RÛHU'L-BEYÂN TEFSİRİ | MÜLK SÛRESİ

 

MÜLK SURESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur, 30 âyettir.

1

Mutlak hükümranlık elinde olan Allah'ın şanı yücedir.

"Tebâreke" kelimesinin kökü olan ”bereket" kelimesi, ister hissi olsun, ister aklî olsun ziyadelik ve artış anlamı ifade eder. ”Şanı yüce" diye terceme ettiğimiz ”tebâreke" kelimesi, Allah'ın kemâlinin zirvesine ve yüceliğin doruğuna delâlet eder. Bu izahtan sonra âyetin manasını şöyle ifade edebiliriz: ”Her işte tanı hükümranlık ve kudret elinde olan, emreden, yasaklayan, veren, engel olan, yaşatan, öldüren, yücelten, alçaltan, fakirleştiren, zenginleştiren, hasta eden, şifa veren ve daha birçok büyük işleri yapan Allahü teâlâ  zât, sıfat ve fiil olarak yücedir ve kutsaldır."

Kimi âlimler ”el-bereket" kelimesinin, yaratıklarına çeşit çeşit hayırlardan bol bol vermesi itibariyle, hayır çokluğu ve sürekliliği anlamında olduğunu söylerler. O zaman âyetin anlamı: ”Mutlak hükümranlık elinde olan Allah'ın hayrı çok oldu, nimet ve ihsanı arttı," şeklinde olur. Nitekim bir âyette: ”Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalksanız sayamazsınız." (İbrahim: 34) buyuru lmaktadır.

Râğıb el-Isfehânî, ”bereket" kelimesini şu şekilde izah etmiştir: ”‘el-bereketiı, ilâhî hayrın bir şeyde bulunmasıdır. İçerisinde bu hayrın bulunduğu şey de’mübarek' tir. İlâhî hayır, sayılamayacak ve zabtu rabt altına alınamayacak bir şekilde, hissedilemeyecek bir biçimde çıkınca kendisinden hissedilemeyen bir fazlalığın çıktığı her şeye’mübarek' denilmiştir. Onda bereket vardır." özelliklerinden yüce oldu, anlamına geldiğini, b-r-k harflerinden yapılan tüm kelimelerin bu manayı içerdiği", söylenmiştir.

O'nun her şeye tam anlamıyla

gücü yeter. İşlerin incelik ve yüceliklerinde yüce hikmetinin gerektirdiği şekilde teşekkül eden iradesinin icabına göre tasarruf eder.

2

O, hanginizin daha iyi amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yarattı. Bilindiği gibi ölüm, hayatın fonksiyonlarının son bulması; hayat ise, nefes alma gibi iradî hareketler ve algılayabilirledir. Ölüm, bu işlevlere sahip olan birisinden bunların yok olmasıdır. Âyet delâlet ediyor ki: Allah'ın tüm fiilleri, kulların maslahat ve menfaatine yöneliktir. Yani Allah'ın yarattığı bu şeyleri maslahatları gözeten bir varlık yapacak olsa idi ancak bu maksat ve maslahatlar için yaratırdı.

Âyetin ikinci bölümünün başında bulunan ”lam" harfi, nahiv açısından lâmüi-illet, şer'î açıdan da hikmet ve maslahat lamıdır. Buradaki ”denemek" gerçek anlamında değildir. Çünkü o, ancak işlerin sonucunu bilmeyenler için söz konusudur. Allah'ın deneme ve imtihanı ise, gaybda bildiği şeyin, kuldan açığa çıkmasıdır. Âyetin manası şudur: ”Size, sizin hanginizin daha iyi ameller işleyeceğini denemek için bir uygulama yapanın işini yapar ve amellerinize göre karşılık verir. İşte bundan dolayı bu cümleyi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Hanginizin aklı daha iyi, Allah'ın yasaklarından hanginiz daha uzak ve Allah'ın tâatine hanginiz daha çok koşuyor," diye tefsir etmiştir. Amellerin en iyisi, sadece Allah rızası için olan ve sünnete uygun olması suretiyle en doğru olandır. Yani Şârî'den, yani kanun koyucu Allah'tan geldiği şekilde yapılandır. Bir amel, Allah için olsa, ama doğru olmasa makbul değildir. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber bir bedeviye: ”Kalk ve namaz kıl. Çünkü sen namaz kılmadın," buyurmuştur. (1) Aynı şekilde amel doğru olsa ama Allah için olmasa yine makbul değildir. Bu yüzden Allahü teâlâ, riyakârların ve münafıkların amellerini heba etmiş, makbul saymamıştır.

İhlâs, Allah'ın sırlarından büyük bir sırdır. Ona ancak havas denilen özel kişiler erebi lirler.

1- Bu, hadîsu'l-mûsî salâtehû (namazında yanlışlık yapan hadisi) diye bilinen uzunca bir hadisin bir bölümüdür. Bkz. Buharî, Kitabü's-Salat.

"Hanginizin daha iyi amel işleyeceği" nden murad, birbirinize nispetle hanginizin amelinin daha iyi olacağını tespittir. Âyet-i kerimede iyilik, insana Kevaşi adındaki eserde ise: ”tebâreke" kelimesinin, Allah yaratıkların isnat edilmiştir. Bu, insanın ameli iyi olursa, görünüm açısından insanların en çirkini bile olsa onun iyi olduğuna, ameli kötü olanın ise bunun aksi olduğuna işaret eder. Ayette ”hanginizin daha çok amel işleyeceği" denmedi, ”daha iyi amel işleyeceği" denildi. Çünkü bir şey iyi olmazsa ne kadar çok olursa olsun önemi yoktur.

Alimler demişlerdir ki: ”İyi ancak şeriat sayesinde bilinir. Şeriatın iyi dediği şey iyi, kötü dediği kötüdür."

