BÜRÛC SÛRESİ
Mekke devrinde nazil olmuştur, 22 âyettir.
1
Burçlar sahibi gökyüzüne... ”Burçlar"dan maksat, en yüksek felekte bulunan on iki burçtur. Bu yıldızlara burç denmesi, köşklere benzemesinden ötürüdür. Zira ay oralarda konaklamaktadır. Ayrıca Araplara çölde gözükmelerinden dolayı da burç denmiştir. Çünkü burç, bir şeyin güzellikleriyle ortaya çıkmasını ifade eder. ”Kadın teberrüc etti" dendiğinde, güzelliklerini ortaya koymada burç gibi oldu, denmiş olur. Fakat bu on iki burcun çıplak gözle herkese gözükmesi mümkün değildir. On iki burç gökyüzünün yirmi sekiz yerine taksim edilmiş vaziyettedir. Güneş her sene bu on iki burcun tamamından geçer, ay ise her ay buralara uğrar. Bu burçlarda pek çok faydalar ve insanlar için nice yararlar vardır. Allahü teâlâ, şeref ve değerlerini ortaya koymak için bu burçlara yemin etti.
2
Vaad olunan o güne. ”O gün"den maksat, kıyamet günüdür. Allahü teâlâ bu gününün büyüklüğüne dikkat çekmek için ona yemin etti. Çünkü o, davaların görüldüğü, cezaların verildiği, hüküm ve otoritenin sadece Allah'a ait olduğu gündür.
3
Şahitlik eden ve edilene Yemin olsun ki yani öncekilerden ve sonrakilerden, insanlardan ve cinlerden, meleklerden ve peygamberlerden ve acayip varlıklardan o güne şahit olan her şeye yemin olsun. ”Şahit"; hazır olan, tanıklık yapan demektir.
Denildi ki: ”Şahitlik edilenden maksat, cuma günüdür. Şahitten murat da cuma namazında hazır olan Müslümanlardır. Çünkü güneş, cumadan daha faziletli bir gün üzerine doğup batmamıştır. Şahitlik edilenin arefe günü, şahidin de Arafat'ta bulunan hacı olduğu da söylenmiştir. Ayrıca her günün şahit, halkın da meşhûd (şahit edilen) olduğu söylenmiştir."
Hasan-ı Basrî (Allah kendisine rahmet eylesin) şöyle demiştir: ”Her gün şöyle seslenir: ’Ben yeni bir günüm, bende yapılan şeylere şahidim. Beni ganimet bil, yoksa güneş battıktan sonra kıyamete kadar bir daha beni bulamazsın.'" (1)
1- Bu söz, Hasan Basrî'den rivayet edilmiş olup mevkuftur. Bunu teyit eden sahih rivayetler vardır.
4
Kahrolsun o hendeğin sahipleri! Bu cümle duâ değil, haber cümlesi olduğu için te'kid lamı hazfedilerek kasemin cevabı olarak gelmiştir. Yani onlar Allah'ın gazabı ve lânetiyle mutlaka helak oldular, anlamındadır. Fakat bu cümlenin haber değil, kasemin cevabına işaret eden duâ cümlesi olması daha doğrudur. Bu taktirde, kahrolsun o hendeğin sahipleri, demek olur. Kahredilmek lanetten kinayedir. Çünkü öldürmek, cezaların en sertidir ve büyük bir öfkenin neticesidir, hayır ve rahmetten uzaklaştırmayı gerektirir. Zaten lanet de rahmetten uzaklaştırmak demektir. Öldürmek lanetle bağlantılıdır. Bir bakıma şöyle denmektedir: Anılan bu şeylere yemin ederim ki, hendek sahipleri nasıl lanete uğramışlarsa Mekke kâfirleri de öylece lanete uğramışlardır.
