KUR'AN'DAN KISSALAR | Hz. DAVUD VE TALUT


İsrail Oğulları, Musa aleyhisselamdan sonra bir peygamberlerine müracaat ederek:

— «Bize kumanda edecek bir hükümdar gönder, Allah yolunda muharebe edelim» dediler.

O Peygamber hakikati tesbit etmek için damarlarına bastı ve:

— «Size muharebe farz kılınırsa yapmamak etmiyesiniz» diye sordu.

Bunun üzerine bütün cemaat:

— Biz niye Allah yolunda muharebe etmiyelim? Halbuki yurtlarımızdan çıkarıldık, evlatlarımızdan olduk, diye cevap verdiler.

intikam hissi ve Allah'tan zafer ümidi ile harbin sebeplerinin tamamen mevcud olduğunu söylediler.

Bu sırada Mısır ile Filistin arasında sakin bulunan Amalika kavminin başında imlik Oğullarından Calut namında zorlu bir hükümdar bulunuyormuş. Bunlar israil Oğullarını mağlup etmişler, vatanlarının çok yerini zabt ile evladlarını, hatta hükümdar yakınlarından dört yüz kırk kişiyi esir alıp götürmüşler, kalanlara vergiler yüklemişler ve Tevratlarını bile almışlar. Bu sırada israil Oğullarının bir peygamberleri yokmuş, nihayet Allahü Teala'ya yalvarmışlar, Allahü Teala da bunlara peygamberlik sülalesinden kalma tek bir kadından bir çocuk vermiş ve buna peygamberlik ihsan etmiş. Bu sayede ümitlenmişler; bir taraftan onun peygamberliğini imtihan, bir taraftan da zafer ümidiyle harbetmek arzusuna düşmüşler ve bu saika ile ondan bu talepte bulunmuşlar ve böyle söz vermişler.

Fakat iyi niyetlerine mal ve evlad endişesini karıştırarak hareket etmiş ve sırf Allah yolunda tam ihlas ile ilahi emre amade durmayıp yiğitlik göstermek için harb heyecanına kapıldıklarından maksatları tamam olmamış ve ekseriyetle rahata alışmış kimselerin adeti olduğu üzere, önce intikam hissi ile yiğitlik göstermişler ve sonra iş sıkıya gelince yaptıkları söylediklerine uymamış.

Vakıa muharebe için emir verilip iş kat'ileştiği zaman sözlerinden geri döndüler, emre riayet etmediler. Harb meydanına gelirken yüz çeviriverdiler. Ancak içlerinden birazı müstesna bir makam kazandılar ki, bunlar ileride geleceği gibi bir avuç su ile iktifa edenlerdi. Azlıklarına bakmadılar, sebat ettiler ve muzaffer oldular. Bir hadisi şerife göre, bunların sayısı Bedir esbabının adedine eşitti ki, üç yüz on üç kişi imişler. Sözlerinde duran ve muvaffak olan bu azınlıktan başkası, başlangıçta harbi teşvik ettiler, fakat harb meydanında bunları yalnız bırakıp çekiliverdiler.

Harbin kat'ileşmesi de şöyle olmuştu:

İsrail Oğullarının, bu hükümdar isteklerine karşı, o peygamberleri onlara: — Allah ü Teala size Talut'u hükümdar olarak gönderdi, dedi. Onlar ise:

— O bize, bizim üzerimize nasıl hükümdar olur? Halbuki biz hükümdarlığa ondan daha layıkız, hükümdar olmak ondan ziyade bizim hakkımız, ona bir mal genişliği de bahşedilmiş değil, diye itiraz ettiler.

Cevaben o Peygamber dedi ki:

— AllahU Teala onu seçip üzerinize kat'i surette hükümdar tayin etti, ona ilimde cisimde, maddi ve manevi ziyade bir inkişaf ve genişlik verdi. Maddeten iri, güçlü, kuvvetli, güzel manen din ilmi, siyaset, idare bahşedip harbte sizden yüksek yarattı. Hükümdarlık ve kumandanlık için esas olan şartlar da budur. Yoksa veraset ve neseb değildir.