Kimileri ise bu âyeti: ”Hanginiz ölümü için hayatından daha iyi yararlandı ve hanginiz âhireti için dünyada daha iyi hazırlandı, bunu denemek için" şeklinde açıklamışlardır.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Abdullah b. Ömer'e şöyle demiştir: ”Hastalanmadan önce sıhhatinin, yaşlanmadan önce gençliğinin, meşguliyetinden önce boş vaktinin, ölümünden önce hayatının kıymetini bil." (2)

Hazret-i Peygambere: ”Müminlerin en akıllısı hangisidir?" diye soruldu. Peygamberimiz: ”Ölümü en çok hatırlayan ve ona en iyi şekilde hazırlanandır." buyurdu. (3)

Ahirete hazırlanmak ihlâsla yapılan çok amelle olur. Bu ameller namaz olmuş, oruç olmuş, zekât veya hac olmuş farketmez. Hepsi eşittir. Ancak bazı ameller diğerlerine nispetle daha üstündürler. Meselâ namaz, bu maddî âlemin miracıdır. Onda nefis kırılır. Beden yorulur. Bu yüzden sâlih selefimiz namazı çok kılarlarmış. Öyle ki içlerinde günde yüz rekât namaz kılan varmış. Orucun ve az yemenin de bazı meziyetleri vardır. O, ilâhî hikmetin kalbe girmesine sebeptir. Ayrıca o, ahlâkı giizelleştirir. Çünkü birçok kötülük yeme ve içme yönünden gelir. Öyleyse ey müminler! Yarışın ve koşun. Nefis binektir. Önde gidenler var ya işte onlar Allah'a yakın olanlardır.

O, güçlüdür, kötü amel işleyen ondan kaçıp kurtulamaz. Dilediğini tevbesi sebebiyle veya kendi fazlu keremiyle

bağışlayıcıdır. Üstün ve aziz olduğu için kendisine muhalefet edeni helak eden olunca, günah işleyeni tevbeye teşvik için O'nun ”ğafûr = bağışlayıcı, günahkârın günahını örten, kendine yöneleni en iyi şekilde karşılayan olduğu belirtilmiştir. Bir kudsî hadiste

Allahü teâlâ : ”Bana yürüyerek gelene Ben koşarak gelirim," buyurmuştur. (4)

4- Bu, Buharî'nin Sahih'inde tahric ettiği uzun bir hadisin sonudur. Başı şöyledir: ”Allah azze ve celle şöyle buyurdu: ”Ben kulumun beni zannettiği gibiyim. O beni andığı zaman ben onunla beraberim. Beni nefsinde anarsa Ben de onu nefsimde anarım. Beni toplum içinde anarsa.." Bkz, Câmiu'l-Usûl, 9/555.

3

O, birbirleriyle ahenkli birbiri üstünde kat kat

yedi göğü daha önce yaratılmış hiçbir örneği yokken

yaratandır. Her bir göğün kalınlığı beş yüz yıllık bir mesafedir. Gökler arasında ne bir direk ne bir alâka vardır.

Bilginlerin büyük çoğunluğunun dediğine göre, dünya, küre gibi yuvarlaktır. En alttaki gök, dünyayı her yönden çepeçevre kuşatmaktadır. Bu yumurtanın, özünü çevrelediği gibidir. Meselâ Endülüs (İspanya) den bir delik del inse onun ucu Çin'e çıkar. İkinci kat gök, birinci katı kuşatır ve bu hal böylece devanı eder. Nihayet arş bütün gökleri kuşatır.

O Rahman'ın yaratmasında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Buradaki hitap Hazret-i Peygambere veya hitaba ehil herkesedir. Mana şudur: Sen O'nun yaratmasında çelişki, uyumsuzluk, bozukluk göremezsin. Aksine o düzgündür, doğrudur. Râğıb, âyette geçen ”tefâvüt" hakkında der ki: ”Tefâvüt vasıftaki ihtilâftır. Sanki onlardan biri diğerinden farklıdır."

Gözünü çevir (de bak,) yani gökyüzüne tekrar bak. Ta ki o sana açıkça görünsün ve sende hiçbir şüphe kalmasın.

Bir çatlak görecek misin? Yani bir deliği vs. si olmadığı için bir yarık göremezsin. Bir yaratık olmasına rağmen, gökyüzünde bir yarık görmediğine göre, yaratıcı olan Allah eksik sıfatlardan daha çok münezzehtir.

4

Sonra gözünü iki kere daha çevir. Orada bir kusur ve ayıp görebilmek için tekrar tekrar bak. Buradaki ”iki kere" den maksat, tekrar tekrar bakmaya işarettir. Yoksa iki defa bakmak değildir maksat. Bu, çok karşılık vermek maksadıyla söylenen ”Lebbeyke ve sa'deyke" sözlerine benzer. Böyle denilmesinin sebebi şudur: Aşağıda gelecek olan bıkkınlık ve yorgunluk iki sefer bakmayla meydana gelmez. Öyleyse mana şudur: Sen ne kadar çok olursa olsun defalarca baksan onda bir kusur göremezsin.

Hasan Basıl şöyle demiştir: ”Sen kıyamete kadar oraya tekrar tekrar baksan hiçbir çatlak göremezsin."

Netice şu: Oraya tekrar tekrar bakılması ve fikir gezintisi yapılması bıkkınlık ve yorgunluktan başka hiçbir şey vermez.

O göz sana, âciz ve bitkin halde, aradığı eksiklik ve ayıbı bulmaktan âciz ve uzak bir halde

dönecektir. Sanki bu işten aşağılanarak ve küçümsenerek kovulmuştur.

"Aciz" diye tercemc ettiğimiz ”hâsien" kelimesi ile ilgili olarak Râğıb el-Isfehanî şöyle der: ”Has'ül-basar, acizlikten dolayı gözün büzülmesidir." Kamus'ta da bu kelime: ”Uzaklaştırılan, yaklaşmasına izin verilmeyen..." şeklinde izah edilmiştir.

"Bitkin" diye terceme ettiğimizn ”hasır" kelimesi de çok bakmaktan ve uzun uzun tekrarlamaktan dolayı yoruldu, son derece âciz kaldı manasınadır.

Huccetu'l-İslâm Gazali şöyle der: ”Mümkinât içerisinde bu varlıktan daha üstünü yoktur. Nitekim Allahü teâlâ  bir âyette şöyle buyurmuştur: ”O da: ’Bizim Rabbimiz her şeye hilkatini veren, sonra da hidayete yöneltendir,' dedi" (Tâhâ: 50)

5

Yemin olsun ki Biz, yere en yakın olan göğü geceleyin kandil gibi ışık veren, sabit ve hareketli, hepsi yere en yakın olan semada toplanan

lâmbalarla yıldızlarla

donattık. Bu âyet, göklerde herhangi bir kusurun bulunmadığının belirt ili nesin in peşinden göklerin en güzel bir biçimde yaratıldığını da beyan etmektedir. Şu denilmektedir: ”Allah'a yemin ederiz ki Biz, yeryüzüne en yakın olan göğü süsledik ve güzelieştirdik."

