldu. Şehvetlerini terketti, hür oldu. Hased ve kıskanmayı terketti, mürüvveti göründü, az sabretti, uzun zaman lezzet ve zevkini tattı'.
Vüheyb b. Verd şöyle der: 'Hikmet on parçadır. Dokuzu sükût etmekte, onuncusu ise insanlardan uzaklaşmaktadır'.
Yûsuf b. Müslim, Ali b. Bekkar'a bu zat, evinden hiç çıkmazdı'Sen uzlete nasıl sabrediyorsun?' dediğinde, cevap olarak şunları söyledi: 'Gençken bundan daha çok şeye sabrediyordum; halk ile oturup onlarla bir kelime dahi konuşmuyordum'.
Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Bu zaman, susmak zamanıdır. Evlerden çıkmamak vaktidir'.
Âlimlerden biri şöyle anlatır: Ben bir gemide bulunuyordum. Beraberimizde aleviyy'ul-meşreb (Hazret-i Ali'yi çok seven) bir genç bulunuyordu. Kendisine dedim ki:
Bir haftadan beri seninle bir arada bulunuyoruz. Ne bize karışır ve ne de konuşur görüyoruz seni. .
Bu sual karşısında adam şu şiiri okudu: Üzüntüsü az, ölecek evlâdı yok, Elden kaçacak bir şey de yok ki, ondan korksun. Çocukluk devresini geçirmiş, ilim elde etmiş. . . Gayesi artık uzlete çekilip susmaktır.
İbrâhîm Nehaî birine şöyle der: 'Fıkhı öğren, sonra uzlete çekil!'
Haysem'in oğlu Rebî de şöyle anlatır: İmâm-ı Mâlik cenaze merasimlerinde bulunur, hastaları ziyaret eder, arkadaşlara haklarını verirdi. Daha sonra bunları teker teker terketti. Hatta sonunda hepsini terkedip, uzlete çekildi. O şöyle derdi: 'Kişi için her özrünü beyan etmek mümkün değildir'.
Ömer b. Abdülaziz'e 'Keşke bize bir vakit ayırsaydın?' denildiğinde, 'Boş vakit geçti. Ancak Allah'ın nezdinde boş vaktimiz olabilir' diye cevap vermiştir.
Fudayl b. İyaz şöyle demiştir: 'Kişi bana rastladığı zaman selâm vermezse ve hasta olduğum zaman ziyaretime gelmezse, onun yanımda bir iyiliğinin olduğunu hissederim'.
Ebû Süleyman Dârânî şöyle anlatır: Haysem'in oğlu Rebî, kapısında otururken ansızın bir taş fırlatıldı, alnına değip başını yardı. Bir taraftan elleriyle kanını siliyor, bir taraftan da şöyle diyordu: 'Andolsun nasihat edildin. (Acaba bundan ibret aldın mı?) ' Sonra kalkıp evine girdi. Bundan sonra cenazesi evden çıkıncaya kadar, bir daha da kapıda oturmadı.
Sa'd b. Ebî Vakkas ile Said b. Zeyd Medine'nin Akik denilen semtinde bulunan evlerine kapanıp dışarı çıkmadılar. Ne cuma, ne de başka birşey için Medine'ye inmezlerdi. Akik'te vefat edinceye kadar bu hâlleri devam etti. 1
Süfyân es-Sevrî şöyle derdi: 'Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim, tenhaya çekilmenin ve uzlete kapanmanın vakti gelmiştir'.
Abdullah'ın oğlu Bişr der ki: 'Halkı az tanı! Çünkü sen kıyâmet gününde ne olacağını bilmiyorsun. Eğer rezalet olursa hiç olmazsa seni tanıyanlar az olur'.
Emirlerden biri Hatem-i Esamm'in huzuruna girdi ve şöyle sordu:
- Ya Hatem! Birşeye ihtiyacın var mı?
- Evet, var.
- Nedir?
- Senin beni görmemene, benim de seni görüp tanımamaya ihtiyacım var!
Bir kişi Sehl Tusterî'ye şöyle dedi:
- Seninle arkadaşlık etmek istiyorum.
- Acaba ikimizden birisi öldüğü zaman hayatta kalanla kim arkadaşlık yapacak?
- Allah!
- O halde şimdi de Allah ile arkadaşlık yapsın.
Fudayl'a "Oğlun Ali 'Keşke ben öyle bir yerde olsaydım, halkı görseydim, fakat halk beni görmeseydi' diyor" denildiğinde, Fudayl ağlayarak şöyle demiştir: "Eyvah Ali'nin hâline. . . Neden 'Keşke ne ben onları görsem, ne de onlar beni' demedi!"
Yine Fudayl şöyle der: 'Kişinin çok tanıdığının olması, akılsızlığına işaret eder.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: 'Meclislerin en faziletlisi, evinin derinliğinde bulunan meclistir. O meclis ki ne orada görünürsün, ne de görürsün'.
İşte buraya kadar söylenenler, uzlete çekilip tenhayı tercih edenlerin sözleridir.
1) Sa'd b. Ebî Vakkas Hazret-i Osman'ın hilafeti zamanında kopan fitnede evine kapanmış, aile efradına halk bir İmâm seçip onun etrafında toplanıncaya kadar olayların hiçbirini kendisine nakletmemelerini tenbih etmiştir. Hazret-i Osman'ın şehadetinden sonra Ömer b. Sa'd kendisine, halifeliğe talip olmasını söylemiş ise de, Sa'd bunu kabul etmemiştir. Yeğeni Hâşim de aynı teklifi yapmış fakat Sa'd bu teklifi de reddetmiştir. Akik'de bulunan köşkünde vefat etmiştir. Cenazesi Medine'ye nakledilmiş ve Cennet'ül-Bâkî'ye defnedilmiştir. Mervan b. Hakem H. 55 senesinde namazını kıldırmıştır.
Vakidî'nin rivâyetine göre, Said b. Zeyd de Akik'de vefat etmiş ve Cennet'ül-Bâkî'ye defnedilmiştir. Diğer bir rivâyete göre, Muaviye'nin halifeliği zamanında Kûfe'de vefat etmiş ve cenaze namazım Kûfe valisi Muğire b. Şu'be kıldırmıştır. (İthâfu's-Saâde, VI/333)
2. Halk Arasına Katılmayı Tercih Edenlerin Delilleri ve Bu Delillerin Zayıf Tarafları
Bu grup şu ayetlerle istidlal etmiştir.
Ey Mü'minler! Kendilerine açık deliller ve ayetler geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın! İşte onlar için çok büyük bir azab vardır. (Âl-i İmrân/105)
Allah kalplerinizi uzlaştırdı. (Âl-i İmrân/103)
Allahü teâlâ burada kalpleri uzlaştırmakla kullarına minnet etmektedir. Bu grubun, bu ayetlerle istidlal etmeleri zayıftır. Çünkü ayetten gaye; fikirlerin ayrılması Kur'ân'ın mânâlarında ve şeriatın esaslarında çeşitli mezheplerin ihtilâfa düşmesi demektir. (Bedenle insanlardan ayrılmak değildir) . İkinci ayetteki Ülfet kelimesinden gaye, göğüslerden kötü düşünce ve vesveseleri kaldırmaktır. Çünkü kötü düşünceler fitneleri kabartır, fitneler de husumetleri tahrik eder. Uzlet ve tenhaya çekilmek ise, buna zıt düşmez. Bu grup aynı zamanda Hazret-i Peygamber'in şu hadîsiyle de istidlal etmiştir:
Mü'min sever, sevilir. Sevmeyen ve sevilmeyende hayır yoktur. 2
Onların bu delilleri de zayıftır. Çünkü Hazret-i Peygamber'in bu hadîsi dostluğa engel teşkil eden kötü ahlâkı kötülemektedir. Eğer insanlarla oturup-kalktığı takdirde sever, sevilir ve güzel ahlâklı olursa, bu hadîsin tehdidi altına girmez. Bu güzel ahlâkın sahibi halkla oturup kalkmayı ancak nefsiyle meşgul olduğu için terketmiştir. Kendi nefsini başkasının şerrinden kurtarmak için insanlarla oturup kalkmayı terketmiştir. Bu grup, Hazret-i Peygamber'in şu hadîsleriyle de istidlâl etmişlerdir:
Cemaatten bir karış ayrılan, İslâm'ın ipini boynundan çıkarmıştır.