Şimdi biz dururken Allah bunu niye böyle yapmış mı, denecek? Allah mülkünü dilediğine verir. Mülkün sahibi odur. Mülke nail olanlar asaletle değil, vekaletle nail olurlar. Allah'ın rahmeti çok, her şeyi bilici ve yaptığında serbesttir. Kapatmasını açması takip eder. Fakiri zengin kılar, mülksüze mülk verir, vereceğini vermek için de hiç bir kayıt ve şarta tabi' değildir. Cehaletten münezzehtir. Mülke layık olup olmayanları, kimlere niçin ve ne kadar müddet vereceğini de bilir. Buna karşı biz dururken mülkünü Talut'a verdi denemez. Ancak habere itimat edemeyecek kimseler bu dava için delil isteyebilirler. (Bunu tamamlamak için de: ) Talut'un hükümdar olmasının zahiri alameti ve peygamberliğin mucizesi size Talut'un gelmesidir. O Talut'ta veya gelişinde size Rabbınızdan bir itminan sükuneti ve Musa ile Harun'un alinden kalma mübarek bir bakiyye vardır ki siz bununla sükunet bulur, emniyet bulup itminana erer, onlar gibi amel edersiniz. Fakat bu Talut nasıl gelir?

Onu Melekler, Allah'ın elçileri, kuvvetleri getirir. Yerden getirir, Gökten getirir, nasıl getirirse getirir siz o ciheti düşünmeyin de Talut gelirse bilin ki Talut hükümdardır. O Tabut'un gelişinde sizin için muhakkak ki bir halı ayeti, bir ilahi delil vardır. Eğer siz iman edici iseniz bu böyledir.

Tabut sandık demektir. Buradaki Tabut'tan murad da Tevrat sandığıdır ki Hz. Musa'dan sonra israil Oğullarının isyanıyla ellerinden çıkmış, kaldırılmıştı. Lakin haber erbabı demişlerdir ki, «Allahü Teala, Hz. Adem'e bir tabut inzal etmiş, içinde de evladından gelecek Enbiyanın suretleri varmış, Şimşir ağacından olup en boy üç iki (3x2) kadarmış. Adem aleyhisselamın vefatına kadar yanında kalmış, daha sonra birer evladı miras almışlar, nihayet Yakup aleyhisselama intikal etmiş, sonra onun nesli olan İsrail Oğullarının elinde kalmış ve Musa aleyhisselama kadar gelmiştir. Hz. Musa Tevrat'ı buna koyar, muharebe ettiği zaman öne geçirir ve İsrail Oğullarının gönülleri bununla sükun bulur. Vefatına kadar yanında idi. Daha sonra İsrail Oğullarında elden ele geçti. Bir hususta muhakeme olacakları zaman buna müracaat ederler, aralarında hakim olurdu. Muharebeye gittiklerinde önlerinde götürürler ve bununla teberrük ederek düşmanlarına karşı zafer ümid ederlerdi. Melekler bunu askerin başında tutar, muharebeye girişirler, sonra Tabut'tan bir ses işittikleri zaman galip geleceklerine dair kanaat getirirler ve mutmain olurlardı.

Ancak ne zaman ki İsrail Oğulları isyana başlamışlar, fesada düşmüşler, işleri çığırından çıkmış, Allahü Teala da başlarına Amalika kavmini musallat etmiş, bunlar galip gelmişler, Tabutlarını da alıp götürmüşler, bir pisliğe, bir helaya bırakmışlar, Allahü Teala Talut'u hükümdar yapmağı murad edince Amalika'ya bir bela vermiş hatta Tabut'un yanında abdest bozanlar basur hastalığına tutulur olmuş, diğer taraftan memleketlerinden beş şehir de mahvolmuş; kafirler bu belanın Tabut yüzünden olduğuna kail olmuşlar, onu çıkarmışlar, iki öküze yükletip koyuvermişler. Allah da bunlara dört Melek vekil kılmış sevkedip Talut'un evine getirmişler, İşte İsrail Oğulları Talut'un hükümdarlığına delil istedikleri zaman Peygamberleri onun alametinin Tabut'un gelmesi olduğunu söylemiştir.»

Demek oluyor ki israil Oğullarında Tabut, mukaddes emanetlerden olup Hıristiyanlıktaki Salib gibi bir mevkide tutulurmuş. Nitekim Hristiyanların büyük salibi de buna benzer bir vak'a geçirmiştir.

Bu hadise şunu da gösterir ki iman ehline yaraşan hafiflik değil, vakar ve sükunet, mutmain olmakta sebattır. Bunda da peygamberlerin mirasının, din ilminin büyük ehemmiyeti vardır. Mukaddes emanetlerin de kalb kuvveti için bir feyiz ve bereketi bulunacağı inkar olunmamalıdır.