Burada anılan göğün, diğer göklerden daha yakın oluşu mutlak değil, altındaki yeryüzüne nispetledir. Çünkü en yukarıdaki arşa nispetle, dünyaya en yakındır. ”Lâmbalar" diye terceme ettiğimiz ”mesâbih" kelimesi kandil, lâmba anlamına gelen ”misbâh"ın çoğuludur. Burada maksat yıldızlardır. Geceleyin en büyük aydınlatıcı olduğu için ay da lâmbalara dahildir.

Allahü teâlâ  yıldızları yeryüzünün tavanı olan göğün zineti yaptığına göre, kullar da lâmbaları ve kandilleri camilerin ve mescidlerin tavanlarının zîneti yapsınlar. Denildiğine göre, akşam olduğunda Rasûlüllah mescidinde bir hurma dalı yakılırdı. Temîmü'd-Dârî Medine'ye geldiğinde yanında kandil, zeytin yağı ve ipler de getirdi. Bu kandilleri mescidin direklerine astı ve yaktı. Halk Übey b. Kâ'b'la birlikte teravih namazı kılmak için toplandığı zaman Hazret-i Ömer bu kandillerin sayısını artırdı. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ışıltıyı görünce: ”Ey Hattâb'ın oğlu! Sen bizim mescidimizi aydınlattın. Allah da senin kabrini aydınlatsın," dedi.

Onları, lâmbaları

şeytanlar için kovmak ve menetmek için atılan

ateş taneleri yaptık. Buradaki şeytanlardan murat, cinlerin kâfirleridir. Burada şu denilmektedir: Biz onlar için ikinci bir fayda daha sağladık. O da yıldızlardan alınan alevlerin üzerlerine boşaltılması suretiyle düşmanlarınızın taşlanmasıdır. Taşlanma yıldızlarla değil, onlardan alınan alevlerle olur. Çünkü onlar, boşlukta halleri üzere duran kütlelerdir. Alev, o düşmanlardan bir kısmını öldürür. Bir kısmının da bir organım veya aklım bozar. Şihab, yıldızdan ayrılan parlak ateş parçasıdır. Demek oluyor ki: ”Onları şeytanlar için ateş taneleri yaptık," cümlesinden maksat, ”Onlardan şeytanlar için ateş taneleri yaptık," demektir.

Ve onlara şeytanlara, alevlerle yakıldıktan sonra âhirette de

alevli ateş azabı tutuşturucu cehennem azabı

hazırladık. Cehennemin aşağı doğru yedi tabakası vardır. Bunlar: Cehennem, Lezâ, hutame, seîr, sekar, cehîm ve hâviyedir. Şu kadar var ki bu isimlerden her birinin diğeri yerine kullanıldığı da olur. Ateş, bazan seîr, bazan cehennem, bazan da diğer bir kelime ile ifadelendirilir.

6

Rablerini inkâr edenler için... Uygun olanı buradaki inkâr edenlerin, âyetin devamının da işaret ettiği üzere şeytanlar haricindeki kâfirlere ait olmasıdır. Böylece tekrar şüphesinden de kaçınılmış olur.

Cehennem yani onları asık ve korkunç bir çehre ile karşılayan, ateşten olan tabakanın

azabı vardır. Bu âyet işaret ediyor ki: Allah'ın azabı ve intikamı olağan dışıdır. Çünkü o, kılınçla, kırbaçla, sopa ile ve benzeri bir şeyle değildir. O, sönmeyen ateşledir. Azap edilecek kâfirin hiçbir kurtuluş umudu yoktur.

Orası cehennem

ne kötü dönüş yeridir!

7

Kâfirler

oraya cehenneme, büyük bir ateşe odunun atıldığı gibi

atıldıklarında onun içerisindeki ateşin şiddetinden dolayı, kazanın kaynadığı gibi

kaynarken çıkardığı uğultuyu kendine atılanlara olan öfkesinden dolayı çıkardığı en çirkin ve en nefret ettirici ses olan eşek sesi gibi bir ses

işitirler. O ses, ”Cehennemin uğultusunu duymayacaklar..." (Enbiyâ: 102) âyetinde buyrulduğu gibi cehennemin berbat uğultusudur. ” Uğultu diye terceme ettiğimiz ”şehîk" kelimesi, nefes vermek anlamına gelir. ”Zefir" de onu çıkarmaktır.

8

Neredeyse öfkeden çatlayacak! Bir kimse aşırı derecede öfkelendiğinde ”faları öfkeden çatlayacak" denilir. Bu tabir, aşırı öfkenin ifadesidir. Ayetin anlamı şöyledir: Cehennem onlara olan öfkesinden dolayı nerede ise parçalanıp çatlayacak. O cehennemin bölünmesi ve birbirinden parçalanarak ayrılması yaklaştı.

Cehennem, kıyamet günü mahşere bin yularla çekilerek getirilir. Herbir yuları da yetmiş bin melek çeker.

Oraya cehenneme kâfirlerden

her bir grup zebanilerin itelemesi ile

atıldığında cehennemin bekçileri Mâlik ve yardımcıları olan zebaniler, azarlayarak ve kınayarak

onlara: ’Size Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bu gününüze kavuşmaktan korkutan

bir uyarıcı gelmedi mi?' diye sorarlar. Uyarı, korkutmakla olur.

9

Onlar Allahü teâlâ 'nın, peygamber göndermek suretiyle onların sıkıntılarını giderdiğini itiraf ederek:

'Evet bize uyarıcı geldi. Yani bu gruplardan herbiri: Bize uyarıcı geldi ve bizi uyardı. Bize Allah'ın âyetlerini okudu,

ama biz o uyarıcıyı

yalanladık ve: Yalanlamada daha da ileri giderek ve kibirlenmeyi sürdürerek:

'Allah kimseye

hiçbir şey bir kitap da bir peygamber de

indirmedi. Ey Peygamberler! Allah'ın size âyetler indirdiği iddiasında

siz ancak haktan ve doğrudan uzak

büyük bir sapıklık içindesiniz' dedik,' derler.