Cümlenin beddua için gelmesi daha doğrudur dedik. Çünkü bu sûre, mü'minlerin imanını pekiştirmek, kâfirlerin eziyetlerine karşı sabırlı kılmak, öncekilerin başlarına gelen işkenceleri ve buna karşı nasıl dayandıklarını hatırlatmak, böyle durumlara alışmalarını, Mekkelilerden gelecek eziyetlere sabretmelerini, bu müşriklerin Allah katında lanetlenmiş Hendek sahipleri gibi lanete müstehak olduğunu bilmeleri için gelmiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki bu, Allah tarafından Hendek sahiplerine yapılmış bir beddua değildir. Çünkü Allah âciz değildir ki beddua etsin.
"Uhdûd", yerde uzunlamasına açılmış derin hendek demektir. ”Hendek sahipleri'"nden maksat ise, Yahudi kral Zû Nüvas el-Himyerî ve askerleridir. Olay şöyle cereyan etmiştir: Adı Abdullah b. Sâmir olan sâlih bir kul, Necran'a gitti. Bu zât Hazret-i İsa'nın dini üzereydi. Necranlıları Hristiyanlığa çağırdı. Onlar da kabul ettiler. Zû Nüvas, ordusuyla birlikte Himyer'den kalkıp üzerlerine yürüdü. Onları ateşe atılmak veya Yahudiliği seçmek gibi bir tercihle karşı karşıya bıraktı. Necranlılar Yahudiliği reddettiler. Zû Nüvas, hendek kazdırdı ve içine ateş yaktırdı. Abdullah b. Sâmir'e tâbi olan herkesi hendeğe attırdı. Böylece yaklaşık on iki bin kişiyi yaktı.
Ashab-ı uhdûd (Hendek sahipleri) hakkında Müslim'in Sahih'inde şöyle bir kıssa zikıedilmiştir: ”Sizden önceki kavimlerden birinin bir kralı, bu kralın da bir sihirbazı vardı. Sihirbaz yaşlanınca krala şöyle dedi: ’Artık ben yaşlandım. Bana bir çocuk gönder ki ona sihirbazlık öğreteyim.' Kral, sihir öğretmesi için ona bir çocuk gönderdi. Çocuğun gelip gittiği yol üzerinde bir rahip vardı. Çocuk, rahibin yanına varıp oturdu. Sözünü dinledi, sözleri hoşuna gitti. Sihirbaza giderken rahibe uğrar, yanında biraz eğleşirdi. Geç kalmasından ötürü sihirbaz çocuğu dövdü. Çocuk da rahibe şikayette bulundu. Rahip, çocuğa dedi ki: ’Sihirbazın dövmesinden endişe edersen, ailem beni geç bıraktı dersin. Şayet ailenden çekinirsen, sihirbaz beni geciktirdi dersin.'
Durum bu minval üzere giderken çocuk, insanların yolunu kesen bir hayvana rastgeldi. Bu hayvan arslan veya yılandı. Çocuk kendi kendine: ’Rahip mi, yoksa sihirbaz mı daha faziletli, bugün anlayacağım' dedi. Eline bir taş alıp: ’Ey Allah'ım! Şayet rahibin durumu sana göre daha güzelse bu hayvanı öldür ki, insanlar yollarına devam etsinler' dedi ve taşı atıp hayvanı öldürdü. İnsanlar da yollarına devam ettiler. Rahibe gelip durumu haber verdi. Rahip dedi ki: ’Yavrucuğum, artık sen bugün benden daha faziletlisin. Görüyorum ki, sen yüce bir mertebeye ulaşmışsın. Bundan sonra ağır imtihanlara tâbi tutulacaksın. Başına bir dert gelirse sakın beni ele verme.'