Hükümdar Talut, bunlar tamam olduktan sonra birlikte hareket ettiği askerlerine hitaben şöyle dedi:

— Allah sizi mutlaka bir ırmakla imtihan edecektir. Ondan her kim içerse benden değil, her kim ona ağzını sürmezse o şüphesiz bendendir, benim askerimden, sevenlerimdendir. Doğrudan doğruya ağızla emmeye müsaade yok, ancak eliyle bir avuç alıp içmeye, bu kadarına ruhsat var.

Talut bir hükümdar sıfatıyla bu emri vermiş olduğu halde, ırmağa geldikleri vakit askerin bir kısmından başkası hep ondan içtiler, emri dinlemediler. Bir avuç alan adamın aldığı kendine ve hayvanına yetiyor, fakat saldırıp içenlerin dudakları morararak hararetleri artıyormuş. Böyle olunca da bunlar nehrin berisinde dökülüp kaldılar. Talut ile iman eden beraberindekiler, nehri geçince bunlar ve nehri geçmiş olan müminlerin zayıf kısmı düşmanın çokluğunu görünce ümidsizliğe düşüp birbirlerine:

— Bu gün bizim Calut'a ve askerlerine harb edecek takatimiz yok, dediler.

Söylediler de ne oldu? Allahü Teala'ya mutlaka kavuşacaklarına kani olanlar, yani ölümden kaçmanın mümkün olmadığını, bu gün bu muharebede ölmezse diğer bir gün mutlaka öleceklerini ve nihayet ilahi huzura varacaklarını bilen, binaenaleyh ahdinde sabit, zafer ümidiyle ya şehid veya gazi olmağa azmeden yakin ehli:

— Nice kerreler azıcık bir bölük bir çok bölüklere Allah'ın izniyle galip geldiler. Allah sabır ve sebat edenlerle beraberdir, dediler ve zayıfların kalblerine de kuvvet verdiler.

Talut ve beraberindeki bu insanlar topluluğu, Calut ve askerlerine karşı harb meydanına çıktılar; düşmanın çokluğunu ve hazırlığını müşahede ettiklerinde hepsi birden kalb kuvveti ile Allahü Teala'ya yalvarıp şöyle dediler:

— Ey bizim Rabbımız!. Bize sabır yağdır. Bizi payidar eyle, ayaklarımızı denk ve yerinde tut, titretme, kaydırma, azim ve hedefimizden şaşırtma o kafirler güruhuna karşı bize yardım ve zafer ihsan et.

Bunun üzerine çok geçmeden o kafirleri Allahın izniyle bozguna uğrattılar. Bu muharebede Talut'un maiyyetinde bulunan Davud aleyhisselam da Calut'u öldürdü.

İşte o zalimlerin zulmüne rağmen bir azınlığın iman azmi ve dua himmetiyle, Allahü Teala böyle ümid edilmez büyük başarılar ihsan eyledi. Şimdi buna karşı «iyi amma Allah muharebeye hiç meydan vermese ve hükümet otoritesine müsaade etmese daha iyi olmaz mı idi?» dememeli. Çünkü Allahü Teala insanların bazısını bazısıyla def veya müdafaa etmemiş, müfsid ve mütecavizleri muslih ve mücahidlerle def ve selamet ve sulh ehlini, kadın ve çocukları korumamış olsa idi, yer yüzü elbette fesada uğrardı, Arzın fayda ve menfaatleri muattal olur, nesil yetişmekten, san'at ve ilimden, iman ve dinden eser kalmazdı. Lakin Allahü Teala bütün alemlere ve o meyanda hususiyle akıl sahipleri alemine bütün bir fazl ve rahmet sahibidir.

