FIKIH | KADERE İMAN

Aradığınız konunun baş harfini aşağıdan seçiniz:

A
B
C
Ç
D
E
F
G
H
I
İ
K
L
M
N
O
Ö
P
R
S
Ş
T
U
Ü
V
Y
Z

Kaynak: https://sorularlaislamiyet.com

KADERE İMAN 
Varlık âleminin başlangıcından sonuna, yani ezelden ebede kadar olacak şeylerin; zamanını, yerini, niteliğini, özelliklerini, kısaca ne, nerede, ne zaman ve nasıl olacaksa, olmadan önce bunların hepsini Allah'ın bilmesine "kader" ve herşeyin zamanı gelince O'nun bilgisine uygun olarak var olmasına da "kaza" denir. Ya da tersine, birincisine "kaza", ikincisine "kader" denir. Dilimizde "takdir-i ilâhî", "alın yazısı" ve "kader" olarak anılır."Felek" de bazen "kader" anlamlarında kullanılır. Bu anlamda "zalim felek" demek, Allah'ın takdirini adaletsiz saymak olacağından, bilgisizce söylenmiş, küfür bir söz olur.

Kader'e inanma, iman esaslarının en önemlilerindendir. Çünkü imanın diğer şartlarına sağlam olarak inanmak da, kadere inanmaya bağlıdır. Meselâ kadere inanmayan, Allah'ın herşeyi bilebileceğine de inanmamış olur. Ya da tersinden söylersek, Allah'ın herşeyi bilebileceğine inanan kadere de inanmış olur. Zaten kader, herşeyin nasıl ve ne zaman olacağını bilmek demektir.

Kader Allah'ın bilme sıfatıyla ilgili olduğu gibi, dileme ve yaratma sıfatıyla da ilgilidir. Yani Allah bir şeyin olmasını ya da olmamasını diler, o şeyin ne zaman ve nasıl olacağını bilir, zamanı gelince de onu, önceden dilediği ve bildiği şekilde yaratır. Işte kaderi kabul etme, aslında bunları kabul etme demektir.

Kader meselesi iyi kavranıldığında, "tesadüf" denen birşeyin olmadığı, en küçügünden en büyügüne kadar her olayın bir sebepler zincirine bağlı olarak meydana geldiği ve bu zincirin başında Allah'ın bulunduğu anlaşılır. Hattâ bir yaprağın agaçtan düşerken sağa sola dönmesi bile bir takdirin gereğidir. Olaylar zinciri üzerinde kafa yoran herkes bunu kavrayabilir.

Kader meselesi iyi kavranılmayınca, bazı konularda insan işin içinden çıkamaz. Bunlardan birisi de rızık meselesidir:

Her canlının rızkını Allah kendi üzerine aldığını bildirmiş, Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur: "Cebrail kalbime fısıldadı ki, hiçbir canlı rızkını tastamam kullanmadıkça ölmeyecektir. Öyleyse Allah'tan korkun ve rızkınızı güzel yollarla arayın" (Benzer hadîs için bk. Ibn Mâce, Ticaret H. No. 2144; Diğer bir hadiste de şöyle buyurulur:"Rızık gelmedi demeyin, çünkü hiç bir kul, kendisinin olan son rızık da ona ulaşmadıkça ölmez. Öyleyse Allah'tan sakının ve onu güzel yollarla, yani helali alıp haramı terketmekle arayın. (Hakim Beyhakî) Feyzu'I-Kadir VI/4O1 ) Buna göre birisi çıkıp, çalışmama gerek yok, benim için takdir edilen rızık nasıl olsa beni bulacaktır, derse durum ne olur? Hemen söylemek gerekir ki, kadere inanmak nasıl dinî bir emirse, çalışıp çabalamak da böyle dinî bir emirdir. Yani biz rızkımızı artırmak için değil, yaratıcımızın emri olduğu için çalışırız. Sonra Kaderin bir boyutu da herşeyin bir sebebe göre yaratılmasıdır. Bizden çalışmamızın istenmesi, belki de o çalışmamızın, rızkımıza sebep yapıldığındandır.