10

Ve yine dinleyen ve akıl erdiren kimselerden olmadıklarını itiraf ederek:

derler ki: ’Eğer biz dünyada iken söz

dinleseydik veya aklımızı kullansaydık bugün -bu âyet, aklın, Allah'ı birlemek için delil olduğunu göstermektedir-

şu çılgın ateşin halkı arasında olmazdık.' Sanki cehennemin bekçileri onlara kınamanın ve azarlamanın dozunu artırarak: ”Peygamberlerin dillerinden Rabbinizin âyetlerini işitmediniz mi? Onların anlamlarını düşünmediniz mi de onları yalanladınız?" derler. Kâfirler de yukarıdaki cevabı verirler.

11

İtirafın fayda vermediği bir zamanda zorunlu olarak

böylece günahlarını itiraf ettiler. İtiraf, bir suçu bildiğini ikrardır. Günahları da, Allah'ı inkâr etmeleri, Allah'ın âyetlerini ve peygamberlerini yalanlamalarıdır.

Allah da o çılgın ateş halkını şeytanları ve kâfirlerden cehenneme girenleri, günahları ve âyetlerini inkâr etmeleri sebebiyle rahmetinden

uzaklaştırdı.

12

Rablerinden gıyaben korkanlar var ya, yani kıyamette vâki olacak olan azabından ve o azabı henüz görmedikleri halde korkanlar var ya. Ya da mana şöyledir: ”Allah'tan yani azabını ve âhirete ait hükümleri görmekten uzakta oldukları halde..."

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hâli şöyle idi: ”Ağlamaktan dolayı göğsünde, kazanın kaynaması gibi bir kaynama olduğu halde namaz kılardı."(5)

5- Hadisi Ebû Davud ve Şemailde Tirmizî sahih bir isnadla rivayet etmişlerdir.

Şüphesiz onlar için tüm günahlara şamil kapsamlı bir

bağışlama ve büyük bir ecir vardır. Yani Allah'tan bir ikram olarak âhirette büyük bir sevap vardır. Bu onlara, dünyada katlandıkları şiddetli acıları unutturacak, dünya nimetlerini küçük gösterecek bir ikramdır. O da cennet ve cennet nimetleridir.

13

Sözünüzü ister gizleyin, ister açıklayın.

İbn Abbas der ki: ”Bu âyet aralarında bir şeyler konuşan müşrikler hakkında inmiştir. Allahü teâlâ  onların konuşmalarını Hazret-i Peygambere açıklardı. Onlar da birbirlerine: ’Yavaş konuşun da Muhammed'in Rabbi duyup da, dediklerinizi ona haber vermesin.' dediler. Bunun üzerine onlara: ’Bunu gizleyin veya açıklayın farketmez. Şüphesiz Allah onu bilir,' denildi."

Buradaki emir, bir yükümlülük yüklemek için değil, tehdit içindir.

Şüphesiz O, göğüslerin özünü bilir. Tüm insanların kalplerinin derinliklerinde gizli oları şeyleri bildiğine göre sizin gizli ve açık söylediğiniz şeyler O'na nasıl gizli kalsın ki?

14

Hiç yaratan hikmeti ile her şeyi var eden, gizliyi ve açığı

bilmez mi? Âyetin manasının: ”Hiç Allah yarattığı kişileri bilmez mi?" şeklinde olması da caizdir.

Halbuki O, latiftir, en küçük şeyleri hatta karanlık gecede sert kayanın üzerindeki kara karıncayı bile görür.

Her şeyden haberdardır. Onların içindekileri bilir.

İmam Gazali rahimehullah şöyle der: ”Latif ismine ancak, maslahatların inceliklerini, gizlilerini ve onlardan latif olanlarını bilip sonra onları maslahatı isteyene azarlayarak değil, yumuşak bir şekilde ulaştıran lâyıktır. İşlerde rıfk, anlayışlarda da yumuşak kalplilik birleşti mi lütfün anlamı tamamlanmış olur. Bu bilgi ve fiilin tam anlamıyla varlığı, Allah'tan başka hiç kimsede tasavvur edilemez. ”Habîr" (her şeyden haberdar olan): gizli haberlerin kendisinden uzak kalmadığı kişidir. Onun haberi olmadan, mülk ve meleküt âleminde hiçbir şey cereyan etmez, bir zerre kıpırdamaz, bir canlı hareket etmez ve durmaz. Habîr, alîm (her şeyi bilen) anlamındadır. Şu kadar var ki, bilgi, gizli şeylere izafe edildiğinden, buna ”hıbre", bu bilgiye sahip olana da ”habîr" denilir."

Büyüklerden birisi şöyle dedi: ”Biz kurrâ (Kuran okumakta mahir) bir toplulukla beraberdik. Muhtaç bir duruma düştük, kıtlıkla başbaşa kaldık. İbrahim el-Havvâs'a gittik. Ben kendi kendime: ’Acaba şeyh, benim ve şu fakirlerin halini biliyor mu ki?' dedim. Gözünü bana çevirdi ve: ’Seni bana getiren ihtiyacı Allah biliyor mu, yoksa bilmiyor mu? İhtiyacını O'na ilet,' dedi. Hiç ses çıkarmadan yanından ayrıldım. Eve vardığımızda içimize bir şey doğdu; Kul, Allah'ın sırrına vakıf olduğunu, göğsünde gizli olan şeyi tam olarak bildiğini bildiği zaman, onun arzusunu Rabbine arzetmesi ve ihtiyacını kalbine getirmesi, onu diliyle söyleyerek istemesine ihtiyaç bırakmaz. Allah kullarına karşı son derece lütufkârdır. Onlara lütufkâr olan birisi de onların ihtiyaç duydukları şeyleri kolayca kendilerine ulaştırır.