Çocuk, anadan doğma körün gözünü açıyor, cilt hastalıklarını gideriyor, insanların başka hastalıklarını tedavi ediyordu. Kralın âmâ olan bir yakını, durumu işitince pek çok hediyelerle çocuğa geldi ve: ’Şayet beni şifaya kavuşturursan bütün bu hediyeler senin olacak' dedi. Çocuk da: ’Ben kimseye şifa vermiyorum. Şifayı veren ancak Allah'tır. Şayet Allah'a iman edersen O'na duâ ederim, sana şifa verir,' dedi. Adam iman etti, Allah da ona şifa verdi. Eskiden olduğu gibi kralın huzuruna vardı. Kral: ’Gözünü kim açtı?' deyince adam: ’Rabbim!' dedi. Kral: ’Senin benden başka rabbin var mı?' deyince adam: ’Evet benim ve senin Rabbin olan Allah' dedi. Kral adama iskence etmeye başladı. Bu durum çocuğu ele verinceye kadar sürdü. Neticede çocuk, kralın huzuruna getirildi. Kral ona: ’Ey oğul! Anadan doğma körün gözünü açtığını, cilt hastalıklarını iyi ettiğini, daha pek çok hastalıkları tedavi ettiğini işittim,' dedi. Çocuk da: ’Ben kimseye şifa vermiyorum, şifayı veren Allah'tır' dedi. Kral ona işkence etmeye başladı. Bu durum rahibi ele verinceye kadar sürdü. Bu sefer rahip kralın huzuruna getirildi. Rahibe: ’Dininden dön,' denildi. O da dönmedi. Kral bir testere istedi ve başının tam ortasına koyup adamı ikiye biçti. Sonra kralın yakını olan adam getirildi, ona da: ’Dininden dön dendi.' O da dönmedi. Testereyi başının ortasına yerleştirip onu da ikiye böldü. Daha sonra çocuk getirildi. Ona da: ’Dininden dön,' dendi. O da reddetti. :
Kral, çocuğu adamlarından bir gruba verip onlara şu tenbihte bulundu: Bu çocuğu filanca dağa götürün, tepeye çıkarın. Tam zirveye ulaştığınızda dininden dönerse ne âlâ, dönmezse onu aşağı atın. Çocuğu dağa götürdüler, tepeye çıkardılar. Çocuk şöyle duâ etti: ’Allah'ım! Beni onların şerrinden nasıl koruyacaksan koru.' Dağ birden bire sarsıldı. Adamlar düşüp yuvarlandılar. Çocuk yürüyerek krala geldi. Kral: ’Yanındaki adamlar ne oldu,' deyince çocuk: ’Allah beni onlardan korudu' dedi. Kral bu sefer çocuğu adamlarından başka bir gruba teslim etti ve şu talimatı verdi: ’Onu bir gemiye bindirin. Denizin ortasına kadar götürün. Dininden dönerse ne âlâ, dönmezse denize atın.' Çocuğu götürdüler, çocuk şöyle duâ etti: ’Allah'ım! Bunların şerrinden beni ne şekilde koruyacaksan koru.' Bunun üzerine gemi tersine döndü, kralın adamları boğuldu. Çocuk yine yürüyerek krala geldi. Kral: ’Yanındaki adamlar ne oldu?' deyince çocuk: ’Allah beni onların şerrinden korudu,' dedi ve şunu ilâve etti: ’Ey kral! Sana emredeceğim şeyi yerine getirmedikçe beni asla öldüremeyeceksin.' Kral: ’Nedir o?' deyince çocuk şöyle dedi: ’İnsanları düz bir meydanda toplar, beni de bir ağacın dalına asarsın, sonra ok torbamdan bir ok alır, onu yayın tam ortasına yerleştirir, sonra da: Bu çocuğun Rabbi adıyla diyerek oku atarsın.' Kral çocuğun dediklerini yaptı, oku attı, ok çocuğun şakağına isabet etti. Çocuk elini okun saplandığı şakağına koydu ve öldü. Bu hali gören insanlar da: ’Çocuğun Rabbine iman ettik, çocuğun Rabbine iman ettik,' dediler. Krala gidilip şöyle dendi: ’Sen neden korkuyorsan Yemin olsun işte korktuğun başına geldi. İnsanlar iman ettiler.' Kral hemen yol girişlerine hendekler kazılmasını emretti, hendekler kazıldı, içinde ateşler yakıldı. Kral: ’Kim dininden dönmezse bu hendeğe atın' dedi. Dediği gibi inananları hendeğe attılar. Kucağında emzikli bir yavrusu olan bir kadın geldi. Hendeğe girmekte tereddüt etti. Kucağındaki çocuk ise: ’Ey anacağım! Korkma sabret, çünkü sen hak üzeresin,' dedi."