Daha sonra Allahü Teala Davud aleyhisselama hükümdarlık ve peygamberlik ihsan etti. Talut kendisine kızını vermiş ve mukaddes toprakların doğusunda ve batısında büyük bir devlete nail olmuştu, İsrail Oğulları Davud aleyhisselamdan önce hiç bir hükümdarın etrafında bu kadar toplanmamıştı. Bunlardan başka Allahü Teala ona ilahi iradesiyle alakalı olan daha bazı şeyler de öğretti. Ezcümle demirleri yumuşatıp zırhlı elbiseler yapmak san'atını başkalarının bilmediği kuş dilini, güzel nağmeler ve saireyi talim buyurdu. Yani Davud aleyhisselama öyle güzel bir ses, öyle şanlı bir eda verilmişti ki akşam sabah teşbih ettikçe onun sesine bütün dağlar ve kuşlar iştirak eder, çınlar öterler, onunla beraber teşbihte bulunurlardı. Allahü Teala dağlara ve kuşlara böyle yapmaları için emir vermişti. Bu güzel ses ve nağmeler Davud aleyhisselama mahsus bir Fazilet, bir mucize idi ki bununla kuşları bile başına toplardı. Bu mana iledir ki «Davudi ses» şöhret bulmuştur. Hz. Davud'un dağları teshir eden, kuşları durduran bu mucizesi kuru bir ses oyunundan ibaret mücerred terennümler değil, ruhtan kopup Hüdaya arz olunan takdis ve teşbihler idi. Allahü Teala'nın lütfü ile demirler de Davud aleyhisselamın elinde kızdırmaya, dövmeye ihtiyaç kalmaksızın bal mumu gibi oluyor ve dilediği şekle koyarak elbise dokuyacak, zırh yapacak incelikte san'at eseri haline geliyordu ki bu, ancak Davud aleyhisselama nasip olmuş bir san'attır.

Davud aleyhisselama dört ilahi kitaptan Zebur verilmiş ve kendisine de hakkı batıldan ayırarak ihtilafı ayırd edip kesmek hassası bahşedilmişti. Allahü Teala bu tevbekar peygamberine, huzuru izzetinde muhakkak bir yakınlık, Cennette güzel bir makamı olduğunu müjdeleyerek kendisine şöyle hitap buyurdu:

— Ya Davud!. Muhakkak biz seni yer yüzünde bir halife kıldık. Kendi keyfine göre asaletle hükümet etmek üzere değil Allahü Teala'mın namına vekaletle hükümlerini ve kanunlarını icraya memur olarak ki Adem'in yaratılışının hikmeti de bu idi. Şimdi insanlar arasında hak ile hikmet ve hevaya tabi olma, nefsin arzusu arkasından gitme ki seni Allah'ın yolundan şaşırmasın. Çünkü Allah'ın yolundan sapanlar, Firavunlar gibi hüküm kendilerinin zannederek Allah'ın ahkamından başkasını tatbike çalışanlar, hesab gününü unuttukları için kendilerine çok şiddetli bir azab vardır.

İşte böyle kuvvetli, dirayetli, bir tevbekar peygamber olan Davud aleyhisselamın meşhur bir «iki hasım kıssası» vardır. Şöyle ki:

Hz. Davud'un sakin olduğu köşkün surlarını aşarak o kadar muhafıza rağmen Allah'ın Resulünün üzerine giren iki kişi, onun telaşı karşısında;

— Korkma!, biz biribiriyle davalı iki alay hasımız. Bazımız bazımıza tecavüz etti. Onun için sen aramızda hak ile hükümde bulun ve aşırı gitme. Haktan uzaklaşıp eza etme de bizi düz yolun ortasına çıkar, adalet yap, dediler.

Görülüyor ki davaya ait bu şifahi arzuhalin kelimeleri çok anlamlıdır. Hele «aşırı gitme» hitabında tarizden daha ileri giden bir ihtar vardır. Demek ki bunlar alalade davacılara benzemiyorlar.

Hasımlardan birisi devam eder:

— İşte şu mecliste hazır olan zat benim kardeşimdir. Kendisinin doksan dokuz dişi koyunu vardır. Benim ise bir tek dişi koyunum var. Böyle iken onu da benim nasibime bırak, dedi ve söyleşmede bana ağır basarak galip geldi.

Davud aleyhisselam dedi ki:

— Senin bir koyununu koyunlarına katmak istemekle sana. zulüm etmiş vallahi. Ve hakikaten cemiyette yaşayan insanlar, kardeşler, ortaklar, arkadaşlar ve yoldaşlardan bir çoğu mutlak birbirlerine tecavüz ediyorlar. Ancak iman edip salih amel işleyenler başka ki onlar da pek az.

Davud aleyhisselam onlar girdikleri zaman, ilahi sevk ile mülkünde bir ihtilal oluyor, kendine isyanla bir baskın yaptılar zannetmişti. Durum böyle ortaya çıkınca derhal Rabbına istiğfar etti, mağfiretini diledi ve rüku ederek secdeye kapandı, tevbe ile Allah'a sığındı. Allahü Teala da onun için kendisine o zannettiği şeyi mağfiret buyurdu. Demek mülkünün şiddet ve kuvveti, surdan aşılıp köşke girilivermesine mani olmadığı gibi öyle bir fitne manzarası görününce de çok tevbekar olan Hz. Davud derhal tevbe ve istiğfar ile Allah'a ittaatta gecikmemiş ve hemen ilahi mağfirete ermiştir. Zannettiği ihtilal vaki olmamış yalnız bir ibret dersi olarak kapanmıştır.