Yediği ekmeği düşünen kişi, daha işin başından ekmek olup yenilecek hale gelinceye kadar nice gözlerin uykusuz kaldığını bilir; tarlayı süren, tohumu saçan, ekini has ad eden, döven, savuran, öğüten, hamur yoğuran, ekmeği yapan... Ayrıca bir de bu işlerin yapılabilmesi için gerekli olan âlet ve edevat var. Tahta, taş, demir, ip, hayvan vs... Bunlar sayılamayacak kadar çok. Kulun yiyecek, içecek, giyecek kabilinden yararlanıp kullandığı her şey böyle. Herbirisi için birçok hazırlık dönemleri var. Eğer bir kişi bütün bunları bizzat yapmaya kalksa mümkün değil yapamaz. Latif (ince) şeyleri, kesîf (kalın) şeylerin içerisinde muhafaza etmek, Allah'ın sünnetindendir. Bu, emanetlerin bilinmeyen yerlerde korunması gibidir. Nitekim Allahü teâlâ  kalın ve katı toprağı, altın, gümüş ve diğer cevherlerin aslı ve bulunduğu yer yapmıştır. Sedef, incinin yeridir. Arı, balın madenidir. İpek böceği, ipeğin aslıdır. İşte aynen böyle. Kulun, bir parça etten ibaret olan kalbini de, kendisini bilmesi ve sevmesinin (marifetinin ve muhabbetinin) merkezi kılmıştır. Kalp, başka bir şey için değil, sırf bunun için yaratılmıştır. Öyleyse kul onu, Allah'tan başkasına bağlanma kirinden temizlemelidir. Çünkü Allah bu kalbi, kulunun içinde yaratmak suretiyle ona lütfetmiş, kendisini latîf ve habîr (her şeyden haberdar) içte (gizli) olanı bilen diye nitelemiştir. Kalp ilâhî görüntü yeri olunca onu başka fikirlerden ve başka şeylerden temizlemek, çeşitli ilim, sır ve marifetlerle süslemek, bağışlayan, aziz olan, sahip olan Allah'ın tecellisi ile cilalamak gerekir."

15

O tek başına

yeryüzünü sizin menfaatiniz

için boyun eğer kılandır. O yumuşaktır, size fayda verecek şeylere ulaşabilmek için yürümek, dolaşmak, size kolay gelir. Eğer katı bir kayadan ibaret yapsaydı üzerinde yürümek zorlaşırdı. Şayet yumuşak ve münbit yapmasaydı orada kuyu kazmak, kanallar açmak, binalar yapmak, ekin ekmek, ağaç dikmek imkânsız olurdu. Aynı şekilde orasını, eğilip üzerindekilerin üstüne yıkılmasın diye sabit dağlarla sağlamlaştırdı.

Özetle Allah yeryüzünü yaşanabilir ve faydalanabilir bir şekilde yarattı. Orasını hikmeti ve kudreti ile ovalara dağlara, denizlere nehirlere, pınarlara ekin ve ağaçlara, taşa toprağa, kuma ve özlü toprağa taksim etti.

Seni kuddise sirruhû şöyle der: ”Allah nefisleri itaatkâr, boyun eğer biçimde yarattı. Kim nefsine boyun eğdirirse ve nefsine karşı çıkarak alealtırsa, fitnelerden, belâlardan ve sıkıntılardan kendisini kurtarmış olur. Kim de nefsine hükmedemez, ona uyarsa o da kendisini alçaltmış ve mahvetmiş olur."

"Boyun eğen" diye terecine ettiğimiz ”zelûl" kelimesi, ”sana itaat eden, boyun eğen" mânâlarına gelir. ”Zûl" ise, alçaklık anlamındadır, ”şeref in zıddıdır. Kamus müellifi ”zîl" lin, sertliğin zıddı anlamında; ”zül" lün ise alçaklık manasında olduğunu söylemiştir.

O halde onun omuzlarında yürüyün. Buradaki ”yürüyün" emri, ibaha içindir. ”Yürüyebilirsiniz, yürümenizde mahzur yoktur," anlamınadır.

Yani onun dört bir yanını geziniz. Onun her tarafında yürüyüp gezdiğiniz zaman onu tam anlamıyla tanıyacaksınız. Böylece ondaki tüm menfaatleri elde edeceksiniz.

Ve Allah'ın rızkından yevin. Oradaki hububat, meyve ve benzeri şeylerden Allah'ın nimetlerini arayın. Buradaki ”yiyin" emrini ibâha olarak alırsak, rızkın, helâl olan rızıklar olduğunu söylememiz gerekir. Ama o kelimeyi ”emir" şeklinde yazılmış, haber manasında alırsak o zaman mana şöyle anlaşılırı ”O'nun rızkından ve nimetlerinden yersiniz."

Diriltildikten sonra

dönüş ancak O'nadır. Yani sadece Allah'a'dır. Öyleyse O'nun nimetlerine eksiksiz şükretmeye çalışın.

16

Gökte olanın, bu âlemi idare ile görevli olan meleklerin (6) veya Allah'ın -o zaman, gökleri yaratan ve onların sahibi olan diye te'vîl edilmesi gerekir-

Sizi yere batırıvermeyeceğinden emin misiniz? Yani Allah yeryüzünü sizin için boyun eğen itaatkâr bir halde kılıp da, siz onun omuzlarında yürüyüp, rızıklarından yedikten sonra Karun'a yaptığı gibi onun altını üstüne getirip sizi yerin dibine gömmeyeceğinden emin misiniz?

"Yere batırma" diye terceme ettiğimiz ”haşefe" fiili ile ilgili olarak Cevheri şöyle der: ”Haşefe", yerin içine gitti, yerin içinde kaybetti anlamlarına gelir. Kâmûs'da da bu kelime, ”yerin derinliklerinde kaybetti" şeklinde izah edilmektedir.

O zaman yer daha önceki sükûn ve baş eğmenin aksine

sarsılır da sarsılır. Sallanır, çalkalanır, gider gider gelir.

17

Yoksa gökte olanın, üzerinize Lût kavmine ve Fil ashabına gönderdiği gibi gökyüzünden

taş yağdırmasından emin mi oldunuz? -Bu, bir başka açıdan yeni bir tehdittir.- Yani bu iki şeyden siz emniyette mi kılındınız? Onlardan size em an verilmediğine göre kötülüklerinizde devam etmenizin anlamı ne?