Diğer bir hadîs de şöyledir:
Cemaattan ayrı olarak ölmek cahiliyet ölümüdür. 3
Müslümanlar İslâmiyyet'te toplandıklarında müslümanların birliğini bozan bir kimse boynundan İslâm'ın ipini söküp atmıştır. 4
Onların bu istidlâlleri de zayıftır. Çünkü hadîsteki cemaatten gaye, biat akdiyle bir imamın üzerinde ittifak eden cemaat demektir. Böyle bir cemaate karşı çıkmak zulümdür. Rey ile onlara muhalefet etmek ve onlara karşı çıkmak mahzurludur. Çünkü halk, fikirleri bir araya getiren, emirlerine itaat olunan bir imamın bulunmasına muhtaçtırlar. Böyle bir imamın bulunması, ancak halkın çoğunun biatiyle mümkün olur. Bu bakımdan böyle bir meselede muhalefet etmek, müslümanların durumunu sarsıp fitnenin kabarmasını tahrik etmek olur. Burada uzlete ve tenhaya çekilmek hususunda, menfi birşey yoktur. Bu grup Hazret-i Peygamber'in üç günden fazla küs kalmayı yasaklamasını da uzlete çekilmeye ters düşmekle yorumlamışlardır.
Herhangi bir kimse üç günden fazla müslüman kardeşinden uzaklaşıp küs kalarak ölürse ateşe girer. 5
Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Müslüman bir kimseye (din) kardeşinden üç günden fazla uzak durmak (küs kalmak) helâl değildir. Küsenlerden hangisi daha önce gelip konuşursa o cennete girer. 6
Kardeşine bir yıl küs kalan, onun kanını akıtan bir kimse gibi olur. 7
Bu grup 'Uzlet demek, müslümanları tamamen terketmek demektir' demişlerdir. Onların bu sözleri zayıftır. Çünkü hadîslerde belirtilen uzaklaşma ve küs kalma tabirleri, insanlara kızgın olmak, selâm, kelâm ve normal ilişkiyi kesmekte ısrar etmek demektir. Bu bakımdan öfkesiz olarak insanlarla oturup-kalkmayı terkeden bir kimse bu tehditlerin kapsamına girmez. Buna rağmen üç günden fazla uzak kalmak iki yerde caizdir: Birisi, terkedilenin ıslah olacağını terketmekte görmektir. İkincisi, terketmekte selâmet görmesidir.
Hadîs-i şeriflerdeki yasak hükmü her ne kadar umumi şekilde ifade edilmişse de, bu iki yerden başkasına hamledilir. Çünkü bu iki yer özel yerlerdir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) Âişe validemizi, Zilhicce, Muharrem ve Safer ayının bir kısmında terketmiş; (kendisiyle konuşmamıştır) . 8
Hazret-i Ömer'den rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) kadınlarından uzaklaşmış ve bir ay onlardan ayrı kalmıştır. Evin yukarısında bulunan bir odaya çekilmiş ki orası kiler vazifesi görüyordu orada yirmi dokuz gün kaldıktan sonra inmişti. Kendisine 'Sen orada bir ay değil yirmidokuz gün kaldın' denildiğinde şöyle demiştir: 'Ay bazen yirmidokuz gün çeker'. 9
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Hiçbir müslüman için kardeşinden üç günden fazla uzak kalmak helâl değildir. Meğer ki uzak kaldığı kimse şerrinden emin olunmayan bir kimse olsun. 10
İşte Hazret-i Peygamberin bu hadîsi, açıkça yukarıdaki yasakların bu iki yerin dışında kalan kimseler için olduğunu belirtmektedir.
Hasan-ı Basrî'nin 'Ahmak bir kimseden uzak kalmak Allahü teâlâ'ya yakınlaşmaktır' sözü de bu hadîs-i şerife göre tefsir edilmelidir. Zira ahmak bir kimsenin hamâkatı ölüme kadar devam eder. Çünkü ahmaklık, tedavisi olmayan bir hastalıktır. Vakıdî'nin yanında; ölünceye kadar bir kişiyi terkeden başka bir kişinin halinden konuşuldu. Bu büyük İmâm şöyle dedi: 'Bu kişiden önce ashâb-ı kiramdan bir grup da bunu yapmıştı. Sa'd b. Ebî Vakkas Ammar b. Yasir ile, Hazret-i Osman Abdurrahman b. Avf ile, Hazret-i Âişe Hazret-i Hafsa ile ve Tâbiînden Tavus Vehb b. Münebbih ile ölünceye kadar konuşmamışlardır. Bütün bunlar, dinleri için selâmetin, onları terketmekte olduğunu görmelerine hamledilir. Uzlet ve tenhaya çekilmeyi iyi görmeyen grup şu olay ile de istidlâl etmişlerdir: Dağa ibadet için çıkmak isteyen bir adam, Hazret-i Peygamber'e getirilir ve Hazret-i Peygamber ona şöyle der:
Ne sen böyle yap, ne de sizden herhangi bir kimse yapsın! Yemin ederim, herhangi birinizin İslâm yolunda sabretmesi, tek başına kırk sene yaptığı ibadetten daha hayırlıdır. 11
Zahire bakılırsa bunun illeti şudur: İslâm'ın başlangıcında cihad farz olduğu halde böyle bir ibadete çekilmekte cihadı terketmek vardı. Nitekim Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği şu hadîs de buna delildir.
Ebû Hureyre (radıyallahü anh) der ki: Biz Hazret-i Peygamber'le beraber sefere gittik. Bir vâdiye vardık. O vadide suyu tatlı bir pınar gördük. Askerlerden biri 'Keşke halktan ayrılıp, bu vâdide ibadet etseydim (ne güzel olurdu) , fakat ben bunu Hazret-i Peygamber'e söylemedikçe yapamam' dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
(Sakın) böyle yapma! Zira herhangi birinizin Allah yolunda cihad ederek sebat göstermesi aile efradının içinde altmış sene ibadet yapmasından daha hayırlıdır. Acaba siz Allah'ın sizi affedip cennete sokmasını istemez misiniz? (O halde) Allah'ın yolunda savaşın. Zira herhangi bir kimse
Allah yolunda bir devenin sağımı kadar savaşırsa, Allahü teâlâ onu cennete koyar. 12
Uzlete taraftar olmayan grup, Muaz b. Cebel'den rivâyet edilen şu hadîsle istidlâl etmişlerdir:
Koyunun kurdu gibi, şeytan da insanın kurdudur. İnsanlardan, cemaatten uzaklaşan, kenarda kalan ve serkeşlik yapanları kapar. Dağların kovuklarına sığınmaktan sakınınız. Halkın çoğunluğu nerede ise orada olunuz. Cemaatten ve mescidlerden ayrılmayınız. 13
Hazret-i Peygamber bu hadîs-i şerifiyle ilim tahsili yapmayan ve buna rağmen uzlete çekilen bir kimseyi kasdetmektedir. Zaruret hariç, böyle bir hareketin yasaklanması ileride açıklanacaktır
2) Sohbet bölümünde geçmişti.
3) Müslim
4) Taberânî, Hattâbî
5) Ebû Dâvud
6) Müslim ve Buhârî
7) Ebû Dâvud
8) Ebû Dâvud'un rivâyetine göre bu hâdise Zeyneb validemizin başından geçmiştir.