Bu çocuk, beşikte iken konuşan süt çocuklarından idi. Bu çocukların sayısı Yûsuf sûresinin tefsirinde geçmişti. Bu olay, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğumundan doksan sene önce olmuştu. Hadiste belirtilen olaylar, velilerin kerametlerinin hak olduğunu, ölüm korkusu durumunda yalan söylemenin caizliğini ispat etmektedir. Ölümle tehdit edilen, ister yalan söyleyen olsun isterse başkası olsun farketmez.
5
O çıralı ateşin... Ateş, hendekten bedeldir. Çünkü hendek, ateşi de içine almaktadır. Hendek, ateşle korkunç olmaktadır. Bu ateş bol odunlu, yüksek alevli bir ateştir.
6
Hani o ateşin başına oturmuşlar. Hendeğin çevresinde yüksekçe bir yerde oturup mü'minleri ateşe atıp yaktıklarında lanete uğramışlardı. Dinlerini terkedenleri bırakıyorlar, terketmeyenleri ise ateşe atıp yakıyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhdûd ashabını andığı zaman, zor imtihandan Allah'a sığınırdı. Bu ölümü bile aratan imtihandır.
7
Mü'minlere yaptıklarını seyrediyorlardı. Kralın yanında birbirlerine şahitlik yapıyorlar, en ufak bir acıma ve merhamet duymaksızın, emredildiği şekilde mü'minleri yakmakta hiç kimsenin kusur etmediğini söylüyorlardı. Yahut da kıyamet gününde mü'minlere yaptıklarına şahitlik edeceklerdir. Yani elleri, ayakları ve dilleri yapmış oldukları işkence konusunda onların aleyhlerine şahitlik edeceklerdir.
8
O mü'minlere kızmalarının sebebi de sadece azîz ve hamîd olan Allah'a iman etmeleri idi. Bundan dolayı mü'minleri ayıplayıp onlardan nefret ediyorlardı.
Âyette iman, geçmiş zaman kipiyle değil, şimdiki zaman kipiyle kullanılmıştır. Halbuki onlar eskiden inanmışlardı. Fakat onlar eskiden inandıkları için değil, inanmaya devam ettikleri için mü'minleri yakıyorlardı. İstisna müteferrağdır. Âyette, mü'minlerin kınanıp ayıplandıkları şeylerden tamamen uzak oldukları açıklanmaktadır. Bu ifade tarzı, şâirin şu ifadesi gibidir:
Onlarda kusur yoktur, varsa da ancak, Düşmanla vuruşmaktan kılıçları oldu berbat.
Onların ayıpladıkları şey, gerçekte ayıplanacak şeylerden değildir. Şâirin ayıp saydığı şey de aslında ayıp değil, meziyettir. Bu, bir ifade tarzıdır. ”Azîz" azabından korkulan, ”hamîd" ise nimet veren, sevabı umulan demektir. Aşağıdaki âyet de bunu te'kid etmektedir:
9
O Allah ki, göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Bu sıfat sona bırakıldı, çünkü tam bir hükümranlık ancak kamil bir güçle meydana gelir ki, buna da hamîd sıfatı delâlet etmektedir. Çünkü kamil bir ilme sahip olmayanın güzel ve beğenilen fiiller yapması mümkün değildir.
Keşfü'l-Esrâr'da şöyle dendi: ”Allah'ın kendini bu sıfatlarla tammlamasının sebebi şudur: Bilinsin ki Allah güçsüz olduğu için kâfirlere mühlet vermiş değil, aksine ancak böyle yapmakla hakedecekleri korkunç bir azaba uğramalarım istediği için fırsat vermiştir."
Bu âyette, son derece cahilliklerinden dolayı kâfirleri kötüleme vardır. Çünkü onlar övgü sebebi olan imanı, yerme sebebi saydılar.
Ve Allah her şeye şahittir. Bu, kâfirler için mü'minlere işkence ettiklerinden dolayı şiddetli bir tehdittir. Zira Allahü teâlâ 'nın her şeyi bilmesi, her şeyin cezasını vermeyi gerektirir. Kul, inanırsa ki, Allahü teâlâ yaptıklarını biliyor, durumlarını görüyor, o takdirde Allah için katlandıkları zorluklar, kendisine kolay gelir.