Yakında kendisini gördüğünüz zaman

tehdidim nasılmış şiddetli mi, zayıf mı olduğunu

bileceksiniz. Bileceksiniz ki, verdiğim haberin aksi yoktur. Azabım son derece şiddetlidir. Ama o zaman bilginiz size fayda vermez. Âyette geçen ”nezir" ve ”nekîr" kelimeleri, korkutmak ve inkâr etmek anlamında iki mastardır.

el-Bürhân isimli eserde şöyle denilmektedir: ”Onlar, yeryüzünde oldukları için onları önce yere batırmakla korkuttu. Çünkü yer, onlara gökten daha yakındır. Daha sonra da gökyüzünden taş yağdırmasından korkuttu."

18

Yemin olsun ki onlardan Mekke kâfirlerinden

önceki Nuh kavmi, Âd kavmi ve benzerî ümmetlerdeki kâfir

ler de yalanlamışlardı. Ama Benim onlara azap indirmek suretiyle

inkârım nasıl oldu? Yani son derece korkunç oldu. Âyet-i kerime Hazret-i Peygamberi teselli, kavmini de tehdit etmektedir.

19

Onlar üstlerinde kanatlarını açıp yumarak uçan kuşları görmediler mi? Yani onlara bakmadılar mı? Onlardan gafil midirler? Buradaki görme, kalp gözüyle görme değil, gerçek gözle görmektir. Fiilin ”ilâ" harfi cerri ile kullanılışı bunu gösterir. Kalp gözü ile görmek olsa idi o zaman ”fî" harfi ile kullanılması gerekirdi. Kuşların kanatlarını açıp yummaları, uçarken yaptıkları harekettir. Bu, denizde yüzen birisinin kol ve bacaklarını uzatıp çekmesi gibidir.

Onları havada, rahmeti her .şeyi kuşatan

Rahman olan Allah'tan başkası tutmuyor. Kanatlarını yumup açarken yere düşmelerini Allah'tan başkası engellemedi. Allah onları, havada uçabilecek şekilde yarattı.

Şüphesiz O, her şeyi görendir. En güzel şeyleri yaratmayı, en hayret verici şeyleri düzenlemeyi bilir. ”Gören" diye terceme ettiğimiz ”hasır", müşahade eden, bilen demektir. Öyle ki toprağın altındakiler bile Ondan gizli kalmaz. Bu sıfatı bilen birisi anlar ki, buradaki görmekten maksat, murakabeye devam ve en ince şekilde nefis murakabesine dalmaktır. Murakabe, imanın meyvelerinden birisidir.

Anlatıldığına göre krallardan birisinin bir kölesi vardı. Bu köleye diğer kölelerinden daha çok değer verirdi. Halbuki onlardan daha sevimli ve daha değerli değildi. Bu yüzden kralın bu tavrına etrafındakiler hayret ederlerdi. Bir gün kral çölde yolculuğa çıktı. Arkadaşları ve köleleri de beraberinde idiler. Bir ara üzerinde bir parça kar bulunan uzak bir dağa baktı, sonra başını yere eğdi. O zaman bu sevdiği kölesi, kral kendisine bakmadığı ve herhangi bir işaret vermediği halde, atını mahmuzladı. Topluluktan hiçbiri, kölenin atını niçin malımuzladığını bilemedi. Kısa bir süre sonra köle bir miktar karla döndü. Kendisine: ”Kralın kar istediğini nasıl bildin?" denildi. ”Çünkü o, kara baktı. Kralların bir şeye bakmaları boşuna olmaz," dedi. Kral da: ”Ona işte bunun için sizden çok ilgi gösteriyorum. Siz kendinizle meşgulken, o benim durumumu gözetiyor," dedi.

20

Rahman olan Allah'a karşı size yardım edecek olan askerleriniz kimdir? Allahü teâlâ, onları, kudretinin hayrete düşürücü eserlerinden olan kuşların hallerinden gördükleri şeyleri düşünmemelerinden dolayı azarladıktan sonra âyette anılan biçimde onları susturmaya intikal etmiştir. Ayetin anlamı şöyledir: ”Sizin yanlış kanaatinize göre, Allah'ın azabı ve âfetler indiği zaman Allah'ın yardımından öte, size yardım edecek ordunuz ve tanrılarınızdan bu aşağılık varlık kim? Bu kâmil sıfatlar ve her şeye şamil kudret kendisine ait olan Allah mı size yardım edip, sizi kurtaracak? Yoksa bu işaret edilen ve hakkında sizin Allah'tan başka olarak size yardım edecek ordu sandığınız bunlar mı?"

Kâfirler ancak bir aldanma içindedirler. Onlar, tanrılarının koruması ile korundukları tarzındaki zanlarında, şeytan tarafından büyük bir aldatma ve açık bir sapıklık içersindedirler. Onlar için bu konuda kayda değer hiçbir şey yoktur.

21

Allah rızkını, yağmuru ve diğer ihtiyaç duyulan şeyleri

kesiverse, şu size rızık verebilecek kimdir? Bırakın rızık vermeyi, rızık bol bol bulunsa alınması çok kolay olsa ve yiyen ağzına koysa, ama Allah onun yutma gücünü ah verse, tüm gökler ve yer ahalisi biraraya gelseler bu lokmayı boğazdan geçiremezler. Âyetin anlamı şöyledir: Size rızkı, güç kuvvet sahibi rezzâk olan Allah mı veriyor? Yoksa size rızık verdiklerini iddia ettiğiniz şu alçak ve değersiz şeyler mi?

Kâfirler şu iki şeye güvenerek imandan kaçmıyorlar, Hazret-i Peygamberle inatlaşıyorlardı:

1 - Malları ve sayıları,

2- Putların tüm hayırları kendilerine ulaştıracaklarına ve tüm felâketleri savacaklarına inanmaları.

Allahü teâlâ, bunlardan birincisini ”Allah'a karşı size yardım edecek askerleriniz kim?", ikincisini de ”Şu size rızık verecek kim?" sözleri ile iptal etmiştir.

Hayır onlar, azgınlık ve nefret içerisinde direnip durmaktadırlar. Yani bunlardan etkilenmiş ve hakka teslim olmuş değiller. Aksine azgınlık, inat ve büyüklenmeye devam etmekteler. ”Nefret" diye terceme ettiğimiz ”nüfür" haktan yüzçevirınek ve uzaklaşmak anlamınadır. ”Direnme" diye terceme ettiğimiz ”lecâc" da, yasaklandıkları şeyi yapmakta inada devam etmektir. ”Azgınlık" diye terceme ettiğimiz ”utüv" de, haddi aşmak anlamınadır. Bu ifadeler, onları tahkir için kullanılmıştır. ”Sanki onlar, aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibidirler?' (Müddessir: 50) âyet indeki manaya işarettir.