9) Müslim, Buhârî
10) İbn Adiyy
11) Beyhakî, İbn Abdilberr
12) Tirmizî, Hâkim
13) İmâm-ı Ahmed, Tebarânî
3. Uzleti Tercih Edenlerin Delilleri
Uzleti savunanlar, Allahü teâlâ'nın Hazret-i İbrahim'den hikâye ettiği şu ayetle istidlâl etmişlerdir:
İşte onlardan ve onların Allah'tan başka taptıklarından ayrılınca biz ona İshak'ı ve Yakub'u ihsan ettik ve hepsini de peygamber yaptık. (Meryem/49)
Hazret-i İbrahim'e bu ihsan-ı ilahînin bahşedilmesinin uzletin bereketiyle olduğuna bu ayetin işaret olduğu söylenilmiştir. Oysa onların bu delili zayıftır. Çünkü kafirlerle beraber olmaktan gaye; onları dine davet etmektir. Başka bir faydası yoktur. Onların dine dönüşlerinden ümit kesildiği zaman, artık onları terketmemenin hiçbir mânâsı yoktur. Oysa biz burada müslümanlar ile beraber olmaktan ve bu beraberlikteki faydadan bahsediyoruz. Nitekim Hazret-i Peygamber'e 'Sence kapalı bir testiden mi abdest almak, yoksa şu insanların abdest aldığı havuzlardan mı abdest almak daha makbul ve sevimlidir?'denildiğinde, Hazret-i Peygamber şu cevabı vermiştir:
Muhakkak ki, şu havuzlardan abdest almak daha makbuldür. Böylece müslümanların ellerinin bereketinden istifade edilir. 14
Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Peygamber Kâbeyi tavaf ederken su içmek için zemzem kuyusuna gitti. Baktı ki, deriden yapılmış havuzlar içerisinde hurma hoşafı var ve hacılar ellerini oraya daldırıp hoşaftan avuçlayıp içiyorlar. Hazret-i Peygamber 'bana da içiriniz' dedi. Hazret-i Abbas (radıyallahü anh) 'Bu hurma şerbetidir ve ona ellerini soktular. Müsaade ederseniz evden ağzı kapalı temiz bir testiden getireyim' dedi. Hazret-i Peygamber de şöyle dedi:
(Hayır!) İnsanların içtiği şu şerbetten bana içiriniz. Çünkü müslümanların ellerinin bereketini istiyorum. 15
Sonra da ondan içti. Hâl böyle iken, acaba kafirlerden ve putlardan uzaklaşmanın delili olan bir delil ile müslümanlardan uzaklaşmanın iyiliğine nasıl istidlâl edilebilir? Oysa müslümanlarla beraber olmakta birçok faydalar vardır. Uzleti savunanlar Hazret-i Mûsa'nın şu sözüyle de istidlal etmişlerdir:
Eğer bana inanmadınızsa bâri ben (im yolum) dan çekilin. (Duhan/21)
Görülüyor ki, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) halktan ümitsiz olduğu zaman uzlete çekilmiştir. Allahü teâlâ, Ashâb-ı Kehf hakkında da şöyle buyurmuştur:
Madem ki siz, kavminizden ve onların Allah'tan başka taptıkları putlardan ayrıldınız, o halde mağaraya çekilin ki, rabbiniz rahmetinden size genişlik versin ve işinizde bir kolaylık hazırlasın. (Kehf/16)
Görüldüğü gibi, onlara uzlet emrediliyor. Hazret-i Peygamber de (sallâllahü aleyhi ve sellem) Kureyşliler kendisine eziyet ettikleri zaman onlardan uzaklaştı. Ebû Tâlib'in vadisine girdi ve ashâbına da Habeşistan'a hicret etmelerini emretti. Habeşistan'a hicret edenler, İslâm yayıldıktan sonra, gelip Medine-i Münevvere'de Hazret-i Peygamber'e katıldılar.
Onların bu delilleri de zayıftır! Zira bu misallerdeki uzlet yine ümitsiz olduktan sonra kafirlerden uzaklaşmaktır. Zira Hazret-i Peygamber müslümanlardan uzaklaşmadığı gibi, kafirlerden müslüman olacağını ümit ettiği kimselerden de uzaklaşmamıştır. Mü'min olan Ashâb-ı Kehf biri diğerinden uzak olmamışlar, ancak kafirlerden uzaklaşmışlardır. Oysa biz burada müslümanlardan uzaklaşma konusunu tedkik ediyoruz.
Bu grup Abdullah b. Âmir'in 'Ya Rasûlüllah! Kurtuluş nedir?' sorusuna Hazret-i Peygamber'in (sallâllahü aleyhi ve sellem) cevap olarak söylediği şu hadîsle de istidlâl etmişlerdir:
Evine kapan. Diline hakim ol! Günahından ötürü ağla!16
Rivâyet ediliyor ki, Hazret-i Peygamber'e İnsanların hangisi daha faziletlidir?' denildiği zaman şöyle buyurmuştur: 'Canıyla ve malıyla Allah yolunda cihad eden Mü'min kul'. 'Ondan sonra kim daha faziletlidir?' denildiğinde, şöyle buyurmuştur: 'Vâdilerden birisine çekilmiş, rabbine ibadet eden ve halka şerri dokunmayan'. 17
Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Muhakkak ki Allahü teâlâ, muttakî, zengin ve gizlenen kulunu sever. 18
Bu hadîsleri uzletin faziletine delil getirirken düşünmek gerekir. Çünkü Hazret-i Peygamber'in Abdullah b. Amir'e söylediği sözünü Abdullah'ın durumunu anlayıp onun durumuna göre söylediğini düşünmek mümkündür. Çünkü Hazret-i Peygamber bütün ashâbına evine kapanmayı emretmemiştir. Bazı insan vardır ki, onun selâmeti halk arasında değil, uzlete çekilmektedir. Nitekim bazı kişilerin selâmetinin evinde oturmakta ve cihada çıkmamakta olduğu gibi. . . Fakat bir kişinin durumu böyle olursa, bu cihadı terketmek daha faziletlidir anlamına gelmez. Kaldı ki halkla beraber olmakta nefisle mücahede ve nefse zahmetler çektirmek vardır.
Bunun için Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Halk ile beraber olup onların eziyet ve cefalarına karşı sabır ve metanet gösteren bir kimse, halktan kaçıp eziyet ve cefalarına göğüs germeyen bir kimseden daha üstündür. 19
Hazret-i Peygamber'in 'Halktan uzaklaşıp rabbine ibadet eden ve halka şerri dokunmayan kişi' şeklindeki hadîs-i şerifi bu mânâya hamledilmelidir. Zira bu hadîs, tabiatında şirret ve fesad olan bir kişiye işaret eder. İnsanlarla oturup-kalktığı zaman onlara eziyet verir. (Bu bakımdan böyle bir kişinin tenhaya çekilip, rabbine ibadet etmesi, insanlara karışmasından daha evlâdır) . Hazret-i Peygamber'in 'muhakkak Allahü teâlâ muttakî, zengin ve gizlenen kulunu sever' hadîsi ise sükûtun ve şöhretsizliğin çok konuşmaktan, şöhrete hevesli olmaktan daha üstün olduğuna ve şöhretten kaçınmanın daha faydalı olduğuna işarettir. Böyle yapmak ise, uzlet ve tenhaya çekilmeye bağlı değildir. Nice rahipler vardır ki uzlete çekilmiş fakat bütün dünya kendisini tanır ve nice müslüman vardır ki, halkın her çeşidiyle oturup kalkar, fakat ne ismi anılır ve ne de şöhretinden bahsedilir.
Bu bakımdan Hazret-i Peygamber o hadîs-i şerifinde uzletle ilgili olmayan bir hususa değinmektedir. Uzleti tercih edenler, Hazret-i Peygamber'in ashâbına söylediği şu sözüyle de istidlal etmişlerdir:
- Ey ashâbım! Size insanların en hayırlısından haber vereyim mi?
- Evet ya Rasûlüllah!
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber eliyle batıya işaret ederek şöyle buyurdu:
-Allah yolunda atının dizginine yapışmış, düşmana saldırmayı veya düşmanın saldırısına uğramayı bekleyen kişi. Ey ashâbım! Bu kişiden sonra size insanların en hayırlısı haber vereyim mi? Bunu söyledikten sonra eliyle Hicaz bölgesine işaret ederek şöyle buyurmuştur:
- Koyunları otlatıp, beş vakit namazını kılan, zekâtını veren, malındaki Allah hakkını bilen ve halkın şerrinden uzaklaşan kimse. 20
Uzleti tercih edenlerin de, etmeyenlerin de delillerinde sadra şifa verici bir taraf olmadığı görüldüğünden muhakkak uzlet ve tenhaya çekilmenin fayda ve tehlikelerini açıkça ve perdeyi kaldırmak suretiyle belirtmek gerekmektedir. Bir kısmını diğerleriyle mukayese etmek lâzımdır ki, bu husustaki hakîkat gün gibi meydana çıksın!