Hikâye edildi ki, adamın birisi kırbaçla dövüldüğü halde sabredip hiç sesini çıkarmıyor. Durumu görenlerden birisi sordu: ”Bu dayak sana acı vermiyor mu?" Adam: ”Evet, veriyor" dedi. ”Peki neden ses çıkarmıyorsun?" deyince: ”Beni seyredenler arasında sevdiğim birisi var, bana bakıyor. Bağırıp çağırırsam O'nun gözünden düşerim diye korkuyorum. Kim ki, hakkı sevdiğini iddia eder de bir karmca ve bir sivrisinek ısırmasına, hatta daha küçüğüne bile sabredemezse sevgi iddiasında nasıl samimi olabilir?"
Dediler ki, bu Uhdûd kıssası, herhangi bir şekilde işkenceye tâbi tutularak küfre zorlanan kişinin, tehdit edildiği şey karşısında sabretmesinin daha uygun olacağına işaret etmektedir. Her ne kadar şeklen kâfir gözükmeye izin varsa da...
Hikâye edildi ki, sahte peygamber Müseylime, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabından iki kişiyi yakaladı. Birisine: ”Benim Allah Rasûlü olduğuma şehadet eder misin?" diye sordu. O da: ”Ederim", dedi. Müseylime onu salıverdi. Ötekine de aynı soruyu sordu. O ise: ”Hayır sen yalancının tekisin," dedi. Müseylime onu öldürdü. Bunu duyan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Müseylime'nin salıverdiği, ruhsatı kullandı, bununla vebale girmedi. Sabreden ise güzel olanı tercih etti. Cennet ona kutlu olsun."
10
İnanan erkek ve kadınlara işkence yapıp Uhdûd ashabına yapıldığı gibi inananlara dinlerinden dönsünler diye eza ve cefa yapanlar ki, Kureyşliler, Bilâl ve Ammâr'a işkence ediyorlardı. Zaten muhabbet ehli belâdan yakasını sıyıramaz. Söyleyen şâir ne güzel söylemiş:
Âşıkın dertsiz olması ne uzakmış, Adn Cennetini sıkıntılar kuşatmış.
Sonra da tevbe etmeyenlere cehennem azabı ve yangın azabı vardır. Yaptıkları işkencelerden dolayı küfür ve eziyetlerinden vazgeçmeyenler, küfürleri sebebiyle ahirette ebedî olarak cezalandırılacaklardır. Ayrıca müminlere işkence ettiklerinden ötürü diğer cehennemliklerden fazla olarak daha şiddetli şekilde azap edileceklerdir. İki azap arasındaki fark böylece ortaya çıkmaktadır.
Ayette geçen ”sonra" kelimesi, Allah'ın hilim ve ikram sahibi olduğuna işaret etmek içindir. Zira O, hemen helak etmemekte, gecikse bile tevbeyi kabul etmektedir. ”Cehennem azabı"îıdan kastın, cehennemin soğukluğu ve zemherisi, ”yangın azabı" ndan maksadın ise, cehennemin sıcaklığı olması da muhtemeldir. Onlar soğuklukla sıcaklık arasında gelir giderler. Sıcaklık, mü'minleri dünyada yaktıkları için; soğukluk ise, diğer günah ve suçlardan ötürüdür. Çünkü ceza, amelin cinsinden olur.
11
İnanan ve iyi amel yapanlar için de altından ırmaklar akan cennetler vardır. Belirtilen iman ve amel sebebiyle ki, kâfirlerin eziyet ve yakmalarına karşı sabretmek iyi amellerdendir. İşte bu yüzden onlar cehenneme karşılık cennetle mükâfatlandırılacaklardır. Bu cennetlerin altından nehirler akacaktır. Dünyada yakılırken hissettikleri hararete karşılık bu nehirlerde serinleyeceklerdir.