Rızık meselesine gelmişken bir noktaya daha değinmeliyiz: Rızık insanın doğumundan ölümüne kadar kullanacağı yiyecek, içecek ve giyeceklerdir. Insanın kullandığı bu tür dünya nimeti ona bir başkası aracılığı ile de gelmiş olabilir. Ancak, biraz önce de söylediğimiz gibi, sebepler zincirinin başında Allah vardır. Öyleyse teşekküre asıl lâyık olan O'dur. Insana sadece araç olduğu için teşekkür edilir. Allah'ın bu insan için yazdığı ve yola çıkardığı rızık ona bu yolla gelmeseydi, mutlaka bir başka yolla gelecekti. Tıpkı bir kralın, hizmetçisiyle birisine hediye göndermesi gibi. Onun için bizim bütün nimetleri Allah'tan bilip O'na teşekkür etmemiz gerektiği gibi, insanların rızkımıza engel olmalarından da korkmamamız ve bu yüzden insanlara kulluk etmememiz gerekir. Ölüm olayı da aynen bunun gibidir. Öldüren sadece Allah'tır ve ölüm ne zaman takdir edilmişse o zaman gerçekleşecektir. Ancak insanlar kendilerini ölüme atmamakla emrolunmuşlardır. Artık cesaretli olmak gereken yerde korkmanın da hiçbir önemi yoktur.

Allah'ın her şeyi önceden takdis etmesi bizi bağlamak olmaz mi? Nasıl olsa O'nun takdiri dışına çıkamayacağımıza göre, bizi yaptıklarımızla sorgulaması adalete nasıl yakışır? sorusu, kader konusunda inceden inceye düşünmeyen herkesin kafasını meşgul eden bir sorudur. Bunu tek cümle ile: "Bir şeyin nasıl olacağını bilmek, o şeyi öyle olmaya mecbur etmek demek değildir" diye cevaplayabiliriz. Yani Allah (c.c.) neyin iyi, neyin kötü olduğunu bildirmişve insana iyiyi de kötüyü de dileyebilme (irade) ve yapma gücü vermiştir. Dolayısı ile insanın, kötüyü dilemesi ve yapması halinde cezalandırılması normaldır. Meselâ bir tanıdığımızın, bir hafta sonra sabah uçagı ile Ankara'ya gideceğini, orada bir genel müdürle görüşüp Eskişehir'e geçeceğini, orada da bir akrabasını ziyaret edip trenle Istanbul'a döneceğini bilmiş ve bunu aynen yazmış olsak, günü gelince de o, bunları aynen uygulasa, biz önceden öyle yazdığımız için o da bunları yapmak zorunda kaldı, diyebilir miyiz? Işte Allah da herşeyi, bu arada kimin iradesini nasıl kullanacağını önceden bildiği için takdir etmiş, yani bilmiştir. Yoksa o yazdığı için insanlar öyle yapmak zorunda kalmamıştır.

Yani insan kendi eylemlerinin sonucunu kendi belirler. Iradesini iyi ya da kötü yöne çevirir, gücünü de o doğrultuda kullanır. Allah da onun diledigi ve gücünü kullandığı fiili yaratır. Böylece hayrı da şerri de yaratanın Allah olduğu anlaşılır. Ne var ki, hayrı yani iyıliği severek, şerri, yani kötülüğü de sevmeyerek, sırf kulunun iradesi ve gücü o yönde olduğu için yaratmıştır.

Tabiat olayları dediğimiz yağmur, kurak, deprem, sel felâketi... gibi olaylar da Allah'ın takdiri ve yaratmasıyladır. Bunların sebepleri yüksek başınç, yeraltı çukurlarının çökmesi, şu ya da bu olabilir. Ama bu sebeplerin de birer sebebi, onların da birer sebebi vardır ve bu zincir Allah'a dayanır. Bunlar bir yana, bu tür olayların bir de insanların davranış biçimiyle ilgili olan yani vardır. Çünkü Allah, dünyada olan herşeyi insanlar için yarattığını söyler. ("O yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yaratandır" Bakara (2) 29. ) Öyleyse bunlar da insanlar için yaratılmıştır. Ayrıca insanlar Allah'ı tanıyıp, davranışlarını ve yaşayışlarını O'nun indirdiğine göre ayarlamaları halinde yağmuru ve toprağı dahi onların yararına göre ayarlayacağını bildirir. (Buna yakın anlamdaki âyetler için bk. Mâide (5) 65-66.) Demek ki, bizim tamamen ormana, denize, alçak ya da yüksek başınca bağladığımız yağmur, çok ilerlerde ve aslında bizim yaptıklarımızla ilgilidir. Meteorolojinin ya da depremle ilgilenen bilimin yağmura ve depreme sebep olarak söyledikleri şey'ler doğru olabilir, ancak bunlar son sebeplerdir. Müslüman, ya da düşünebilen insan, o sebeplerin de sebeplerine doğru gidebilen insandır.