14) Taberânî
15) Ezrakî
16) Tirmizî
17) Müslim, Buhârî
18) Müslim
19) Tirmîzi, İbn Mâce
20) Taberânî, Tirmizî, Nesaî
16-2
4. Fazileti, Fayda ve Zararları
Halkın bu husustaki ihtilâfı, evlenmek veya evlenmemek hususundaki ihtilafına benzer. Biz Nikâh bölümünde 'Bu durum, haller ve şahıslara göre değişir' demiştik. Bu da, evlenmenin âfet ve faydalarını açıkça izah ettiğimize göredir. İşte bu konuda da hüküm böyledir. Bu bakımdan önce uzlet ve tenhaya çekilmenin faydalarını zikredelim. Bu faydalar dinî ve dünyevî olmak üzere iki kısma ayrılır: Dinî faydaları da, yapılması tenhada mümkün olan taatler, ibadetlerin devamlılığı, düşünce ve ilmin gelişmesi gibi kısımlar ile insanlara karışmakla meydana gelen riya, gıybet, emr-i bi'l-mârufu terketmek, nehy-i an'il-münker yapmamak, tabiatın diğer huylarından çaldığı rezil ahlâk ve kötü amel gibi yasakların irtikabından kurt almaya ayrılır.
Dünyevî faydalarına gelince, şu kısımlara ayrılır: Sanatkârın halvette iken, insanlar arasında olduğu takdirde elde edemediğini elde etmesi gibi tenhada oluşması mümkün olan bir dünyanın şatafatına bakmak, halkın dünyaya hücum etmesine dikkat etmek, halkın elindeki şeylere tamah etmek veya halkın ona tamah etmesi, mürüvvetinin perdesinin insanlarla oturup-kalkmakla yırtılması, arkadaşının mürailik, kötü zann, nemime veya hased gibi kötü ahlâklarından rahatsız olması veya arkadaşın yükünden, fiziğinin bozukluğundan rahatsız olması gibi insanlarla oturup-kalkmaktan gelen mahzurlardan kurtulmaktır. Uzletin faydalarının tümü işte bu söylediklerimize bağlıdır. Bu bakımdan biz onları altı maddede izah edeceğiz:
I. Fayda
İbadet için vakit bulmak, düşünceye fırsat bulmak, halkın münâcaatından kurtulup Allah'ın münacaatıyla ünsiyet kurmak, Allah'ın dünya ve âhiret emirlerindeki esrarını keşfetmekle meşgul olmak, yerin ve göğün melekûtî sırlarını keşfe çalışmaktır.
Bütün bunlar, vakit isterler. Halk ile oturup-kalkanın boş vakit bulamayacağı bir gerçektir. Bu bakımdan uzlete çekilmek söylediklerimize bir vesiledir.
Bunun içindir ki hükemadan biri şöyle demiştir: Ancak Allah'ın Kitabı'na sarılan bir kimse halveti elde edebilir. Allah'ın Kitabı'na sarılanlar ise Allah'ın zikriyle dünya için rahat olan kimselerdir. O kimseler ki, Allah ile Allah'ı anarlar. Onlar Allah'ın zikriyle yaşarlar. Allah'ın zikriyle ölürler. O'nun huzuruna, onun zikriyle varırlar. Hiç kuşkusuz insanlarla oturup-kalkmak böyle kimseleri düşünmekten ve zikretmekten alıkoyar. Bu bakımdan uzlete çekilmek bu kimseler için daha evlâdır. Bu sırra binaen Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) önceleri Hira dağına çekiliyordu. Nübüvvet nûru kendisinde kuvvet buluncaya kadar orada tek başına hayatını düzenledi. Artık nübüvvet nûru kuvvet bulduğu zaman halk onunla Allah arasında perde olmuyordu. O bedeniyle halkla beraber olduğu halde kalbiyle Allah'a yönelmekteydi. Hatta halk onun en çok sevdiği kimsenin Ebû Bekir olduğunu sanmışlardı. Hazret-i Peygamber himmetini tamamen Allahü teâlâ'nın cemâl-i ilâhîsine bağladığını bildirmek için şöyle buyurmuştur:
Eğer ben bir halil edinseydim muhakkak Hazret-i Ebû Bekir'i halil edinirdim. Fakat, sizin arkadaşınız (kendisini kastediyor) Allah'ın halilidir. 21
Zahirde halk ile oturup-kalkmasına rağmen, sırran Allah'a yönelmek hasletlerini bir araya getirmek, ancak peygamberlik kuvvetiyle mümkün olur. Bu bakımdan her insanın, nefsine mağrur olup böyle yapabileceğini sanması uygun bir hareket değildir. Bir kısım velîlerin derecelerinin bu raddeye varması, hakikatten uzak birşey değildir.
Çünkü Cüneyd-i Bağdâdî'den şöyle nakledilir: 'Ben otuz seneden beri Allah ile konuşuyorum. Halk ise sanıyor ki kendileriyle konuşmaktayım'.
Böyle yapmak ancak şöyle bir kimse için müyesser olur ki, Allah'ın sevgisi onun bütün varlığını başka bir varlığın muhabbetine yer bırakmaksızın kaplamıştır. Böyle bir durum muhal değildir. Zira halkın sevgisiyle şöhret bulmuşların arasında bazı kimseler vardır ki, bedenleriyle halkın içindedir, fakat ne dediğini ve kendisine ne denildiğini bilmemektedir. Çünkü aşık olduğu mahlukun sevgisi, ifrat derecede onun herşeyine hâkim olmuştur. Belki dahası vardır: O kimse ki, herhangi bir hâdise başına gelip dünyevî işlerden birisini teşvik etmiştir, o kimse bu hâdiseyle o derece meşgul oluyor ki, halka karıştığı halde onları hissetmez, seslerini duymaz ve hareketlerini tefrik edemez. Çünkü hâdisenin dehşeti içerisinde bulunmaktadır. Âhiretin işi ise akıllıların nezdinde daha büyüktür. Bu bakımdan âhiret işinde böyle bir durum muhal değildir! Muhakkak ki bir çokları için, uzletten yardım beklemek daha iyidir. Nitekim hükemadan birine 'Onlar halvetten ve uzleti tercih etmekten neyi kasdettiler?' diye sorulduğunda, cevap olarak şöyle demiştir: 'Onunla devamlı düşünmeyi, ilimleri kalplerine yerleştirmeyi, böylece güzel bir hayatla yaşamayı, marifetin tadını çıkarmayı kasdettiler'.
Ruhbanlardan (âbidlerden) birine 'Sen tenhada olmayı ne kadar çok seviyorsun' denildiğinde, cevap olarak şöyle demiştir: 'Ben tek başıma değilim. Ben Allahü teâlâ ile beraberim. Allah'ın benimle münâcaat etmesini istediğim zaman, O'nun kitabını (açıp) okuyorum. Ben ona münâcaat etmeyi arzuladığım zaman, kalkıp namaz kılıyorum'.
Hükemadan birine şöyle denildi:
- Zâhidlik ve halvete çekilmek, sizi hangi hedefe götürdü?
- Allah ile ünsiyet kurmaya. . .
Süfyân b. Uyeyne der ki : İbrahim b. Edhem'le Şam'da karşılaştık. Kendisine 'Ya İbrahim! Sen (koskoca) Horasan tahtını terkettin' deyince, cevap olarak şöyle dedi: "Ben sadece burada yaşamanın zevkini tattım. Fitneden ötürü devamlı bir dağın tepesinden, öbür dağın tepesine kaçıyorum. Beni gören 'bu adam vesveseli veya hammal veya gemicidir' der".
Hasan-ı Basrî'nin talebesi Gazvan Rekkâşi'ye denildi ki:
- Haydi senin gülmediğini kabul edelim. Fakat sen neden ihvanlarının yanında oturmaktan çekiniyorsun?
-Ben, nezdinde ihtiyacım bulunan zatla beraber oturmakta kalbimin rahatını görüyorum da ondan. . .
Hasan-ı Basrî'ye şöyle denildi:
- Yâ Ebû Said! Şurada bir kişi var. Biz onu her gördüğümüzde tek başına ve bir direğin arkasında görüyoruz.
- Onu bir daha gördüğünüzde bana haber verin!
Bir gün onu gördükleri zaman Hasan-ı Basrî'ye İşte sana bahsettiğimiz kişi buradadır' dediler ve onu gösterdiler. Hasan-ı Basrî onun yanına giderek dedi ki:
- Ey Allah'ın kulu! Görüyorum ki, tenhalık senin ruhuna işlemiştir. Neden halkla birlikte oturmuyorsun?
- Beni halk ile oturmaktan meşgul eden bir iş vardır.
- O halde Hasan dedikleri (şu vâiz) kişinin meclisine neden gidip onun yanında oturmuyorsun?
- Bir iş vardır, o beni hem halktan, hem de Hasan'ın yanında oturmaktan alıkoymaktadır.