Ebu'ssuud, tefsirinde demişdir ki: ”Cennetten kasıt, ağaçlar ise, nehirlerin bu ağaçlar altından akması malumdur. Şayet cennetten kasıt, ağaçları da içine alan saha ise,’altından' ifadesi, nehirlerin aşikâr akışı itibariyledir. Çünkü cennetin ağaçları cennet sahasını kaplayıp örter. Zaten cennet ismi de buradan yani örtülü olmaktan gelir."
İşte büyük kurtuluş budur. Yani cenneti elde etmek büyük kurtuluştur ki, dünya ve içinde olan her şey onun yanında pek değersizdir. ”Fevz", serden kurtulmak, hayra kavuşmaktır. ”Büyük kurtuluş"tan maksat, cennete nail olmaktır. Allah'ın rızasını kazanmak ise, en büyük kurtuluştur. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”...Allah'ın rızası hepsinden büyüktür." (Tevbe: 72)
12
Şüphesiz Rabbinin yakalaması çok serttir. ”Batş", kıskıvrak yakalamak demektir. Ayrıca şiddet sıfatıyla nitelenmesi, yakalamanın ne kadar sert ve katmerli olduğunu ifade eder. Bu yakalama, Allahü teâlâ 'nın zorba ve zalimleri enselemesi, onlardan intikam alıp cezalandırmasıdır. Gerçi bu yakalama, onlara bir süre tanıdıktan sonra olmaktadır. Fakat böyle olması acizliğinden değil, hikmetinden dolayıdır.
13
Yoktan yaratan ve tekrar dirilten O'dur. Mahlukatı yoktan varlık âlemine çıkaran sadece ve sadece O'dur. Sonra da onları öldürmekte, bilâhare iyi ve kötü amellerinin karşılığını vermek için onları diriltmektedir. Veya Allah kâfirleri dünyada cezalandırdığı gibi ahirette de tekrar cezalandırır.
İbn Abbas şöyle dedi: ”Ateş cehennemlikleri yer, kömür haline gelirler. Allah onları yeniden yaratır. Âyetin işaret ettiği budur. Yahut da Allah insanı topraktan yaratır, tekrar toprağa iade eder veya onu spermden yaratır, ahirette tekrar eski haline döndürür."
Allah'ın sıfatı olan ”mübdi", baştan yaratıp ortaya çıkaran, ”muîd" ise, yok olduktan sonra tekrar eski haline getiren demektir. İade, ikinci başlangıçtır.
İmam Gazali şöyle dedi: ”el-Mübdiul-muîd in mânâsı, icad eden demektir. Fakat icad, daha önce benzeri olmayan bir şeyi ortaya koymak şeklinde olursa buna ibda, önceden benzeri varsa buna da iade denir. Allah insanları yoktan var etmiş, sonra onları mahşerde tekrar var edecektir. Her şey O'ndan gelmiş yine O'na dönecektir."
14
O, çok bağışlayan ve çok sevendir. Küfürden imana dönen ve günahlardan tevbe edenlerin tevbesini kabul eder. İtaat edenleri veya tevbe edenleri çok sever.
15
O, Arş'ın sahibidir, yücedir. Arş'ı yaratandır, Arş ve diğer yaratıklar üzerinde hakimiyet ve otorite O'na aittir. O'nun zâtı yücedir, fiilleri güzeldir, ikram ve ihsanı boldur.
Kamusta şöyle dendi: ”Mecîd; yüce, cömert ve şerefli anlammadır. Onu temcid (ululayıp ağırlama) ve tazim etti (yüceltti), medhetti demektir."
Mecîd kelimesinin sonu esre ile de okundu. Bu takdirde arşın sıfatı olmaktadır. Mânâ da şöyledir: ”O yüce Arşın sahibidir." Yüceliği ise, cihet olarak yüksekliği, varlığının büyüklüğü ve terkibinin güzelliğidir. O, şekil ve tertip yönünden varlıkların en güzelidir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Arş'ın büyüklüğü yanında kürsî, çöle atılmış bir yüzük halkası kadardır." (3) Hattı zatında çok geniş olmasına rağmen arş karşısında küîsînin durumu bu olursa diğer yer ve gök cisimlerinin durumunu sen hesap et.