Bu kıssa münasebetiyle bir çok laflar edilmiş, masallar söylenmiştir. Onun için Hz. Ali'nin: Her kim Davud hadisesini kıssacıların rivayeti şekliyle konuşursa ona yüz altmış değnek vurun, dediği nakledilmiştir.

Davud aleyhisselamm ümmeti arasında Eyle kasabası halkı da bulunuyordu. Bunlara dinleri icabı Cumartesi günü bütün işlerini tatil ederek bu güne hürmette bulunup ibadetle meşgul olmaları bildirilmişti. Denize nazır bir kasaba olan Eyle'de bol balık da bulunurdu. Ancak insanları Cumartesi gününe hürmeti terkederek hadlerini aşmaya ve bu günde balık avlamaya başladılar. Cumartesi günü tuttukları vakit balıklar açıktan açığa akın akın geliyorlardı. Zira o gün balıklar taarruza uğramamağa alışmışlar, adeti hissediyorlar, kaçmıyorlardı. Cumartesi gününe hürmet etmeleri balıkların bu şekilde o civarlara ısınıp alışmasına sebep de oluyordu. Diğer günlerde ise avlanmak korkusundan öyle gelmezlerdi ve Cumartesine riayet etmedikleri gün hiç gelmiyeceklerdi ve artık o kasabanın imar ve gelişmesine sebep olan ticareti, hayatı sönecekti. Lakin o fasık ve haddini aşmış ahali Cumartesi günü balıkların öyle gelmesine imrendiler, hırslarını tutamadılar da dinlerinin emrini dinlemeyip avlamağa başladılar ve bu suretle Cumartesi'nin hürmetine tecavüz ettiler. O vakit de bu haddini aşan, Allah'ın emrine itaatten çıkmayı adet haline getiren israil Oğulları bir takım belalara uğradılar.

Eyle ahalisi iki kısma ayrılmıştı. Bir kısmı fasık ve haddini aşanlar güruhu, bir kısmı da dindar salihler topluluğu idi ki bunlar azınlıkta kalmış, mütecavizlere mani olamıyorlar ve hiç bir şekilde söz geçiremiyorlardı. Bunlar da iki kısım olmuştu; bir kısım salihler uğraşmış, uğraşmış acı tatlı, zor kolay her yoldan giderek ve her türlü vasıtaya başvurarak zahmetler çekmiş, nasihat etmiş dinletememiş, nihayet bıkmış, ümitsizliğe düşmüş, Allah'tan bu ahaliye bir bela geleceğine karar vermiş, uzlete çekilmeyi seçmiş idiler. Bunlardan çok az diğer bir kısım salihler ise asla ümitsiz olmuyorlar, bütün zahmet ve müşkilatlara rağmen vaaz ve nasihatle uğraşmaya devam ediyorlardı. Ve bunlar o söz dinlemez halka nasihate devam ettikçe o ümitsiz ve uzlete çekilen kısım, bunlara «Niye kendinizi boşuna yoruyor, onlara bulaşıyorsunuz» yollu nasihat kabilinden «siz böyle Allah'ın helalinin veya şiddetli bir azabına mahkum olmuş bir kavme niçin nasihat edip duruyorsunuz?» diye itiraz etmiş ve bu suretle bunları nasihatten vaz geçirip halkı tamamen kendi hallerine bırakmayı tercih etmişler; böyle derken bir farzı kifayenin umumiyetle terkedilmesiyle hepsinin günahkar olacaklarını düşünememişlerdi.