- Allah sana rahmet eylesin! Nedir o seni meşgul eden iş?
- Ben nimet ile günah arasında sabah ve akşamlarım. Gördüm ki, nimete karşılık nefsimi Allah'ın şükrüyle meşgul ettirmem ve o günahtan tevbe istiğfar etmem gerekiyor.
- Ey Allah'ın kulu! Benim kanaatime göre sen Hasan'dan daha bilgin ve fakîhsin. Şimdi devam ettiğin yoldan ayrılma!
Rivâyete göre Uveys-i Karânî oturuyordu. O esnada Hayyan'ın oğlu Herem onun yanına geldi. Uveys-i Karânî Herem'e 'Seni buraya getiren nedir?' diye sordu. Herem 'Seninle dost olmak için' dedi. Uveys 'Rabbini tanıyıp da başkasıyla dost olacak bir kimseyi ben göremiyorum'.
Fudayl b. Iyâz şöyle der: "Gecenin geldiğini gördüğümde sevinir, 'rabbimle başbaşa kalırım' diye mırıldanırım. Sabahın yetiştiğini gürdüğümde halk ile karşılaşmaktan aciz olduğum için 'İnna lillahi ve innâ ileyhi râciûn' derim. Çünkü beni rabbimin ibadetinden meşgul edeceklerdir".
Zeyd oğlu Abdullah 'Cennet o kimseye olsun ki, bir anda hem dünya hem âhirette yaşıyor' dediğinde, kendisine 'Bu nasıl olur?' denir. O da şu cevabı verir: 'Dünyada Allah'a münâcaat eder, ahirette onun komşusu olur'.
Zünnûn-i Mısrî şöyle demiştir: 'mü'min bir kimsenin sevinmesi ve lezzetlenmesi ancak halvette rabbinin münâcaatından gelir'.
Mâlik b. Dinar şöyle demiştir: 'Allah ile konuşmaktan zevk alıp, mahlukların konuşmasından müstağni olmayan kimsenin ilmi az, kalbi kör ve ömrü zayi olmuştur'.
İbn Mübarek şöyle demiştir: 'Allah'a yönelenlerin hâli ne güzeldir'.
Salihlerden birinden şöyle rivâyet edilir: Ben Şam'ın bazı bölgelerinde gezdiğimde o dağlardan inen bir âbidle karşılaştım. Bana baktığı zaman, bir ağacın kovuğuna sığındı ve kendi kendisini gizlemeye çalıştı. Kendisine 'Sübhânallah! Sana bakmayı bana (çok mu görüyorsun?) Cimrilik mi yapıyorsun?' dedim. Bana şu cevabı verdi:
Ben uzun zamandan beri bu dağda bulunuyorum. Kalbimi dünyadan ve dünya ehlinin aşkından soğutup tedavi etmeye çalışıyorum. Bu hususta uzun zahmet çektim. Ömrüm bitti. Allahü teâlâ'dan şunu istedim: Kalbimle mücahede ettiğim günlerden dolayı benim mükafat ve nasibimi vermesin. Böylece Allahü teâlâ kalbimi ıztıraptan sükûnete kavuşturdu. Bana yalnızlığı ve tenhayı hoş gösterdi. Sana baktığım zaman, ilk vaziyetime dönmekten korkuyorum. Bu bakımdan benden uzaklaş. Çünkü senin şerrinden, ariflerin rabbine sığınıyorum. Senin şerrinden âbidlerin dostu olan Allah'a iltica ediyorum.
Sonra, dünyada fazla kaldığımdan ötürü hasretler olsun bana diye bağırdı ve yüzünü benden çevirdi. Ellerini silkti ve dedi ki: 'Ey dünya! Benden uzaklaş! Benden başkasına süslen. Ehlini kandırmaya çalış'. Sonra şöyle dedi: 'Ariflerin kalbine hizmetin lezzetini, yalnızlığın aşkını atan Allah her türlü eksiklikten münezzehtir. Ne acaip bir şeydir ki, onların kalplerini, cennetlerin yâdedilmesinden, ela gözlü cennet kadınlarının hatırlanmasından gâfil etmiştir. Himmetlerini zikrinde toplamıştır. Onların yanında, onun münacaatından daha lezzetli birşey yoktur'. Sonra 'kuddûs kuddûs' diye bağırarak uzaklaştı.
O halde anlaşıldı ki, halvete çekilmekte Allah'ın zikriyle ünsiyet vardır. Marifetini çokça elde etmek vardır.
Uyumak isterim. Oysa uykum yok. Belki ki, o esnada gelen hayâlin hayâlime rastlar. Belki, senden gizlice nefsimle konuşurum.
Bu sırra binaen hukemadan biri şöyle demiştir: İnsanoğlu faziletten uzak olduğu için nefsinden nefret eder ve böylece halk ile karışması çoğalır. Onlarla bir araya gelmekle nefsinden vahşet ve nefreti uzaklaştırır'.
Bu bakımdan eğer faziletli ise, mutlaka tenhayı ister ki tenhada düşünce imkanını bulsun, ilim ve hikmeti elde etsin. 'Halk ile karışmak, iflas etmenin alâmetlerindendir' denilmiştir. O halde uzlete çekilme büyük bir faydadır. Fakat herkes için değil. . . Ancak birtakım has kullar içindir. Kimi zikrin devamıyla Allah'ın ünsiyetini kazanır veya fikrin devamıyla Allahü teâlâ'nın marifetinde tahkik sahibi olur, böyle bir kimse için halkla ilgili herşeyden uzaklaşmak daha faziletlidir. Çünkü ibadetlerin gayesi, muamelelerin meyvesi insanın Allah'ın dostu olarak ve Allah'ı bilerek ölmesi demektir. Allah'ın sevgisi ise, ancak zikrin devamından ötürü meydana gelen ünsiyetten gelmektedir. Allah'ın marifeti ise, ancak düşüncenin devamından neş'et eder. Bu iki hususta kalbin boşalmış ve temizlenmiş olması şarttır. Oysa insanlarla oturup-kalkınca kalp hiç de boş olamaz.
II. Fayda
Çoğu zaman halkla karışmaktan ötürü insanın başından geçen günahlardan, insanoğlu uzlete çekilmek sayesinde kurtulur. Bu günahlar da dört çeşittir:
a. Gıybet
b. Nemime (Koğuculuk, laf götürüp getirmek)
c. Riyâ
d. Emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i an'il-münker yapmamak.
Gıybet
Mühlikât bölümünün dil âfetlerinden sözeden kısmında gıybetin yönlerini bildiğin zaman anlayacaksın ki, insanlarla oturup kalkınca gıybetten sakınmak gayet güçtür. Ancak sıddîklar bu durumda gıybetten kurtulurlar. Çünkü umumi olarak insanların âdeti halkın namusunu çiğnemek, onu âdeta meclislerinin meyvesi yapmak, onun tadından zevk almaktır. Onların yemeği ve lezzetleri gıybettir. Halvette vahşetlerinden ancak gıybet etmek suretiyle rahat bulurlar. Eğer onlarla oturup-kalkar, onlara uyarsan günahkar olup Allah'ın gazabına maruz kalırsın. Eğer sükût edersen, günahta ortakları olursun. Çünkü gıybetçileri dinleyen onlardan olur. Eğer gıybet yaptıklarını hoş görmezsen sana buğzederler. Gıybetini yaptıkları insanları bırakarak bu sefer sana yönelirler. Dolayısıyla gıybet üzerine gıybet yapmış olurlar. Çoğu zaman gıybet üzerine gıybeti yapa yapa artık gıybeti ve başkasına küfretmeyi hafif görmeye başlarlar!
Emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i an'il-münker
Bu, dinin esaslarındandır. Bu bölümün sonunda geleceği gibi emr-i bi'l mâruf ve nehy-i anil-münker yapmak farzdır. İnsanlarla oturup kalkan bir kimse ise, münkerâtı görmekten kurtulamaz. Münkerâtı gördüğünde susarsa Allah'a isyan etmiş olur. Onları önlemeye kalkışırsa, birtakım zararlara maruz kalır. Zira münkerâttan kurtulma isteği, çoğu zaman onu daha başlangıçta yakalayıp o münkerlerden daha büyük olan günahlara sürükler. Uzlete çekilmekte bu felâketten kurtulmak vardır. Zira bu hususta ihmalkârlık göstermek pahalıya mal olur. Onu yapmaya kalkışmak da gayet güçtür. Hazret-i Ebû Bekir ayağa kalkıp ashâb-ı kirama şöyle hitap etti: 'Siz kendinize bakın, siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapan kimse size zarar veremez' (Mâide/105) ayetini okuyup yeri olmayan mânâlara hamlediyorsunuz.