Kaderle ilgili konulardan biri de "tevekkül" meselesidir. Tevekkül müslümanlar arasında bile çokça yanlış anlaşılan bir konudur. Allah her şeyi bir sebebe bağlı olarak yaratmış ve bizim, olmasını istediğimiz şeyin sebeplerine sarılmamızı istemiştir. Meselâ biz· işyerimizden fazla kazanç elde etmek istiyorsak, onun sebeplerine sarılmalıyız. Sebeplere sarılmadan. "ben Allah'a güveniyor ve ona dayanıyorum, O verecekse verir" demek, tevekkül etmek değil, tembellik etmek ve Allah'ı tanımamaktır. Çünkü O, hem çalışmamızı, hem de kendisine güvenip dayanmamızı istiyor. Bunlardan sadece birisini, yani A1lah'a dayanıp güvenmeyi yapan; Allah'ın dediğini, yani tevekkülü yapmış olur mu? Kısaca tevekkül, kendi gücünün ve başarısının da, Allah'tan olduğunu kabul etmek ve sebeplere sarıldıktan sonra bile meselenin; Allah'ın elinde olduğunu bilmek ve O nasıl yaratırsa ona rıza gösterip kabul etmek demektir. Böylece kaderin tevekkülü, tevekkülün de rızayı gerektirdiğini de görmüş olduk. Bunların üçünü de bir örnekle anlatmaya çalışalım :

Öncelikle; Tıp, Hukuk, Iktisat ya da Edebiyat fakültelerinden birisine girmek isteyen bir bayan kardeşimiz için; lise ya da dengi bir okul mezunu olması, üniversite sınavlarına başvurup giriş kartını almış olması, sınav konularına hazırlıklı bulunması, sınav kâğıdını belirlenen zaman içerisinde yeterli ölçüde doğru doldurup teslim etmesi... birer sebeptir. Onun bu sebeplere sarılması A1lah'ın gayret göstermemiz konusundaki emrini yerine getirmektir. Sınav kâğıdını teslim ettikten sonra; sınavda harcadığı gücü de, sınavda başarmasının da Allah'ın yardımına bağlı olduğunu ve sonucun, Allah'ın seçmesiyle olacağı için, ne olursa olsun en güzel sonuç olacağını kabullenmesi ve O'na güvenip dayanması tevekküldür. Sınavlar değerlendirilip onun Tıbbı değil de, meselâ Edebiyatı kazanması kaderdir. Onun bu sonucu. dövünmeden, hayıflanmadan kabul edip razı olması da rızadır. Ancak onun bu noktadaki rızası, öbür fakülteleri gözden çıkarıp Edebiyata girmesi gerektiği anlamında değil, sonucun bu şartlarla böyle olması gerektiğini bilip; onu anlayışla karşılaması anlamındadır. Yani ille de başka fakülteye girmek isterse bu rıza ona engel değildir. O zaman sebeplerde bir eksiklik olduğuna karar verir ve bu tura yeniden başlar.

Görüldüğü gibi, kader konusu, iyi düşünmeye muhtaç bir konu ve imanın önemli temellerinden biridir. Bu yüzden peygamberimiz kaderin yanlış anlaşılmaması konusuna önem vermişlerdir. Bir hadîs-i şeriflerinde de: "Sizden biriniz; kendisine gelecek bir şeye, bütün dünya toplansa engel olamayacağına, gelmeyecek olan bir şeyi de, bütün dünya toplansa getiremeyeceğine inanmadıkça, kadere gerçekten inanmış olamaz" (Ebû Dâvûd, Sünne 16; Trmizî Kader 10; Ibn Mâce, mukaddime 10; Müsned V/317, VI/442.) buyurmuştur.

Diğer yönden, kadere inanmayanların, meydana gelen olayların kaderle oluşmadığını ispatlayacak hiçbir delilleri yoktur. Öyleyse kadere inanmak aklen de daha uygundur ve buyurulduğu gibi: "Kadere inanmak üzüntü ve kederi giderir."

Ancak bütün açıklamalara karşılık kader meselesinin anlaşılamayacak kadar ince noktaları yok değildir. Bu yüzden birçok Islâm bilgini çeşitli âyet ve hadîslere dayanarak şöyle demişlerdir: Kaderin aslı, yaratıkları içerisinde Allah'ın bir sırrıdır. Bunu ne bir meleğe, ne de bir peygambere bildirmiştir. Bu konuda derinlere dalmak; yardımcısız kalmanın sebebi, mahrumluğun merdiveni ve sapıtmanın ilk basamağıdır. Öyleyse bundan kaçınmak ve bu konuda vesveseye kapılmamak gerekir. Allah'ın varlığını, birliğini ve gücünü akılla bulduktan ve herşeyi bir kadere göre yarattığını da duyduktan sonra, kaderin bütün inceliklerini kavrayamazsak ne olur? Ya da kavramağa çalışmak, Allah'ı sorguya çekmek olmaz mı? Halbuki O: "Ona yaptığı sorulamaz, ama insanlar sorguya çekilecektir." (Enbiyâ (21) 23.) buyurur.