3- Hadisi İbn Cerîr tahrîc etmiştir. Sahih ve hasen hadisler halinde pek çok rivayetleri vardır. Bkz. Taberî, Câmiu'I-Beyanve İbn Kesîr, 1/228.
Sehl (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Allah Arş'ı ihtiyaçtan değil, kudretini göstermek için yarattı."
16
Dilediğini mutlaka yapandır. Murad ettiği hiçbir fiil, iradesine aykırı düşmez. Bu, hak ehlinin görüşüne delildir.
"Faal", failin mübalâğasıdır. Çünkü O'nun dileyip yaptıkları son derece çoktur. Diriltme, öldürme, aziz yapma, zelîl kılma, zenginleştirme, fakirleştirme, şifa verme, hastalandırma, yaklaştırma, uzaklaştırma, imar, tahrip vs. bu fiiller Allah'ın, dileyip yaptığı şeylerdendir.
Rivayet edildi ki, bir grup insan hasta yatağında Hazret-i Ebû Bekir'in huzuruna girdiler: ”Sana bir doktor getirelim mi?" dediklerinde Hazret-i Ebû Bekir: ”Doktor beni gördü" deyince: ”Peki ne dedi," diye sordular. ”Ben istediğimi yaparım," dedi diye cevap verdi.
17
Orduların kıssası sana geldi mi? Elbette geldi. Sora takrir yani muhatabı ikrara sevketmek içindir. ”Orduların kıssası"ndan maksat da Peygamberlere karşı savaşan kâfirler topluluğunun haberi ki, bu haber, onların küfür ve sapıklıkta devamlarıdır.
18
Yani Firavun ve Semûd'un nasıl kâfir oldukları ve ne cezaya çarptırıldıklarını öğrendin mi? Onların hikâyesi sana ulaştı mı? Kavmine bunları hatırlat, onların başına gelenlerin, kendi başlarına da geleceğini haber ver. Çünkü onlar Firavun ve ordusunun haberini biliyorlar, Semûd kavminin helak izlerini de görüyorlardı. Çünkü bu izler ülkelerinde uğrak yerlerindeydi, Zaman itibariyle Semûd, Firavun'dan önce ise de âyet sonlarına -ses âhengine-riayet için sonra zikredilmiştir.
19
Fakat o inkarcılar hâlâ bir yalanlama içinde... Senin kavminden olan inkarcılar azabı hak etmede, cezaya çırpılmada onlardan daha ileridedir. Çünkü onlar durumu gayet net, âyetleri gayet açık olduğu halde Kur'an'ı yalanlamakta ısrar ediyorlar. Buradaki ”bel", Kureyş müşrikleriyle Firavun ve ordusunun farkına işaret etmektedir. Yani inkârda bunlar onlardan daha beterdir denmektedir.
20
Oysa Allah onları arkalarından kuşatmıştır. Bu, onların Allah'ın azabından kurtulamayacaklarının temsil yoluyla ifadesidir. Yani kişinin, kaçacak delik bırakmayacak şekilde düşmanını çepeçevre kuşatmasına benzetilmiştir.
21
Hayır, o şerefli bir Kur'an'dır. Durum onların dedikleri gibi değildir. Yalanladıkları şey, derecesi yüksek ve şerefli bir Kur'an'dır. Dünya ve ahiretin güzelliklerini kapsamaktadır.
22
Levh-i Mahfuz'dadır. Yani şeytanın ulaşmasından ve tahriften korunmuştur. Levh-i Mahfuz'un ne olduğunu İbn Abbas şöyle açıklamaktadır: ”Allah beyaz bir inciden bir Levh-i Mahfuz yarattı. Onun iki kapağı kırmızı yakuttandır. Uzunluğu yerle gök arasıdır. Genişliği doğu ile batı arasıdır. Allah hergün oraya nazar eder. Diriltir, öldürür, azîz yapar, zelîl kılar. Dilediğini işler. Kim Allah'a iman eder, vaadini doğrular, peygamberlerine uyarsa Allah onu cennete kor." (4)
Allah'ın yardımıyla Bürûc Sûresinin tefsiri bitti.