Oysa ben Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu işittim:
Halk yasak olan bir hareketi gördüğü zaman onu değiştirmezlerse Allahü teâlâ'nın tümünü kapsayıcı bir azap göndermesi pek yakın olur. 22
Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allahü teâlâ kuluna şöyle sorar: 'Sen dünyada münkeri gördüğün zaman ona karşı çıkmaktan seni alıkoyan nedir?' Allahü teâlâ o kuluna eğer delili telkin ve ihsan ederse o kul şöyle der: 'Yâ rabbî! Senin affını ümit ettim. Halktan korktum. (Bu nedenle zahirde münkere karşı çıkmadım) '. 23
Kişi, dövüleceğinden ve gücü yetmeyecek bir duruma düşeceğinden korktuğu zaman, durum böyledir. Bunun hudutlarını bilmek ve bunun için bir tarif yapmak gayet müşkildir. Bunda tehlike vardır. Uzlete çekilmekte ise, insanın kurtuluşu vardır. Emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i an'il-münker'de birtakım husumetlerin alevlenmesi ve göğüslerin vesveselerinin tahrik edilmesi sözkonusudur.
Sizin arkanızdan nice nasihat sevkettim.
Oysa bazen nasihat kabul eden bir kimse öfkeden istifade eder.
Emr-i bi'l-mârufu tecrübe eden, çoğu zaman pişman olur. Çünkü emr-i bil-mâruf, eğri bir duvar gibidir. İnsanoğlu onu düzeltmek isterken neredeyse üzerine yıkılıverir. Üzerine yıkılıverdiği zaman der ki: 'Keşke ben onu eski halinde bıraksaydım!' Evet, eğer kişi kendisine yardım edip duvarı tutan ve duvarı (bir direğe dayatmak suretiyle) doğrultmaya yardım eden bir grubu bulursa düzeltir. Oysa sen bugün yardımcı bulamazsın. Bu bakımdan onları kendi halinde bırak, nefsini kurtarmaya çalış.
Riya
Riya, müzmin bir hastalıktır. Abdal ve Evtadlar bile çok zor kendilerini riyadan kurtarabilirler. Halkla oturup-kalkan herkes onlarla mudârâ eder. Halkla mudârâ edenin de, onlara riyakârlık yapması muhakkaktır. Onlara riyakârlık yapan bir kimse onların girdikleri girdaba girer. Onların helâk oldukları gibi, o da helâk olur! Riyanın en azı münafıklıktır. Çünkü sen düşman olan iki kişiyle oturup-kalktığın zaman herbiriyle gönlüne göre konuşmadığın takdirde ikisinin yanında da kötü ve düşman bir kimse olursun. Eğer onlara dalkavukluk yaparsan, o vakit insanların en şerlilerinden olursun.
Nitekim Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
İnsanların en kötüsü iki yüzlülerdir. Bu gruba bir yüzle, diğer bir gruba ise başka bir yüzle sokulur. 24
Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur:
İki yüzlü bir kimse insanların şerlilerindendir. Şunlara bir, öbürlerine diğer bir yüzle sokulur. 25
İnsanların arasına karışmakta, en azından onlara hevesli olduğunu göstermek ve bu hususta mübalağa etmektir. Bu kimse yalandan kurtulamaz. Yalan ya bunun temelinde veya mübalağalı kısmında vardır. Rastladığı kişinin hâlinden sormak suretiyle şefkatini izhar etmek ise katıksız münafıklıktır. Meselâ 'sen nasılsın!', 'Aile efradın nasıl? dersin. Oysa kalbin adamın durumuyla zerre kadar ilgilenmemektedir.
Sırrı es-Sakatî der ki: 'Eğer benim bir arkadaşım huzuruma gelirse, bende onu görünce sakalımı elimle düzeltmeye kalkışırsam, münafıkların defterine yazılmamdan korkarım'.
Fudayl b. İyaz tek başına Mescid-i Haram'da oturuyordu. Bir dostu yanına geldi. Dostuna 'niye geldin?' diye sordu. Dostu 'Ey Ebû Ali! Seninle ünsiyet etmeğe geldim' deyince, Fudayl şöyle dedi: 'Allah'a yemin ederim, senin bu ünsiyetin herşeyden daha çok vahşete benziyor. Benim sana, senin de bana riyakârlık yapmamızı mı, senin bana, benim sana yalan söylememizi mi istiyorsun? Ya sen benim yanımdan kalkıp gideceksin veya ben!'
Âlimlerden biri şöyle demiştir: Allahü teâlâ herhangi bir kulunu sevdiği zaman, onun başkaları tarafından bilinmemesini de sevmiş ve istemiştir'.
Tavus, Halife Hişam'ın huzuruna girdi ve şöyle dedi: Ya Hişam! Nasılsın?
- Bana niye emir'ul-Mü'minîn diye hitap etmedin?
- Çünkü bütün müslümanlar senin halifeliğinde ittifak etmemişlerdir, böyle söylemekle yalancı olmaktan korktum,
Bu bakımdan herhangi bir kimse, bu şekilde sakınabiliyorsa, halkla oturup-kalksın. Aksi takdirde isminin münafıklar defterine yazılmasına razı olsun. Zira selef-i salihîn bir araya gelirlerdi. Nasıl sabahladın? 'Nasıl akşamladın?', 'Nasılsın', 'Hâlin nasıldır?' gibi sözlerinde riyadan kaçınırlardı. Bu suallerin cevabında da sakınırlardı. Onların sualleri dünyanın hâllerinden değil, dinî hâllerinden olurdu.
Hatem-i Esamm, Hamid Leffâf e dedi ki:
- Nefsinde nasılsın?
- Afiyetteyim.
- Yâ Hâmid! Selâmet sırat köprüsünün ötesindedir, afiyet ise cennette.
isa (aleyhisselâm) 'Nasıl sabahladın?' denildiği zaman şöyle cevap veriyordu: 'Umduğumu ileride almaktan aciz, korktuğumu defetmeye gücü yetmez bir vaziyette sabahladım. Amellerimin rehini olarak sabahladım ki, hayrın tamamı benden başka zatın elindedir ve benden daha fakir bir kimse de yoktur'.
Hayseme'nin oğlu Rabia'ya 'Nasıl sabahladın?' denildiği zaman şöyle demiştir: 'Günahkarların zayıflarından olarak sabahladım. Rızkımızı tüketiyoruz, ecelimizi bekliyoruz. . . '
Ebu'd Derda'ya 'Nasıl sabahladın?' denildiği zaman 'Eğer ateşten kurtulursam hayır ile sabahladım' demiştir.
Süfyân es-Sevrî'ye 'Nasıl sabahladın?' denildiği zaman: 'Şunu şuna şikayet ettiğim, şunu şuna kötülediğim, şundan şuna kaçtığım halde sabahladım' diye cevap verdi.
Uveys-i Karanî'ye 'Nasıl sabahladın?' denildi. Cevap olarak şöyle dedi: 'Akşamladığı zaman sabaha varacağını bilmeyen, sabahladığı zaman da akşama varacağını bilmeyen bir kişi nasıl sabahlarsa ben de öyle sabahladım'.
Mâlik b. Dinar'a 'Nasıl sabahladın?' denildiğinde, cevap olarak dedi ki: 'Eksilen bir ömür ile artan günahlar arasında sabahladım'.
Hükemadan birine 'Nasıl sabahladın?' denildi. Şöyle cevap verdi: 'Ölümüm için hayatıma ve rabbim için nefsime razı olmadığım halde sabahladım'.
Başka bir hakîme 'Nasıl sabahladın?' denildi. Şöyle cevap verdi: 'Rabbimin rızkını yediğim ve düşmanı İblis'e itaat ettiğim halde sabahladım!'
Muhammed b. Vası'a 'Nasıl sabahladın?' dendiği zaman: 'Hergün âhirete bir konak yaklaşan bir kimse hakkında ne zannediyorsun?' cevabını verdi.