22

Şimdi yüzüstü kapanarak sürünen mi daha hidayette, yoksa sapıklık ve eğrilik olmayan

dosdoğru bir yol üzerinde sürçmeden eğilmeden

dimdik yürüyen mi? Bu âyet, müşrikle muvahhidin (Allah'ı tek tanıyanın) durumlarını açıklamak için verilmiş bir darb-ı meseldir. Âyetin daha açık manası şöyledir: Hiç yolu sert olduğu ve kuvvetinin olmayışı sebebiyle tökezleyerek yürüyen, adım başı yüzüstü kapanan kişi, umduğu hedefe ulaşmakta, dosdoğru yolda dimdik yürüyenden daha hidayette, daha doğru yolda olabilir mi?

Kimi âlimler, ”yere kapanan" sözünün, körden kinaye olduğunu söylemişlerdir. Çünkü o, yolu bulamaz, şaşırır, bunun sonucu olarak da yüzüstü düşer. Gözü gören, sağlam kişi ise böyle değildir.

Katâde şöyle der: ”Mukib, yüzüstü kapanan, dünyada Allah'a isyan olan işlerin üzerine abanan, âhirette de Allah'ın yüzüstü cehenneme hasrettiği kâfirdir. Mü'min ise, dünyada Allah'ın emri üzere yaşayan. Allah'ın da âhirette ayakları üzerinde cennete ilettiği kişidir."

Hazret-i Peygambere: ”Onlar yüzleri üstü nasıl yürürler? denildi. O da: ”insanları ayakları üzerinde yürüten, yüzleri üzerinde yürütmeye de muktedirdir," buyurdu.(7)

7- Hadisi Ahmed b. Hanbel, Müsned'ût tahrîc etti. Aslı Enes b. Malik'ten rivayetle Buharî ve Müslim'dedir. Bkz. Muhtasar-ı Tefsîr-i İbn Kesîr, 3/530.

23

Ey yaratıkların en hayırlısı! Ey Rasûlüm Muhammed! O kâfirlere

de ki: ’O Allah, tek başına

sizi yaratandır. Sözün siyak ve sibakı bu anlayışa işaret etmektedir. Yaratılış gayesinden gafil olanlar da bu sözün içine dahildirler. Yani O, sizi size en güzel şekli vermek suretiyle ilk seferinde yarattı.

Size Allah'ın âyetlerini işitesiniz, gereğini yapasınız diye

kulak verdi.

Ariflerden birisine: ”İnsanların en olgunu kimdir?" diye soruldu. ”Kulağını kötülüğe, günaha âlet etmeyen" cevabını verdi.

Allah size, kendisinin durumuna şahitlik eden kainatta mevcut mucizelerine bakasınız ve Allah'ın tüm eserlerini en üst düzeyde ve tam bir anlayışla gençsiniz diye

gözler verdi. İndirdiği ve kainatta mevcut olan mucizelerden gördüklerinizi

ve duyduklarınızı düşünün de iman ve tâat miraçlarına çıkın diye

gönüller verendir. Âyette sadece bu üç organın antlısının sebebi şudur: Bilgiler ve marifetler bu üç organla elde edilir. Çünkü kalp, kulak ve gözle elde edilen bilgilerin döküldüğü bir havuz gibidir.

Siz anılan şeyleri yaratılış gayelerine uygun bir şekilde kullanmak konusunda

ne kadar az şükrediyorsunuz!' Buradaki ”azlığın", yokluk anlamında olduğunu söyleyenler de vardır. O zaman mana: ”Siz şükretmiyorsunuz," şeklinde anlaşılır.

Şunlar kulağın görevlerindendir: Bilginlerden ve bilgelerden öğrenmek, vaazları ve akıllı kimselerin öğütlerini dinlemek, hak yolun yolcularının yolunu izlemek, sapık görüş sahiplerinin sözlerini geri çevirmek.

Kur'an-ı Kerime, dinî eserlere, mü'minlerin ibadethanelerine, Müslümanların hareket tarzlarına, âlimlerin sâlihlerin fakirlerin ve düşkünlerin yüzlerine bakmak da gözün görevleri arasındadır.

Kalbin görevlerinden bazıları ise şunlardır: Allah'ın yüceliği, kemali, güzelliği ve ihsanını düşünmek, Ondan korkup, O'na kavuşmayı aşkla arzulamak, peygamberlerini ve velîlerini (dostlarını) sevmek, düşmanlarına bıığzetrnek, delillerine bakmak ve benzerî şeylerdir.

24

Ey yaratıkların en şereflisi!

De ki: ’O sizi yeryüzünde üretendir. Sizi yaratan ve çoğaltan O'dur, başkası değil.

Nihayet siz başkasına değil, sadece

O'na toplanıp götürüleceksiniz.' Yani hesap ve ceza için diriltileceksiniz. Öyleyse işinizi bu esasa göre yapın. Âyette ”O'na toplanıp götürüleceksiniz," şeklinde bildirilmesi gösteriyor ki, anılan tüm deliller sırf bunu ispat içindir.

25

Aşırı inatlarından ve kibirlerinden dolayı veya alay yollu olarak:

'Eğer siz doğru söyleyenlerseniz, şu vaad, vaadedilen haşir

ne zaman?' derler. Vaadedilen şeyden muradın, korkutuldukları, yerin dibine batırma ve üzerlerine taş yağdırılması olduğu da söylenilmiştir.

Burada sözün muhatabı, Hazret-i Peygamber ve mü'minlerdir. ”Eğer" ile başlayan şartın cevabı anılmamışlır. Takdiri şu şekildedir: ”Eğer siz kıyametin ve hasrin geleceği konusunda haber verdiğiniz şeyde doğru söylüyorsanız, bize onun vaktini haber veriniz."

26

De ki: Onun vakti ile ilgili, ona ait

'bilgi her şeyi takdir eden, işleri idare eden

Allah'ın katımladır. Ona başka hiçbir kimse muttalî olamaz.

Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.' Sizi, anlayacağınız bir dille korkutucuyum, gerçeği ortaya koyucuyum. Olayın üzerini açıcıyım. Sizi vaadedilen şeyin kesinlikle olacağına uyarıyorum. Ne zaman olacağını bilmeye gelince, bu, uyarma ile ilgili vazifeler arasında değildir.

Yahya b. Muaz şöyle der: ”Allahü teâlâ  kulları hakkındaki bilgiyi kullarından gizledi. Herkes O'nun emrine tam bilmeden uyar. Kendisi için ne yazıldığını bilmez, sonunun nasıl olacağım bilmez."

27

Onu yakından gördüklerinde, vaadedilen şey onlara gelip de, gözleriyle onu gördüklerinde, -haşrin yakınlığı, onda kendileri için hazırlanan şeyin yakınlığıdır-

inkâr edenlerin yüzleri hüzünle, zillet ve sıkıntı gelmek suretiyle

kötüleşti. Burada özellikle yüzün anıhş sebebi, sevinç ve üzüntünün izlerinin yüzlerde kendisini göstermesinden dolayıdır. Kâfirlerin yüzleri o gün ölüme götürülen veya bir azaba sürüklenen kişinin yüzü gibi olur.

Kendilerine: Kınamak ve azaplarını şiddetlendirmek için, onlarla alay edilerek, dünyada acele gelmesini

'İstediğiniz şey azap

işte budur!' denildi. İstediğiniz diye terceme ettiğimiz ”teddeûn" kelimesinin, iddia anlamında olması da caizdir. O zaman âyetin manası: ”Öldükten sonra dirilme yok, hasrolunma yok, azap yok diye iddia ettiğiniz şey işte bu" şeklinde anlaşılır.

28

Ey kâinatın efendisi!

De ki: ’Haber veriniz. Sanki görmüş gibi emin olduğunuz şeyi bana haber veriniz. Eğer bir şeyden haber vermek, görmeye dayandırılarak güçlü olursa ”eraeyte = gördün mü" şeklinde söylenir. Ama manası ”bana haber verin" demektir.

Eğer Allah beni ve benimle beraber olanları mü'minleri

öldürse maksadınız hasıl olsa -öldürse diye terceme ettiğimiz ”ehlekenî" kelimesinin seçiliş sebebi, onların Muhammedin işi sonuna kadar gitmez, yakında son bulur, demeleridir-

veya ecellerimizi geciktirmek suretiyle

bizi esirgese ki biz O'nun rahmetine yakınız. Öldürülüp cennete gitme veya yardım edilme güzelliklerinden birini beklemekteyiz, o zaman siz ne yapacaksınız? Bizim ölümümüzden siz hangi rahatı, hangi menfaat ve maslahatı elde edeceksiniz? O zaman

kâfirleri acı azaptan kim kurtarabilir?' Yani o acı azap size indiği zaman, ister biz ölmüş olalım ister hayatta sizi kimse kurtaramaz. Kurtuluş ancak iman ve sâlih amelle olur.

Bu ifade, onları korkutmakta kullanılan aşırı bir üsluptur. Sanki şöyle denilmiştir: ”Siz bu denli suçlu iken nasıl korkmazsınız?"

29

Ey yaratılmışların en şefkatlisi!

De ki: ’O, sizi kendisine ibadete çağırdığım, tüm nimetlerin sahibi

Rahmân'dır. Biz sadece

O'na inandık sizin inkâr ettiğiniz gibi inkâr etmedik

ve O'na dayandık. İşlerimizi başkasına değil. O'na bıraktık ve bildik ki Ondan başka her şey ne olursa olsun, hiçbir zarar ve fayda verme gücüne sahip değildir.

Ey Mekke kâfileri!

Artık bizden ve sizden

kimin apaçık bir sapıklık, hata

içinde olduğunu yakında azabı görünce

bileceksiniz.'

30

Ey yaratılmışların en üstünü!

De ki: ”Baksanıza! Bana haber veriniz.

Suyunuz tümüyle

yerin dibine çekilse kovaların ulaşamayacağı ve başka bir yolla elde etmeniz imkânsız bir hale gelse, o zaman

size kim bir akarsu veya kaynağı elle ulaşılabilecek kadar kolay, görünen pınarları kim

getirebilir?'

Eğer o kadar nimet arasında neden sadece su sözkonusu edilmiş, denilirse şu cevabı veririz: ”Çünkü su varlıkların en değerlisi ve en kıymetlisidir."

Bir hadisi şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Allah'ın kitabında ancak otuz âyetlik bir sûre var. Bir adama şefaat etti ve onu cehennemden çıkartıp, cennete koydu. O, tebâreke süresidir."(8)

8- Hadisi Ahmed b. Hanbel ve Sünen sahipleri tahrîc ettiler. Tirmizî ”hasen, sahih" der. Bkz. ed-Dürrü'l-Mensûr, (Süyûtî), 6/246.

Teysîr adındaki eserde verilen bilgiye göre: ”Bu sûre, otuz âyettir. Üç yüz otuz üç kelimedir. Bin üç yüz yirmi bir harftir."

Bir başka hadiste de şöyle buyurulmuştur: ”Ben tehârekellezî bi yedihi'l-mülk sûresi'nin her müminin kalbinde (ezberinde) olmasını arzuladım."(9)

9- Hadisi Abd b. Humeyd, Müsned'inde tahrîc etmiştir. Bkz. Muhtasar-u İbn Kesir. 3/526.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Tebâreke ve elif lam mim secde sûrelerini okumadıkça uyumazdı.

İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Sahabelerden birisi, kabir olduğunu bilmeden bir kabrin üzerine bir çadır kurdu. Birden birisinin Mülk sûresini okuduğunu farketti. Hazret-i Peygambere gelip: ”Ya Rasûlallah! Çadırımı bir kabir üzerine kurmuşum. Oranın kabir olduğunu bilmiyordum. Birden birisinin Mülk sûresini okuduğunu duydum," dedi. Hazret-i Peygamber: ”O sûre, -Allah'ın azabından- koruyucudur. O, kurtarıcıdır, kişiyi kabir azabından kurtarır," buyurdu. Bu hadisi Tirmizî, Süneninde rivayet etti. Hazret-i Peygamber zamanında bu sûreye ”el-münciye" (kurtarıcı) denilirdi.

Allah'ın yardımıyla Mülk Suresinin tefsiri tamamlandı.