Lakin bunlar vaaz ve nasihatten, bu farzı kifayeden vaz geçmediler. Onlara cevap olarak; «bizim vaaz ve nasihatimiz iki sebebe dayanmaktadır. Birincisi sırf Allah'a karşı mazeretimiz bulunmak, kötülükten nehyetmek hususunda Allah indinde bir nevi kusur ile itham olunmamaktır. Çünkü kötülükten nehyetmek henüz hayat sahibi olanlara son nefese kadar bir farzı kifayedir. İkincisi ise, ümitsizlik dünyada hiç bir hususta caiz değildir. Ve ne kadar günahkar olursa olsun halkın tevbe ve korkusunu arzu ve ümid etmek de bir vazifedir. Gerçi bu hal böyle devam ederse sonunun bir helak veya azaba varacağı muhakkaktır. Fakat insan halleri değişik v kader sırrının vukuundan evvel malum değildir. Ne bilirsiniz bu güne katlar hiç söz dinlemeyen bu halk belki yarın dinleyiverir, dinler de belki sakınmaya başlar, tamamıyla sakınmazsa belki biraz sakınır ve belki bu suretle azab biraz hafifler. Her halde nasihat etmek, nasihati terk etmekten evladır. Nasihati tamamen bırakmakta bir fayda yoktur. Fakat nasihate devam etmenin hiç olmazsa birazcık olsun sakındırmaya sebep olması ümidi bulunmalıdır, hiç bir karşı kuvvete maruz kalmayan fenalık, her bir fenalığın aslını, olamazsa sür'at ve şiddetini olsun hafifletmeye çalışmaktan kaçınmamalıdır. Felaket mukadder ise, nasihat edenler Allah indinde mazur olurlar.» dediler.

İyi kimseler nasihat için ne kadar uğraştılarsa, kötüler de buna karşılık isyanlarında ısrar ettiler ve netice olarak o fasık ve haddini aşan ahali ihtar olundukları nasihatleri unuttular,, hiç nazarı dikkate almaz, sanki büsbütün unutmuş gibi hatırlarına getirmez oldular. O zaman Allahü Teala kötülükten nehyeden iyileri kurtardı, zalimleri de fasıklığı adet haline getirdiklerinden dolayı şiddetli bir azapla, yoksullukla kıvrandıran bir azapla cezalandırdı. Bunun üzerine uslandılar mı? Hayır, aksine büsbütün azdılar hiç bir günahtan, kötülükten çekinmez, nehyedilenlerin hiç birisinden sakınmaz, her fenalığı yapar, nehy edenlere de husumet eder hale geldiler. Daha ileri gidip tamamen inatlaşarak isyana kovuldular.

Bu, tamamen yoldan çıkma üzerine Davud aleyhisselam onlara lanet etti ve Allahü Teala da kendilerini alçak, hakir her taraftan uşt uşt diye kovulan zelil maymunlar haline getirdi, insanlıktan çıkarıp maymunlara çevirdi. Böylece azgınlıklarının cezasını hayvanlaşarak görmüş oldular.

Allahü Teala Davud aleyhisselama hayırlı bir evlad, tevbekar bir kul olarak Süleyman aleyhisselamı ihsan etti. Süleyman aleyhisselam babasiyle beraber bulunur, onun halkın davalarıyla alakalı hükümlerini takip ederdi. Allahü Teala her birine de bir hüküm ve ilim vermişti.

Davud aleyhisselamın huzuruna bir gün birbirlerinden davacı olan iki kişi geldi. Davacılardan biri hasmını işaret ederek:

— Ey Allah'ın elçisi!. Bu adamın koyunları benim ekili olan tarlama geceleyin girip yayıldılar, bütün ekinlerimi yiyip bitirdiler, dedi

Davud aleyhisselam diğer davacıya bunun doğru olup olmadığını sorduğu zaman o da hadiseyi tasdik etti. Bunun üzerine Hz. Davud dedi ki:

—: O halde tarla sahibi, harap olan ekinlerinin zarar ve ziyanına karşılık o koyunlara sahip olur.

O zaman oğlu Süleyman aleyhisselam, ayağa kalkarak bu meselede kendisinin de bir fikri olduğunu söyledi ve beyanda bulunmak için babasından müsaade aldıktan sonra şöyle dedi:

— Koyunların sahibi helak olan tarlayı alır, İslah eder, eker. Tarla sahibi de koyunları alır, onların sütünden, yağından, yününden faydalanır. Tarla eski haline geldiği zaman tarla sahibi tarlasını, koyunların sahibi koyunlarını tekrar geri alırlar.

Bu hüküm, Davud aleyhisselamın çok hoşuna gitti ve oğluna iltifatlarda bulundu. Bu hususta Süleyman aleyhisselam'ın daha güzel hükümde bulunması Allahü Teala'nın bir hikmeti idi ve onun kalbine bu mesele ile alakalı hükmü anlatmıştı.


(Bakara. Maide, A'raf, Sebe', Sad ve Enbiya Sureleri)