Hamid Leffaf e 'Nasıl sabahladın?' denildiğinde şöyle dedi: 'Bir günün geceye kadar, afiyetini arzulamakta sabahladım'. Kendisine 'Hergün afiyette değil misin?' diye soruldu. Şöyle dedi: 'Afiyet bir gündür ki, o günde Allah'a isyan etmemiş olurum'.
Ölüm döşeğinde bulunan bir kişiye 'Nasılsın?' diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: 'Uzak bir sefere azıksız çıkan, ünsiyetsiz ve vahşetli bir kabre girmek isteyen, delilsiz olarak adil bir padişahın huzuruna varmak durumunda olan bir kişinin hâli ne olabilir?'
Ebû Sinâ'nın oğlu Hasan'a 'nasılsın' denildiğinde cevap olarak şöyle demiştir: 'Ölüp, sonra dirilip, sonra hesaba çekilen bir kimsenin hâli ne olabilir?'
İbn Şîrin bir kişiye 'Nasılsın?' dedi. Kişi 'Boynunda beşyüz dirhem borç olduğu halde bir sürü çoluk çocuğun babası olan bir kimsenin hâli nasıl olsun?' diye cevap verdi. Bu söz üzerine İbn Şîrin evine döndü, adama bin dirhem para çıkarıp verdi ve dedi ki: 'Beşyüzüyle borcunu öde, beşyüzünü de kendine ve aile efradına sarfet'. İbn Şîrin 'Allah'a yemin olsun, bundan sonra hiç kimsenin hâlini sormayacağım' diye yemin etti.
İbn Şîrin işte bu nedenle yemin etti ve başkasının hâline ihtimam etmediği halde durumunu sormuş olmaktan ve böylece riyakar ve münafık olmaktan korktu. Çünkü selef-i sâlihînin suali dinî işlerdendi. Kalbin Allah'ın karşısındaki durumundan sorarlardı. Eğer dünya işlerinden sorarlarsa, bu ihtimam ettiklerinden neşet ederdi. Adama ihtiyacını gidermek suretiyle yardım etmeye azimli olduklarından ileri geliyordu.
Biri şöyle demiştir:
Ben birtakım insanlar biliyorum. Bir araya gelmezler. Fakat onlardan biri diğerine 'Bütün servetini ver' dese, tereddüt etmez verir. Şu anda ise bir kısım insanlar tanıyorum ki, hergün bir araya gelirler, birbirlerinin hâlini sorarlar, hatta bazısı evdeki tavuğu bile sorar, fakat hâlini sorduğu insan malından bir taneye muhtaç olursa onu dahi ondan esirger. Bu riya ve nifaktan başka birşey değildir.
Böyle bir sualin riya ve nifak olduğunun delili şudur. Sen adamı görürsün ki, karşısındaki adama 'Nasılsın?' der. Soran, sualinin cevabını beklemez sorulan da cevap vermekle değil, soru sormakla meşgul olur. Bunun hikmeti şudur: Onlar bilirler ki, bu sual ve cevaplar riya ve tekellüften başka birşey değildir. Onlar kalpleri kin ve nefretten uzak olmadığı halde dilleriyle sual sormaktadırlar!
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: 'Selef-i sâlihîn ancak kalplerin selâmet bulduğu zaman karşısındaki insanlara esselâmü aleyküm derlerdi'. Hasan bunu söylerken sözünü yemin etmek suretiyle de tekid etti ve devamla şöyle dedi: "Şimdi ise 'Nasıl sabahladın?', 'Allah sana afiyet versin', 'Nasılsın?', 'Allah seni ıslah eylesin' deniyor".
Eğer biz onların sözlerine yapışırsak keramet olmaz, bid'at olur. İster onlar bize kızsınlar, ister kızmasınlar. . . Selef sadece es-selâmü aleyküm demişlerdir. Çünkü 'Nasıl sabahladın?' cümlesiyle konuşmaya başlamak bid'attır.
Bir kimse Ebû Bekir b. Ayyaş'a26: 'Nasıl sabahladın?' dediği zaman, ona cevap vermediği gibi 'Bizi bu bid'atın şerrinden selâmet bırak' diye çıkışmış ve şöyle demiştir: "Bu bid'at Şam'da Amevas (Kudüs'e yakın bir yer) vebası diye bilinen hastalık zamanında ölüm çoğaldığı bir anda ihdas edilmiştir. O zamanda kişi arkadaşıyla sabahleyin karşılaşınca 'Nasıl sabahladın?', akşam rastlayınca 'Nasıl akşamladın?' diye sorardı".
Bütün bu nakillerden gayem, âdetlerin çoğunda iki kişinin bir araya geldi mi tasannu, riya ve nifakın çeşitlerinden uzak olamadığını göstermekti. Oysa bütün bunlar kötülenmiştir. Bazısı mahzurlu, bazısı mekruhtur. Uzlete çekilmekte ise, bütün bunlardan kurtuluş vardır. Çünkü halk ile bir araya gelen kimse onların âdetiyle onlara muamele yapmazsa, ona buğzederler, sakil telakki ederler, gıybetini yaparlar, âdeta ona eziyet vermek için seferber olurlar. Bu bakımdan onun için söylediklerinden ötürü onların dinleri gider. Onun da onlardan intikam almak için hem dini, hem de dünyası gider!
Tabiatın, insanların ahlâk ve amellerinden çalması meselesine gelince, bu gizli bir hastalıktır. Gâfiller değil, akıllılar bile onu çok az hisseder ve uyanırlar. İnsan fâsık bir kimse ile bir müddet beraber oturdu mu, o insan, kalbinden fasığı tenkid etmesine rağmen, eğer fasıkla oturmadan önceki hâliyle şimdiki hâlini kıyas ederse, fesattan nefret etmek ve fesadı sakil saymak hususunda, iki hâlin arasında bariz bir ayrılık görecektir. Zira fesad çok görüldü mü artık tabiata kolay gelir. Onun tehlikesi ve ona karşı olan kalpteki ürkeklik yok olur. Oysa insanoğlunu fesad işlemekten alıkoyan ancak kalbinin fesada karşı olan nefretidir. Fazla müşahede etmekten ötürü fesad, kalbe hafif görünmeye başladığı zaman, artık onu alıkoyan kuvvetin nerde ise, silinip gitmesi muhtemeldir.
Tabiat ona veya onun altındaki bir duruma meyleder. Ne zaman tabiat başkasından gördüğü büyük günahları görmeye başlarsa artık kendi işlediği küçük günahlar gözünde hafif görünmeye başlar! Bunun içindir ki, zenginlere bakan bir kimse, Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetlerle alay etmeye başlar. Onlarla oturması, kendisine verilen nimetleri küçük görmesine sebebiyet verir. Böyle bir kimseye verilen nimetlerin büyük görülmesi fakirlerle oturmayı tercih etmesiyle ancak mümkün olur. Böylece Allah'a itaat edenlere veya isyan edenlere bakmak da tabiatta bu tür bir tesir bırakır. Bu bakımdan herhangi bir müslüman nazarını sadece ashâbın ve tabiinin ibadet yönlerine ve dünyadan kaçmalarına teksif ederse, böyle yaptığı müddetçe kendi nefsine küçük ve ibadetine de hiç gözüyle bakar. Nefsini kusurlu gördükçe daha fazla gayret gösterir, ibadetini kemâle erdirmeye yönelir. Ashâb-ı kirâm ve tabiine uymasının tam olmasına gayret eder.
Kim bu zamandakilerin hâllerine, onların Allah'tan yüzçevirip dünyaya daldıklarına bakıp âdet edindikleri günahlara dikkat ederse, kalbinde rastladığı ve hayra iteleyici az bir rağbeti, büyük birşey olarak görür, böbürlenir ve böylece helâk girdabının tam ortasına girmiş olur. Tabiatın değişmesinde sadece hayır ve şerr kelimelerini işitmek bile yeterlidir. Görülmesi nerede kalır? İşte bu incelikle Hazret-i Peygamberin aşağıdaki sözünün sırrı anlaşılır.
Sâlihler anıldığı zaman rahmet nazil olur. 27
Rahmet, ancak cennete girmek, Allah'a kavuşmak demektir. Salihler anıldığı zaman bu durum meydana gelmez. Fakat onun sebebi meydana gelir. O sebep de kalpten gelen bir istek, salihlere uymayı gerektiren bir harekettir. Bu hareketi körleten, kusur ve günahtan uzaklaşmaktır. Rahmetin başlangıcı hayrı yapmak, hayrı yapmanın başlangıcı rağbet ve iştiyaktır. Rağbet ve iştiyakın başlangıcı da salihlerin durumlarını anmaktır. İşte rahmetin inişinin mânâsı budur.
Zeki bir kimsenin nezdinde bu sözden çıkan mânâ tıpkı onun aksinden anlaşılan mânâ gibidir. Şöyle ki, fasıklar anıldığı zaman lanet iner. Çünkü fasıkları çokça anmak tabiata günah işlemeyi kolaylaştırır. Lânet ise, uzaklık demektir. Allah'tan uzaklaşmanın başlangıcı günahlardır ve Allah'tan yüz çevirmektir. Geçici zevk ve safalara ve şehvetlere, meşrû olmayan bir şekilde dalmaktır. Günahların başlangıcı günahın ağırlığının ve çirkinliğinin kalpten düşüşüdür. Bu ağırlıkların kalpten düşüşünün başlangıcı ise, günahları çokça işitmek suretiyle onlarla bir nevi ünsiyet kurmakla meydana gelir.
Madem ki salih ve fasıkları anmanın durumu budur, acaba onları bilfiil görmeyi nasıl telakki edersin? Hazret-i Peygamber (sallâllahü aleyhi ve sellem) bunu açıkça belirterek şöyle buyurmuştur: Kötü arkadaşın misali demirci körüğünün misaline benzer. Eğer kıvılcımlarıyla seni yakmazsa, kokusundan birşeyler mutlaka sana bulaşır. 28
Nasıl körüğün kokusu insanın haberi olmaksızın elbisesine bulaşıyorsa, öylece, insanın haberi olmaksızın fesadlık da insanın kalbine kolay gelir.
Hazret-i Peygamber devamla şöyle buyurmuştur:
İyi arkadaşın misali, misk satanın misaline benzer. Eğer miskinden sana birşey hibe etmese bile onun kokusunu alırsın.
İşte bu sırra binaen derim ki, herhangi bir kimse bir âlimin kusurunu biliyorsa, onu söylemek iki illet ve sebepten dolayı haramdır. O illetlerden biri; âlimin kusurunu söylemenin gıybet oluşudur. İkincisi ki en felâketlisi budur âlimin işlediği kusuru söylemek, dinleyenlere o kusuru işlemeyi kolaylaştırır. Onu işlemek hususundaki korku onların kalplerinden gider. Dolayısıyla o kusuru söylemek, o günahı rahatça işlemeye sebep olur! Zira kişi o günahı işlediği zaman, birisi ayıplarsa derhal ayıplayanın sözünü reddederek der ki: 'Benim gibi bir insandan böyle bir günahın çıkması neden tuhaf görünüyor? Hatta hepimiz böyle günahlar işlemeye mecburuz. Hatta âlim ve abidler de bunu işlerler!' Eğer kişi bir âlimin böyle bir günahı işlemeyeceğine ve âdet edinmeyeceğine inanıyorsa ve Allah'ın tevfikine mazhar olan bir kimse böyle yapmaz kanaatinde bulunuyorsa, bu günahı işlemek, ona gayet zor gelecektir.
Nice şahıslar vardır ki, dünyaya dalar, mal toplamak için hırsla çalışır. Riyaset sevgisinde, süsünde battıkça batar. Riyasetin ve dünyanın kötülükleri onun nefsine gayet kolay gelir ve iddia eder ki, sahâbe-i kirâm da nefislerini riyaset sevgisinden alıkoymamışlardır. Çoğu zaman da riyaset sevgisi hususunda Hazret-i Ali ile Muaviye'nin durumuyla istidlâl ve istişhad eder. Bu mücadelenin hakkı aramak için olmadığını tahmin eder. 'Bu mücadele riyaset içindir' der. İşte bu inanç yanlıştır. Kişiye riyasetten gelen günahları kolaylaştırır. Kötü tabiat, düşüşlerin arkasında gitmeye meyleder! Hasenattan yüz çevirir. Belki düşüş olmayan şeylerde bile düşüşü takdir etmeye kalkar. Onu şehvetinin isteği üzerine hamledip onunla kendisini makbul göstermeye çalışır. Bu, şeytanın hilelerinin inceliklerindendir. Bunun için Allahü teâlâ bu hilelerde şeytanın burnunu yere sürten kullarını şu ayetle vasıflandırmıştır.
Onlar sözün en güzeline uyarlar. (Zümer/18) Hazret-i Peygamber ise şöyle buyurmuştur:
O kimse ki, oturup hikmeti dinler. Sonra dinlediğinin şerli kısmıyla amel eder. Onun misali, şu kimsenin misaline benzer ki çobana gelip 'Ey çoban! Bana koyunlarından bir koyun ver!' der. Çoban kendisine 'Git, koyunlar içerisinden en iyisini kendin al!' der, o da gider koyunları koruyan köpeğin kulağından tutar. 29
İşte imamların hatalarını nakleden kimse için de bu misal geçerlidir. Bir şeyin tekrarından ve görünmesinden ötürü onun kalpten düşeceğini işaret eden hâdiselerden biri de şudur: İnsanların çoğu, herhangi bir müslümanı Ramazan ayında orucunu yerken gördükleri zaman, bu hâdiseyi oldukça çirkin görürler. Oysa bu kimseler beş vakit namazlarını vaktinde kılmayan birçok kimseleri görürler de tabiatları bu namaz kılmayanlardan, orucunu tutmayanlardan olduğu gibi nefret etmez. Oysa bir tek namazın bir kavle göreterkedilmesi küfrü gerektirir. Diğer bir kavle göre terkedenin boynunun vurulmasını gerektirir. Bütün Ramazan orucunun terki ise, hiç kimseye göre böyle birşeyi gerektirmez. Peki bunun sebebi namazın hergün tekerrür etmesi ve namaz hakkında gösterilen hassasiyetin çok olmasından başka ne olabilir? Elbette sebebi budur. Bu bakımdan görünmesinden ötürü kalpteki tesiri azalır!
Şöyle ki: Eğer fakîh bir kimsenin (erkekler için haram olan) ipekli bir elbiseyi veya altın bir yüzüğü kullandığı veya gümüş bir kaptan içtiği görülürse, nefisler bunu acaip karşılarlar. Şiddetle hücum ederler. Oysa uzun süren bir mecliste görülür ki, insanların gıybetinden başka birşey konuşulmaz ama yine de kimsenin kalbi tınmaz. Oysa gıybet zinadan daha kötüdür! Zinadan daha kötü olan gıybet, ipekliyi giymekten nasıl daha kötü olmaz? Fakat gıybetçileri çokça görmek, gıybetin kalpteki tesirini düşürüp nefis için yapılmasını kolaylaştırmıştır.
Bu bakımdan bu incelikleri kavramak için uyan! Arslandan kaçtığın gibi, insanlardan kaç. Zira onlardan ancak dünyadaki hırsını artıran, seni âhiretten gâfil kılan, günahları işlemeyi sana kolaylaştıran, başlangıçtaki rağbetini zayıflatan manzaraları görürsün. Eğer görülmesi ve ahlâkı sana Allah'ı hatırlatan bir arkadaş bulursan onun eteğine sarıl ve ondan ayrılma. Onu kendin için bir ganimet say. Onu hiçbir zaman hakir görme. Zira böyle bir arkadaş, akıllı kimsenin ganimeti, Mü'min kimsenin de kaybolan servetidir. Anlaşılmıştır ki, salih arkadaş, tek başına oturmaktan daha hayırlıdır. Tek başına oturmak da kötü arkadaştan daha hayırlıdır. Sen bu mânâları anladıktan sonra durumunu inceler, kendisiyle oturup-kalktığın herhangi bir kimsenin haline baktığında ondan uzak durup uzlete çekilmek mi veya onunla haşırneşir olmak mı senin için daha hayırlıdır, derhal kestirebilirsin! Sakın mutlak mânâda uzlete çekilmek daha hayırlıdır veya mutlak mânâda halk arasına karışmak daha hayırlıdır şeklinde iddiada bulunma. Birisinin diğerinden daha üstün olduğunu mutlak mânâda savunma. Zira tafsil edilmiş veya tafsile muhtaç olan şey hakkında mutlak olarak 'hayır' veya 'evet' demek katıksız bir yalandır. Mufassal birşeyin hakkı, ancak tafsilat ve açıklama yapmaktır.
UZLET ÂDÂBI konusu devamı;